“19. yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, yazarının, edebiyat tarihçisi olarak da önemini ortaya koyan bir çalışmadır ve şu ana kadar aşılamamış durumdadır.” diyor Ahmet Oktay, Tanpınar’ın edebiyat tarihi için.
Tanzimat Fermanı’nın ilanının 100. yıldönümü dolayısıyla 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde son çağ Türk edebiyatını incelemek amacıyla Yeni Türk Edebiyatı kürsüsü kurulur. Bu kürsünün başına getirilen Tanpınar, alanında çok farklı bir çalışma olarak kabul edilen bu yapıtını büyük ölçüde bu görevde bulunmasına borçludur. Sanatından çaldığı zamanı, sanatçı kişiliğinin getirdiği avantaj ve inceliklerle harmanlayarak, üniversite hocalığının ve okumalarının kazandırdığı önemli birikimi, devamı gelmediği için hayıflanılan bu yapıtına teksif eder.
“Yeni bir duyuş, düşünüş ve anlatış tarzının, yeni bir dünya ve tabiat görüşünün ve insan anlayışının geldiği” sancılı bir dönemin edebiyatına, onu doğuran arka planı da ihmal etmeden bakan bir yaklaşım söz konusudur kitapta. Ülke insanında başlayan bir buhranın, yeni ufuklar ve değerler etrafında yavaş yavaş kurulan bir iç düzenin tarihidir bu aynı zamanda. Yazarının, olguların derinliklerine nüfuz eden kavrayışı, şaşırtıcı dikkatleri, açtığı tartışma başlıkları, parlak üslubu onu sıradan bir edebiyat tarihinin çok ötesine taşımaktadır kuşkusuz. Yapıt, aynı zamanda, bireysel anlayışın, çok yönlü bir çalışma sonucunda kazanılan öznel zevkin, okumada ve değerlendirmedeki önemini de ortaya koymaktadır.
1949’da yayımlanan, düzeltme ve ilavelerle 1956’da ikinci baskısı yapılan bu yapıta; tek ve belirgin bir yönteme bağlı kalınmadan yazılmış yeni bir anlayışın ürünü olarak bakmak gerekir. Önsözünde Brunetiere’in türlerin gelişmesi, Thibaudet’nin nesiller, Taine’in zaman ve çevre teorilerinden yararlandığını dile getiren yazar, aslında bütün bu teorilerin edebiyat tarihine ancak bir giriş kapısı teşkil ettiğini, daha sonra tarihin ve konuların gereğinin kendini duyurmaya başladığını söyler. Böylece Tanpınar’ın, Tanzimat’tan ancak 1885’lere kadar gelen dar bir zaman çerçevesine sıkıştırdığı yapıtının özgünlüğü belirir. Zaman, mekân, çevre, ırk, ekol, kültür, medeniyet gibi faktörlerin hepsi veya her biri sanatkârın ve yapıtının oluşumunda farklı roller oynar. Sınırlandırılmamış bir yöntem anlayışı, bu rolleri, yapıtın ve çalışmanın doğal akışı içinde belirleyecektir.
Yapıtın başında, Divan şiirinin de kendi koşulları içinde estetik bir yapısı olduğunu ortaya koyan ve eski edebiyatı içeriden eleştiren, Türk edebiyat tarihinde bu konuyla ilgili yeni ve farklı bir yorum olduğu kabul edilen oldukça uzun bir giriş yer almaktadır. Bu yazıda kuşkusuz kimi yanılgılar, eksik ve taraflı değerlendirmeler; hatta yazıldığı dönemden ve Tek Parti zihniyetinden izler taşıyan keskin ve tartışmaya açık hükümler bulunmaktadır. Ancak bu yazı, o dönemde, Divan edebiyatı üzerinden eski kültür ve sanat değerlerine uluorta saldıran önyargılı akademisyen ve yorumcuların yazıp çizdikleriyle kıyaslandığında, daha insaflı, derinlikli ve isabetli görüşler içermektedir. Anlatım yönünden de bir deneme tadına, çoğu kere öznel fakat etkileyici bir edaya sahiptir.
