“okşuyorum incitmeden
yanağından süzülen damlacıkları
utangaç bir mavi düşüyor gözlerinin içine
boynunu büküyor yaşam
yüreği parçalanıyor bakışı güvercin bir kızın
bütün aynaları kırılıyor/ sevincin”
(Nuri Can)
Utangaç bir bakıştır çoğu kez bizi hayata tutunduran dal.
Küçük bir kızın bakışlarındaki utangaç masumiyettir karşı konulması en güç olan.
Ne zaman büyür de kaçamak bir gülüşe döner bilinmez.
Ne zaman büyür de küçük kızlar, boyunun eremediği erik dallarına sarmalanmış güneşlere ulaşmaya çalışırlar? O da bilinmez.
Tüm küçük kızlar için olduğu gibi bizler için de bir adım ötesidir hayat; kalabalıklara aldırmadan, kalabalıkların arasından usulca kayıp giden bir nehre benzetiriz de, nedense teğet geçmekten bir türlü göremeyiz yanımızdan akıp giden o nehri.
Bir adım kadar ileride durur çoğu kez hayat.
Küçük kız, adımlarını saymadan, hızla atlamak ister hayatın eşiğinden ama…
Eşikten atlayacağı zaman ayağı kayar, düşer.
Sonra, teğet geçmek istemediklerimizin armonisi sarar her yanı.
Boyum Yetmiyor, Bahar Dalları Çok Yüksek
Şimdilerde, bugünlerde, bu mevsimde, nedense küçük kızın gücü yetmiyor ellerini uzatıp bahar dallarına dokunmaya.
Bir türlü alışamadığı soğuk bir kent dokusunu içine hapsedip kendince güzelleştirmeye çalışma çabası yoruyor artık onu. Yoruyor artık, oraya buraya serpiştirilmiş ‘kent yeşili’nde açan birkaç ağaç yaprağına uzanmaya çalışmak.
Kendince güzelleştirmeye çalıştığı bir bahar tablosu var içinde küçük kızın, sürekli karalayıp durduğu, sonra beğenmeyip yeniden yaptığı.
Küçük kızın içindeki mevsimler buz tutmuş gibi. “Dışarıda mevsim baharmış”lı şarkıları dinlemeyeli sanki bir asır geçti. Bir asır geçti ömründen, bin tomurcuk patladı, bin bahar geldi, ama ne yazık söyleyecek sözü yok bahara.
Küçük kız, içimdeki küçük kız mı acaba?
İçimde küçük bir kız oyun mu oynuyor yoksa, uyku vakti gelmiş olmasına rağmen?
İçimdeki küçük kız ne zaman büyüdü? Ne zaman canı acıdı ilk kez? Ne zaman gecelerden korkar oldu? Ne zaman şimşek çakınca ürperdi? Ne zaman ilk hediyesini aldı?
Ne zaman vazgeçti mahallenin tüm çocuklarıyla oynadığı yakan toptan? Ne zaman beştaş oynamaktan bıktı da vakitlerin darlığından şikâyet etmeye başlayacak kadar yaşadı? Ne zaman bir yılkı atının yabanıllığına gizlenmekten vazgeçti de büyüdü içimdeki küçük kız? Küçük kız, ne zaman yaşadığı şehirden gitmeye karar verdi? Şehir neden tekinsiz gelmeye başladı ona bu kadar?
Şimdi karanlıktır/ koyu karanlıktır şehir…
Üstüne inen sadece ölü kuşlar…
Ve bir de çöplüklerde ağlayan martılar!
Hepsi bu!
Hepsi buydu. Gitmek istedi küçük kız! Bir adım, küçük bir adım atmak! Hayatı ıskalamaktan korkar gibi… Hayatın eşiğinden atlamak ister gibi… Tüm gitmeleri diğerlerinden farklıydı içinde, ama bu seferki çok daha farklı, çok daha başka… Bu gitmek, onun sahip olduğu ve olabileceği en farklı ‘gitmek’ olmalıydı. Çünkü biliyordu ki; gitmek için kendinde bu gücü bir daha bulamayabilirdi küçük kız. Kendinde bu gücü bulmayı hiç bu kadar istememişti. Denedi ve başardı. Kendinden korktu. Korkusu içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü… Korkusu yaşadığı şehir oldu. Şehrin ışıkları, şehrin sokakları, şehrin binaları içindeki her yeri kapladı. Şehrin içindeki kız, kızın içindeki şehirle bir oldu utangaç bir mevsime döndü: Yaprakları henüz açmamış çiçekler, tomurcukları patlamamış goncalar… Sadece büyüleyici kokusuyla iç ferahlatan birkaç demet frezya… Hepsi bu!
Ve artık mevsim bahardır adı konulmamış…
Ay sarıya dönmüştür,
Çiçeklerin gülüşleri, aya…
Yüzümü tutup
Ellerimin arasından
Aşağıya
Sözcükler yuvarlıyorum hiç durmadan.
Sesimizde Söyleyemediğimiz Sözcükler
Ne diyordu Cemal Süreya:
“Sesinde ne var biliyor musun
Uykusuz Türkçe var
...
Sesinde ne var biliyor musun
Söylemediğin sözcükler var
...
Sesinde ne var biliyor musun
Söyleyemediğin sözcükler var”
Sesinde ne çok şey vardı küçük kızın, ayaklarını sürüyüp gidemediği bir de bahar…
Keşke bu şehri sevmemek elinde olsaydı! Keşke bu mevsimde bu kadar güzel olmasaydı bu şehir!
Söyle(n)meye başladı küçük kız birden: “Ben büyüdüm ve şehir genişledi. Gözlerimi kamaştıracak kadar büyüdü ışıkları, içimi ürpertecek kadar… Oysa en büyük ürpertilerimi kendime saklardım hep küçükken: Uzun ve karanlık şehirlerarası bir yol, bir sis, bir liman, bir sığınak, bir gemi, bir güverte… Hepsi el yordamıyla bulduğum, sonra içinde kaybolduğum sözcüklerin birkaçı…
Sözcükler, bizi güçlü kılması gerekirken bir zavallıya çeviren acımasız savaş araçları... Bilmem bu yüzden midir, sözcükler canımı çok acıtır oldu! Aslında ne söylediğimizle, aslında ne söylemeye çalıştığımız ve sonuç olarak ne söylediğimiz arasında dağlar kadar fark olduğunda, bu bitimsiz ve çapraşık işlemin hesabını kime vereceğiz, bilmiyorum.
Oysa ben de, İsmet Özel gibi:
‘Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.’
sadece…”
(Şubat 2006, TURUNCU Dergisi)