Menu
ÜSKÜDARLI OLMAK 2
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ÜSKÜDARLI OLMAK 2

ÜSKÜDARLI OLMAK 2



Maziyi tahayyül ederken, muhayyilem beni bir an çağımızdan 300-400 yıl daha eskilere sürüklüyor. İstanbul’un karşı kıyısında, Asya toprakları’nda, üçüncü yerleşim alanı olan aziz Üsküdâr’a. Avrupa’ya ticaret yapmaya gelen Ermeni ve İranlı kervan tüccarlarının başlıca buluşma noktasına. “ Bazılarına göre “Thevenot” yani bir köy, bazılarına göre de “ Le Bruyn” dedikleri “kalabalık nüfuslu ve iyi bir kentin olabileceği gibi her türden dükkânlarla doluydu” denilen sevimli bir 17 yüzyıl beldesine. İşte bu kıyı beldesinin güzel hayaletidir sisler ardından gelerek gözlerim önünde beliren... Bir yanda Ermeni ve İranlıların o yy.da İran’dan başlattıkları kara ticaretiyle gelişen ve daha büyük bir kent olmaya başlayan Üsküdar, öte yanda ise İstanbul...
Robert Mantran’ın dediği gibi,“İstanbul’un da Asya’da bir köprübaşına ihtiyacı vardır”; O da Üsküdar’dır.” Bu semt üç başlı şehrin üçüncü başı olarak gelişmiştir: “İstanbul-Galata-Üsküdâr.” İşte bu düşünceler kalemimden:
“İstanbul İstanbul olalı karşı kıyıya muhtâc, karşı kıyıya takılı bakışları...
Her bir yerinde iç içe m ânâ, her yanda ayrı bir rânâ.”
şeklinde dökülüverdi.
Üsküdâr geçmişten günümüze ticari yönünün yanı sıra, karakteristik yapıların varlığıyla da dâima kendini hissettiren bir belde olmuş. Fakat bir liman değildir. Zira burada hiçbir sığınak bulunmamakta... Bunun dedeniyse Boğaz’ın bu köşesinde yeteri kadar derin bir koyun yer almayışıdır. Ancak çok sonraları, Bağdat demiryolunun ve Haydarpaşa garının yapımıyla birlikte, daha güneyde Üsküdâr ile Kadıköy arasında bir mendirek yapılmış ve bu kesimde bir liman inşası düşünülmüştür.
Konumu onu ticari, uluslar arası ticarete yönelik şehir haline getirmeye çalışsa da madde ve mana dengesini doğru bir teraziye oturtmuş bir beldedir. Ecdâdımız gittikleri her yerde nice hayr kurumları yapıp bizlere yadigâr ve vediâ bırakmışlar. Hayatları tek dünya üzerine kurulmamış bir medeniyetin taşıyıcısı, gönüllerinde yanan kutsal ateşin nuru, her sokağında bir câmi, bir türbe, bir zâviyenin insânı cezbeden buğusudur hala semamızı kaplayan...