Bu uzun ve cerbezeli girişten sonra, Lâle Devri’nden başlayıp Tanzimat’a kadar uzanan Batılılaşma hareketlerinin ele alındığı bir bölüm gelmektedir. Garplılaşma Hareketlerine Umumî Bir Bakış adlı bu bölümde medeniyet-edebiyat ilişkilerine dikkatleri çeker Tanpınar.
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk Edebiyatı başlığını taşıyan birinci bölümde, yine farklı sayılabilecek görüş ve yorumlarla bu yüzyılın ilk yarısındaki geleneksel edebiyat örnekleri incelenir. Tanzimat’a yakın yıllarda varlığını bir şekilde devam ettiren Divan ve Halk şiiriyle nesri üzerinde de durur yazar. Divan ve Halk şiiri üzerine yorumları, daha sonraki yenilikçi yargıların temellendirilmesi konusunda gerekli ve önemli bir giriş özelliği taşır.
Daha sonra ikinci bölüm olarak Tanzimat Seneleri gelir. Burada önce Tanzimat’ın ilanını takip eden yıllarda değişen yaşam koşulları, “kalem” adıyla Batı’ya açılan dairelerle Batı’dan giren yeni türler çevresinde dönemin siyasal, kültürel ve edebi atmosferi ele alınır. Tanpınar; Batı’dan ilk edebi çevirilerin başladığı 1859 yılıyla Makber’in yayımlandığı 1885 yılları arasında biçimlenen edebiyatın, hiçbir dönemde görülemeyecek kadar sosyal ve düşünsel bir karakter taşıdığını belirtmektedir. Ona göre doğal koşullarda sadece zevkin ve bireyin ifadesi olan sanat eserinin önemi, bu yıllar arasında birdenbire büyür ve toplum için çok kapsamlı bir anlam kazanır.
Bu bölümün hemen arkasından Yeniliğin Üç Büyük Muharriri başlığı altında Ahmed Cevdet Paşa, Münif Paşa ve özellikle de Şinasi üzerinde durulur. Dönemin siyasal havasını daha sağlıklı ve bütüncül bir biçimde yansıtabilmek için Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni bağımsız bir başlık altında gözden geçiren Tanpınar, yine bu kısımda Ali Suavi’yi ele aldıktan sonra Nevilerin Gelişmesi başlığı altında gazete ve gazetecilikle şiir, tiyatro, hikâye, roman, tenkit ve deneme türlerinin kültür ve edebiyat hayatımıza girmesini ve gelişmesini inceler.
Kitabın bundan sonraki bölümü, yapıtları ve düşünceleriyle bütün bir Tanzimat dönemini meydana getiren belli başlı şahsiyetler ve onların yapıtları üzerinde yoğunlaşır. Edebiyatla medeniyet ilişkisi; dönemin siyasal ve kültürel hayatı arasındaki ilgi ve bağlar yine göz ardı edilmez. Bu son bölümde; biyografileriyle birlikte yapıtları, edebi ve düşünsel yönleriyle Ziya Paşa’dan başlayarak Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi, Recaizade Mahmud Ekrem, Abdülhak Hâmid ve Muallim Naci ele alınır. Edebi şahsiyetlerin değerlendirilmesinde ve bir kategoriye sokulmasında da diğer edebiyat tarihlerinden ayrı bir yol tutulur. Tanpınar’ın edebiyat tarihi, bir taraftan şahsiyetleri birbirine yaklaştıran bağları keşfederken, türlerin gelişmesini de kitap boyunca bir fon konusu olarak takip eder.
Kitabın YKY’deki yeni baskılarını büyük bir dikkat ve titizlikle yayıma hazırlayan Abdullah Uçman’ın, Kitap Üzerine Birkaç Söz’de, kitapla ilgili temel saptaması da onun özgünlüğünde yoğunlaşmaktadır:
“Tanpınar eserini tamamen kendine özgü bir bakış açısı ve üslupla kaleme almıştır. Biyografik mahiyette kuru bir bilgi veya belge yığınından ziyade, edebi eserle devir ve o eseri ortaya koyan şahsiyet arasındaki ilişki göz önünde tutularak incelenen şahsiyetlerin devrin siyasi, edebi ve estetik açıdan da değerlendirildiği kitabın hemen her satırında Tanpınar’ın ilmi olmaktan çok sanatkârane yorumları ve üslubu dikkati çekmektedir.”
“Edebiyat tarihi” denilen olgu, M. Kayahan Özgül’ün yerinde belirlemesiyle, seçme taşlarla biçimlendirilen bir mozaiğe benzetilebilir. Edip yaratır, edebiyatçı inceler ve yorumlar, eleştirmen eler ve seçer, edebiyat tarihçisi parçaları yerli yerine oturtup aralarının harcını doldurur. Bir dönemin, bir kuşağın, bir akımın edebiyat tarihinin yazılabilmesi için; o dönem, kuşak ya da akımın sona ermesi, çalkantılarının bitmesi beklenir genellikle. Etkilerinin, getirdiklerinin ve götürdüklerinin dışarıdan, soğukkanlılıkla yorumlanabilmesi için, hiç değilse yarım yüzyıla yakın bir sürenin geçişini gözlemek, yazılı olmayan bir ilke hâline gelmiştir adeta.
Tanpınar’ın yapıtını farklı kılan fakat aynı zamanda ona çekinceyle yaklaşılmasına neden olan özelliklerden biri; şair, romancı, hikâyeci olarak da ünlenen bir sanatçı tarafından kaleme alınmış olmasıdır kuşkusuz. Bir sanatçının, aynı zamanda ehliyetli, titiz, soğukkanlı bir sanat tarihçisi olabileceğini kabul etme noktasında ister istemez bazı tereddütler söz konusu olmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, daha önce geçtiği üzere, 1939’da üniversitede ve edebiyat dünyasında epeyce çalkantılara neden olan bir kararla Hasan Âli Yücel tarafından Yeni Türk Edebiyatı kürsüsüne profesör olarak atanmıştır. Tanpınar; kürsüyü oluşturacak kadrosunu şekillendirmek ve aynı zamanda Tanzimat sonrası Türk edebiyatının tarihini yazmak durumunda kalacaktır. Önünde bulunan örnekler ümit verici ve yeterli değildir. Cumhuriyet Türkiye’sinin, İsmail Habip Sevük’ten başlayarak yazılmış olan ve Tanzimat sonrasını anlatan edebiyat tarihlerinin neredeyse tamamı maddi hatalarla doludur ve hepsi de çeşitli yönlerden şiddetle eleştirilmiştir. Üstelik Tanpınar, üniversitenin gereksindiği konformizme de bir edebiyat tarihi yazmak için gerekli ilmî disipline de tahammül edebilecek bir mizaca sahip değildir.
Tanpınar, yavaş yavaş kendini değiştirmeye ve edebiyat tarihine ilgi duymaya başlar. Hocalığının ilk yıllarında yaptığı bazı konuşmalar ve kimi ansiklopedilere yazdığı maddeler onu cesaretlendirir. Kaynaklarını belirler, danışılacak isimleri düşünür. Aynı zamanda Mükrimin Halil, İbnülemin Mahmud Kemal ve asistanı Mehmet Kaplan gibi üç önemli yardımcısı vardır. Fakültedeki öğrenciliğinden beri arkadaşı olan Mükrimin Halil, Tanpınar’ın yenileşme tarihindeki eksiklerini tamamlamaktadır. Yeni tanıştığı İbnülemin Mahmud Kemal, edebiyat tarihindeki bilgisini ikmal etmektedir. Asistanı Kaplan ise, kaynak araştırmalarını ve periyodik taramalarını üstlenmiştir.
Bu arada askere giden ve çalışmalarından uzaklaşan Tanpınar, dedikoduların da etkisiyle Hasan Âli Yücel tarafından bir edebiyat tarihi yazması için sıkıştırılır. Nitekim Mehmet Kaplan, o yıllarda kimi dostlarına yazdığı mektuplarda, Tanpınar’ın tembelliğinden ve bütün malzemeyi kendisinin toplamak zorunda kalmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.
