Gelin mazinin Üsküdar’ını hatırlayalım
Dudaklarımızı bal-u şeker İle tadlandıralım!..
Evet sevgili dostlar, gayemiz bir yabancılaşma derdini daha başımızdan savmak ve dudaklarımızı bal-u şeker ile tatlandırmak.” Çok hoşuma giden bir radyo programının girizgâh cümlesiyle başlamak istedim bu ayki yazıma. Zira hislerime ancak bu girizgâh bir parça olsun tercüman... Arzumuz, geçmişin sokaklarında dolaşmak ve oradan devşirdiğimiz güzellikleri çağımıza taşımak, ayine kılmak, geliştirerek günümüze taşımak. Kimliğimizle, kendimizle buluşmak, buluşturmak... Bizi biz yapan değerleri tanımak... Bu niyetimizi gerçekleştirmede bir nebze de olsa olsa vesile kılınmışsak eğer hamdolsun Mevla’ya diyerek girelim söze. Söz deyince öyle yunus hatırlanmadan geçilmez ki...
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı yal-u bal ede bir söz” sırrına erelim inşaAllah!...
Fethi gören, geçmişte mukaddes topraklara gidecek olan sürre alaylarının ( Hacı namzetlerinin) ilk durağı olmasından dolayı adı “Kâbe toprağı” olarak bilinen Mübarek belde. Anadolu’ya açılan kapı. Aziz Üsküdar! Yoksa ebrunun, hattın, gül’ün ve gülcülüğün tarihî, kutsal mekânı mı demeli. Hangi özelliğini anlatsak mürekkepler yetmez. Yine adı, bu mübarek belde ile özdeşleşen Ahmed Yüksel Özemre Hoca’nın son kitabı “ Hasretini Çektiğim Üsküdar” da anlattığı Miskinler Tekkesi’nde “fukarâ taşı”nı, “sadaka taşı”nı, Müslüman Türk’ü farklı kılan, ona üstün hasletler kazandıran mertliğini, civanmertliğini, cömertliğini, iyilikseverliğini hatırlatmak. Devlet-i Al-i Osman’ın mirasını taşıyabilecek kaplar olabilmek için zarafette, sahavette, ilimde, sanatta, toplum yaşamında kısaca her alanda ayna olsun diye hatırlatmak. Zira kaybettiklerimizi unuttuk. Aslında hafızamızı yitirdik desek daha doğru. Hafızanın sırrı bu değil mi zaten... Unuttuklarımızı hatırlamak... Yitirdiklerimize kavuşmak, kırılma noktalarını onarmak, eksiklerimizi görmek ama reddetmemek... Bu gayelerle toplumsal hafızamızı yeniden kazanalım, uyuyan devi uyandıralım, yıkık, viran, döküntü gibi görünen hazinede neler saklı keşfedelim istiyoruz.
Lakin şunun da idrakindeyiz ki zaman daima ileriye doğru akıyor; geriye değil... Geçmişe aynıyla dönmek terakkinin zıddıdır. Geçmişin güzel hasletlerini, çağın güzellikleriyle tahkim edelim, ecdad ile torun arasında köprü olalım istiyoruz. Unutmayalım dedelerimizi. Hatırda ve zinde tutalım onları. Dede ile torun arasındaki bağı yitirmeyelim. Onların güzel yadigârlarına sahip çıkalım, her şeyden önemlisi millet olarak kendimiz olalım istiyoruz. Batılıların kültürel miras diye sergilediklerini görsek bizim nice zenginlilere sahip olduğumuzu belki daha iyi idrak ederdik. Bu hassasiyetimizden sonra Üsküdar ile ilgili yazmaya, okumaya devam edelim ne dersiniz?
Üsküdar’ın ticari yanı olmakla birlikte tamamen de ticari bir belde değildir demiştim bir önceki yazımda. Zira Üsküdar’da bu ticari yan, diğer yandan karakteristik yapıların varlığıyla belirlenmiştir (R. Mantran, ag.e, s 78): Çok sayıda bolluk içinde çarşılar, Evliya Çelebi’ye göre 11 tane kervansaray (Evliya Çelebi, 475) ki başlıcaları iskelenin yakınındaki 100 oda ve atlar için 100 gözlü, Mihrimah sultan Kervansarayı, aynı adlı caminin yakınındaki 100 “ ocak”lı ve 100 atlık ahırıyla Orta Valide Kervansarayı ve “ lüks bir kervansaray” olan, ekabiran (Önde gelen) ile büyük kimselerin istirahatlarına tahsis olunmuş olan Kösem Valide Kervansarayı’dır. Kervansaraylardan daha küçük ölçekte olmak üzere “ kara ve deniz tüccarları için” hanlar bulunmaktadır, bunlar yolcu ve tacirler için barınak görevi görmektedirler. Bunlara Evliya Çelebi tarafından verilen, 2600 dükkan ile Üsküdar sakinleri arasında, özelikle gemiciler, tayfalar ve zanaatkârları diye zikredilmiş. Fark edilmesi gereken bir husus da Üsküdar’da bedesten olmadığı ve esnafın burada, İstanbul’da olduğu gibi belli yerlerde olmayıp, karışık durumda olduklarıdır. Bu da, bu kentin yerel ticaret düzeyinde büyük bir rolünün olmadığını kanıtlamaktadır (Mantran, A.g.e, s.78-79).
Hasretini Çektiğim Üsküdar adlı eserde, mazideki günlerle ilgili olarak, “Çocukluk ve gençlik günlerimin Üsküdar’ını, hiç kuşkusuz, büyük bir hasretle anıyorum. O günlerin Üsküdar’a has kokuları, sesleri, insanları, zerâfeti, tavırları yok artık ve hattâ o günlerin lodosu bile sahneden çekildi” deniyor ( bkz. s. 36). Okurken hüzünle birlikte ümidi ve satırlara sızan neş’eyi ve akıcılığı da derhal hissediyorsunuz. Onun gönlünde yaşadıklarını siz de yaşamak isteğine kapılıyorsunuz. O günün insanlarıyla buluşmak, kemal sahibi dostları istiyorsunuz. O kamil insanların şehrini özlüyorsunuz.
Yüce mirasları hamil bu beldeyi hatırlarken hangisinden başlamalı. Öncelikle Ebrunun, Hat’tın, gül’ün ve gülcülüğün tarihî, kutsal mekânı mı demeli, yahut o kapanması yüreğimi cızz ettiren canım Attar Dükkanını mı hatırlamalı. Zira Attar dükkanı değil de adeta koca bir devrin, bir kültürel dokusunu ilmik ilmik nakşeden görünmeyen bir üniversitenin üzerine adeta bir kepenk kapatılmış diye düşünsek de Attar dükkanı müdavimleri ve onlardan feyz alanların gönlünde daim yaşayacağını düşünerek teselli buluyoruz. Zira Attar Dükkanı yaşayacak biliyorum. Zira Attar dükkanının, buranın müdavimlerinin gönül evine taşındığını düşünüyorum. Umarım onları sevenlerinin de gönüllerinde yeşerir ve Attar dükkanının mirası yeniden şem’a/kandil olup tutuşturur cihanı. Bir yazımda da inşaAllah bu mübarek mekana da değineceğim.
Bu hüzünden bir parça uzaklaşalım ve Üsküdar’ın güzelliklerinden söz ederek dudaklarımızı bir parça olsun bal-u şeker ile tatlandıralım deyip yola koyulurken bakalım bu çıkış bizi hangi satırlara taşıyacak ve hayalimiz nerelerde dolaşacak:
“İlkbaharda ve yazın Üsküdar sokaklarında akasyalar, erguvanlar, mimozalar, ıhlamurlar, aylandızlar açar; bahçelerin duvarlarından sokaklara asmalar ve mor salkımlar sarkardı diye tasvir ettiği, Hemen hemen her evin bahçesinde özenle yetiştirilen gül, yabangülü, ortanca karanfil, papatya, filbahri, hanımeli, begonya, boru çiçeği, akşamsefası, şebboy, sardunya, aslanağzı, fesleğen ve hercaî menekşe bulunurdu diye naklettiği Baharda konakların bahçelerinden yükselen şebboy kokuları, pencerelerin önündeki karanfillerin ve sadunyaların kokularıyla cümbüş ederdi dediği, Toygartepesi’ndeki Necmeddin Okyay Hoca’nın ve Doğancılar Sümbülzâde Sokağı’nda Şekerci Güzel Hasan Alptekin’in evlerinin civârından geçenler, bu zevâtın gülistanlarından yükselen gül kokularıyla mest olurlardı”; diye naklettiği sokaklarda iz sürerken yolumuz saraylara, kasırlara düştü. Beylerbeyi Sarayı’na, Adile Sultan Kasrı’na ve Sarayı’na gitmeden saraylar üzerinde de üç beş kelam etmeden edemeyeceğim.
Üsküdar Sarayın Damgasını Taşır, Saraylıdır.
“Beldeye şekil veren: "Saray'ın damgası"dır;
Üsküdâr, İstanbul'da mekÄnların asıdır.”
(A.Y.Özemre, Hasretini Çektiğim Üsküdar, s. 222)
İhtişamı zarafet ile buluşturan, yüksek bir medeniyetin merkezi koca şehir İstanbul ve sarayın mührünü taşıyan Aziz Üsküdar!
Burası aynı zamanda saraylar kenti de. Beldeye "Saray'ın damgası" şekil veriyor. Padişahlın burada çok güzel bir sarayı var ve İstanbul’un önemli ailelerinin temsilcilerinin çoğu buraya çok sayıda saraylar yaptırmışlardır zira. Yine sultanlar eşleri, kız kardeşleri veya anneleri için de birçok kasır yaptırmışlar.
Eski Üsküdar sakinlerinin yaşamında Osmanlı saray teşrifâtı, âdâb ve erkânınının en canlı hâlleriyle toplum hayatına sinmiş olduğunu anlıyoruz. Karşılıklı selâmlaşmalar, hâl hatır sormalar, iyilik temennileri ve dualar bir ibadet neşvesi içinde yapılıyor. Zira geçmişte pek çok padişah eşleri için veya yazlık mesire olarak bu belde de 25 civarında saray yaptırmış. Bu nedenle saray görgüsü beldeye sinmiş, örnek olmuş. Ayrıca sarayda görevli paşaların bir kısmının konaklarının da bu beldede olması onlar aracılığıyla sarayın zarafetinin beldeye taşınmasına da örnek olmuş.
Selatin camlerii ve imaretleri, köşkleri ve konaklarıyla saray/payitaht bu beldeye mührünü vurmuş. Buraya gelen saray erkanı sarayın kültürünü de beldeye ziyadesiyle taşımış görünüyor.
Şimdi durağımız Beylerbeyi Sarayı, fakat bakıyorum da satırlarım hayli ziyadeleşmiş. Önümüzdeki sayıda Üsküdar Sarayları’ndaki molamızda buluşmak, yakınlık dilini bulmak, bir yabancılaşmanın daha önüne geçebilmek ve dudaklarımızı bal-u şeker ile tatlandırmak dileğiyle hoşça kalın, hoşça bakın zatınıza efendim!
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.