İlmin Çevresinde Kurulmuş Şehirler ve Üsküdar:
Her Medeniyetin bir ben idraki, kimlik kodları vardır. Aslında bu kavrama biz daha kapsamlı ve güzel bir isim vermişiz ve adına “medeniyet” demişiz, “kültür” demişiz. Ecdadımız her gittiği beldeye kendi kimliğimizin mührünü vurmuş. Zira hemen her yerde Medeniyetinimizin bir taşıyıcısı olarak yaptırdığı; zahiri ve batini temizlenme ve abudestin sembolü olan bir çeşme ve hamama, ilmin çevresinde şekillenmiş şehir vizyonunu simgeleyen bir mescide rastlamamak ne mümkün.
Dikkatinizi çektiyse “Abdest” demeyip bilinçli olarak abudest şeklinde telaffuz ettim. Zira “Ab” bildiğiniz üzere su manasına geliyor, destse “el”. Abudestse elden gelen temizlik, el almak, eli hakka bağlamak vb. ne çok şeyleri çağrıştırıyor kültürümüzde. Klasikleşmiş bir ritüelin ötesinde, insanı derinlikli olarak düşündüren bir yanı var. Saflaşma, süzülüş, temizleniş, özü buluş gibi... Abudestle başlayan bu zahiri temizliğe, bu saflaşmaya, bu öze dönüşe mescitlerde devam ediyoruz. Sücutlarda, secdelerle özümüzü arıyoruz; yani ayrıldığımız parçayı... Toprağa en yakın olan yerden, secde mahallinden yüceliyoruz. Kul oldukça uruç ediyoruz. Kendi derunumuzdaki namaz bizi alıp kendimizle ve çevremizle buluşturuyor. Zira ecdad her mescidin hemen yanı başında ilim öğrenilen derslikleri yapmış. Her cami aynı zamanda bir ilim ve irfan yuvası... Adeta ilmin etrafında gelişmişliğin nişanesi... Her camiin içinde ilim öğrenilen odalar ve namazdan çıkan mü’minlerin camii çıkışı hemen uğrayabilecekleri arastalar adeta şehircilik açısından da bir inkılaba örnek teşkil ediyor. Bunları aktarırken sözü yine Üsküdar’a getireceğim: Belde de "Azîz Allāh" seslerinin her ezânda hâkimdir olduğu; ben değil biz olmanın, dirsek temasını aksettiren camilerin insanı aşkın boyuta taşıyan mana iklimi, hele de aylardan Ramazân ise, insanı daha farklı, latif bir iklime taşır. Yine bu Mübarek Belde’nin Üsküdâr'a mahsûs güzel emanetlerden olan Üç "Sinan Camiini de hâmil olması ve Kur'ân tilâvetinde kendine has "Üsküdâr Ağzı" diye nam salması da oldukça mânîdârdır.
Hani meşhur bir söz vardır ya “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu ve İstanbul’da yazıldı” diye... Bu söze vesile de çoğunlukla Üsküdar olsa gerektir. Zira “Cami” etrafında “Kur’an” etrafında şekillenmiş bir Medeniyetin Kur’an’a hizmetine mazhar olmuş İstanbul beldesi ve tilavetiyle “Üsküdar ağzı” olarak nam salmış Mübarek Üsküdar beldesi. Yine dünyaca ünlü nice sanat ustaları bu beldeden zuhur etmiş ve ömürlerini Kur’ana hizmet eksininde yan bir hizmet olarak şekillenen hat sanatı, ebru sanatı cilt sanatı şeklinde zuhur etmiştir.
Dünyanın hiçbir medeniyetinde bir milletin alfabesinin sanata dönüşmesi pek vâki değildir. Hattâ buna Japon ve Çin alfabesi de dahildir. Şimdi batıda bizim medeniyetimizden mülhem bir takım kaligrafi denilen çalışmalar ortaya çıkmaya başlamışsa da bunu böylesine bir sanata dönüştüren de ecdadımızdır. Yine sanatlarını nesflerine değil de Allah’a rücu ettirerek mahviyet içerisinde icrâ eden ve boy abesti aldıktan sonra teknesinin başına oturan ebru ustaları, “Yâ Rabbi, senin sıfatlarına rücu ediyorum, suyun üzerine renkleri açarken beni koru, yoksa ben kendimi hâlik sanırım,” diye dua ederlermiş. Böylesine sanatlarında yedi tula sahibi olmuş nice ebru ustaları ve dahi hattatların da Üsküdar Beldesi’nden çıkması da mânidardır. Meselâ, merhum “Mustafa Düzgünman’ın” ebruları dünyaca ün kazanmıştır. Yine halen Hikmet Barutçugil’in ebruları kendi alanında bir tarz oluşturmuştur. Tıpkı Necmeddin Okyay’ın ebruları gibi... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...
Kısacası Kur’ân-ı Kerim’i baş tâcı, hayat pusulası, rehber olarak görmüş hâyrlı bir milletin evlâtları, O’nu en güzel şekilde yazmak çabasıyla “Hat san’atını, süslemek için “Ebru’yu”, ciltlemek için “ciltçiliği” ortaya koymuşlar ve medeniyetlerini Kur’ân ve ilim çevresinde şekillendirmişlerdi. “Ya şimdikiler?” diye bir soru gelebilir aklınıza... Şimdi şehirler neyin çevresinde kurulup şekilleniyor? Bu sorunun cevabını bulmak için sadece grosmarketlere bakmak bile sanırım yeterlidir sanırım. Şimdi şehirler maalesef onların çevresinde oluşuyor ve şekilleniyor. Her Cuma toplanılan camilerin yerini ise şimdi sıkça tavaf edilen grosmarketler vb aldı ne yazık ki...

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle