Menu
TÜRKÇE BİLMEDEN ŞİİRDE ÇIĞIR AÇMAYA YELTENMEK
Deneme/İnceleme/Eleştiri • TÜRKÇE BİLMEDEN ŞİİRDE ÇIĞIR AÇMAYA YELTENMEK

TÜRKÇE BİLMEDEN ŞİİRDE ÇIĞIR AÇMAYA YELTENMEK



     Türkçe yazılan şiirin, taşıdığı zindelik ve zenginliğin görünür kılınmasını, aktüel ve entelektüel ilgileri boşlamayarak hayata ve insana daha fazla sokulmasını, sahici ve nitelikli arayışlara yönelmesini, çıtayı yükselterek kavileşmesini engelleyen iki yaklaşımdan söz edilebilir sanırım.

  Bunların ilki, edebiyat dışı ilgilerin ve doğallıktan uzak yenilik arayışlarının tazyikiyle, işi mevcut şiirin adeta genetiğiyle oynamaya kadar vardıran avangart ve hoppaca tutumdur. Belirgin bir gerekçesi ve yörüngesi olmayan bu tutumda, şiire küresel ve kirli bir dış dünya giydirilmektedir adeta. Şiir bir nesne konumuna indirgenmekte, sindirilip özümsenmemiş ve gelgeç özellikleri aşamamış müdahaleler nedeniyle, kendine özgü kaliteleri bakımından da ucu her yöne açık bir yabancılaşmaya, hırpalanmaya maruz bırakılmaktadır.

  İkinci sıkıntı, dil konusunda karşımıza çıkmaktadır.

  Türkçesi dökülen bir yazarın Nobel Edebiyat Ödülü’ne dek uzanması, kimilerinde, şiir alanında da başka hünerlerin daha çok işe yaradığı hatta daha önemli olduğu kanısını uyandırmış görünmektedir.

  Onlarca, yüzlerce örnek eşliğinde gösterilebilecek; hatta yüzeysel bir tarazlamayla bile mevcudiyeti kanıtlanabilecek bir tablodur bu.

  Türkçe yazılan şiir, onca sıkıntının yanı sıra, bir dil sorunu, dillendirme sorunu, dile getirme sorunu, dil bilmeme sorunu, dilsizlik sorunu, yanlış ya da yabancı bir dille konuşmaya zorlanma sorunu yaşamaktadır. Üstelik bunun üstü örtülmekte, yapılanlar görmezlikten gelinmekte ya da başka değer yargılarına hamledilerek geçiştirilmektedir. Dahası müptezelliğin, goygoyculuğun, kirlenmenin bin türlüsüne imza atanlar, ortalama bir dil bilgisine ve kompozisyon bilincine sahip olmayanlar, şiirde çığır açtıkları vehmiyle böbürlenip durmaktadırlar.

 

  Şiir, ıkınıp sıkınmaktadır.

  Şiir, kendisine zorla / zorbaca giydirilen bir anlatım kaosu içinde hafakanlar geçirmekte; boğazına sarılan eller yüzünden kem küm etmeye zorlanmaktadır.

  Şiir; dil yanlışlarının, anlatım bozukluklarının en çok görüldüğü bir yazınsal tür olmaya doğru sürüklenmektedir.

  Üstelik bu durum, kimi dergiler eliyle adeta önerilmekte, özendirilmektedir. Köşe başlarını tuttuklarını vehmedenlerin de himmetiyle genelgeçer bir tutum olmaya doğru evrilmekte; şiire yeni yeni heveslenenleri de daha yolun başında tereddütte bırakıp zehirlemektedir. Dile, anlatıma özen göstermek; “temiz”, “güzel” ve gıllıgışsız bir dille yazmak da adeta küçümsenmekte, cezalandırılmaktadır.

  Şiirin hımbıl ve pörsümüş atlasını zenginleştirip havalandırmaya matuf emeklere, bilinçli arayışlara, bir gerekçesi olan yenilik ve zindelik çabalarına sözümüz yok elbette. Ancak “Şiir çıkmazdadır; çünkü insan çıkmazdadır.” yargısının sadece ilk kısmı üzerinde yoğunlaşarak yola çıkanların çoğu, işin kolayına kaçarak, dili mıncıklamakta bulmaktadırlar çareyi. Son çözümlemede, yenilgi psikolojisinin getirdiği bir yöneliştir bu. Yalnızlıktan, yabancılaşmadan, savrulmalardan, büyük kentlerdeki dilsizlikten, iletişim alanındaki yozluktan güç alarak ilerlemeye çalışmak; şiire anlatım ve içerik bakımından bir diriliş aşısı getirmeyi önemseyen arayışları da edebiyatın taşrasına itme olumsuzluğuyla bütünleşmektedir. Oysa şiir yazmak; bölünmenin, şizofreninin de ilacı olabilecek bir olanaklar manzumesini içkin bir etkinliktir.

  Dillerin çeşitli nedenlerle birbirinden kopan; hatta birbirine küsen serüveni her şeye rağmen yine o büyük ve değerli okyanusa, “küçük âlem” dediğimiz insana açılarak bir anlam dizgesine kavuşturulabilir.

  Evimize ve eğnimize olduğu kadar dilimize ve dile getirdiklerimize de sırnaşan / tebelleş olan modern ve mekanik saldırı, şiirin önünde süngülerini düşürme telaşından uzaklaşmış görünüyor artık. Dilini çevreleyen, bilincine tüneyen kirliliği göremeyen, görmek de istemeyen insanların kesafeti; bir namus nişanesi gibi özenle sakladığımız, üzerine titreyerek korumaya, biriktirmeye / berkitmeye çalıştığımız umudumuzun bile köküne kibrit suyu dökmeye yelteniyor. Dimağına pelesenk olan o geniş ağızlı ve murdar mağaradan kurtulmak isteyenlerin de çığlığı revan olmuyor, yola koyulmuyor, yankı bulmuyor ne yazık ki.

  Oysa dil, en çok şiirle bulur yitirdiklerini.

  Henüz insandan söz edilebilen her yerde, o sevimli kalkanını en çok şiire yaslanarak onaran direngen bir güzelliği vardır dilin.

  Şairin insanı tüketen, kaybeden, çirkinleştiren bir tutumla değil de arayan, işaret eden, silkeleyen bir zindelik eşliğinde yola düşmesi neden küçümsenecek bir çaba olsun? Değer atfedilmesi gereken şiir, tüketim toplumunun anti-maddesi yahut panzehiri olarak açımlanan bir dil bilincinin armağanıdır bu bağlamda.

  Şiiri, sözün yılışık ve debdebeli kulesine hapsedenler de dilinin kilerinde küflendirenler de şiire eziyet etmektedirler. İnsanda sahici bir karşılık oluşturmak isteyen şair; dimağını ve sözlüğünü arındırmalıdır. Dilini çözmeyi önemsemeli ve zulûmatı terk etmelidir.

  Heybesindeki zehiri, ağuyu dökmeli; asmaların, tasmaların ve yosmaların koynundan çıkarak konuşmayı denemelidir.