Konu üzerinde tekrar çalışmaya başlayan yazarın, edebiyat tarihini iki cilt ve üç fasıl olarak tasarladığı anlaşılmaktadır. M. Kayahan Özgül bu konudaki şunları söylemektedir: “Anlaşılan o ki, ilk cilt birinci fasıl olarak garplılaşma hareketlerinden Ekrem - Hâmid nesline kadar, ikinci cilt ikinci fasıl Beşir Fuad’dan ve Nabizade Nâzım’dan Servet-i Fünun’a kadar gelecek; sonuncu fasıl ise Servet-i Fünun ve ötesini ele alacaktır. Bu maksatla ciddi bir okuma programı belirler ve devre ait okumalarına Ahmed Cevdet Paşa’dan başlar.”
Tanpınar, bu arada, edebiyat tarihinin nasıl yazılması gerektiğini öğrenebileceği kaynak ve örnekleri de okumaktadır. Lanson’un ve onun ülkedeki en tutarlı takipçisi sayılan Fuat Köprülü’nün metodik çalışmalarını incelediği, Alman edebiyat tarihçilerinden Petersen ile Wechssler’in kitaplarını gördüğü, Albert Thibaudet’den şekilsel olarak yararlandığı, Brunetiere’in türlerin gelişimi ile Taine’in zaman ve muhit hakkındaki düşüncelerinden esinlendiği söylenebilir. Tanpınar, metot konusunda çok seyyal kaldığını bizzat kendisi dile getirmektedir. Edebiyat tarihi yazımında, belirli koşulların, kronoloji ve vesikaların ihmal edilmemesi dışında, metodun daha çok konunun emri ve telkiniyle biçimlendiğini belirtir yazar:
“... Kaldı ki bütün bu nazariyeler ancak bir giriş kapısı olabilirler; o kapıdan girilir girilmez tarihin ve konunun icapları kendilerini duyurmaya başlar. Bu icapları muayyen bir nazariyenin çerçevesinde tutabilmek için vakıaları lüzumundan fazla zorlamak gerekir; elimizden geldiği kadar bundan sakınmaya çalıştık. Unutmayalım ki nesil, edebî zümre ve hareket, zaman, muhit ve ırk, edebî nevi ve sanatkârın kendisi, beraberce mevcut olan şeylerdir.”
Bir sanatçının yaratılarını, biyografisiyle ve yaşadığı dönemle tamamen örtüştürmek kimi risklere kapı açacaktır kuşkusuz. Nitekim bir dönem fazlasıyla rağbet gören ve devir-şahıs-eser üçgenini merkeze alan yaklaşım da eleştirilmiş, yanılgılara yol açabileceği dile getirilmiştir. Çalışırken bu sıkıntıyı hisseden fakat biyografilere yer vermek zorunda kalan Tanpınar, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
“İçtimai karakter ne kadar kuvvetli olursa olsun bir edebî eser her şeyden evvel kendisidir ve getirdiği duygu, görüş ve düşünüş yüküdür. Biz onu ister istemez kendi hudutları içinde bir vakıa olarak alırken devriyle yaptığı konuşmayı da ihmal etmemeye çalıştık. Sanatkârların hayatı üzerinde fazla durmamızın sebebi de konuşmanın şartlarını açıkça belirlemekti.”
Tanpınar’ın tarihsel perspektife, sanatçının yaşadığı / yapıtın oluştuğu çağın kesitlenmesine fazlasıyla önem verdiği söylenebilir. Yazar, sosyal değişme ve buhranları, nedenleriyle birlikte göstermeye, yeni ile eskinin her adımda karşılaşması kadar önem vermektedir. Bunu, pek az edebiyat ya da sanat tarihçisinde görülen bir donanımla gerçekleştirdiği de belirtilmesi gereken bir gerçektir. Bu yaklaşım biçimini diğer yapıtlarında görmek de mümkündür. Yahya Kemal’i, onunla aynı dönemde yaşayan Ahmet Haşim’i, Yakup Kadri’yi hatta Tevfik Fikret’i ele alırken de alabildiğine çarpıcı, köktenci ölçütler getirir Tanpınar. Her birini dip bölgelerindeki “ağrı”da yakalayıp, yaşadıkları trajiği en tutumlu imgelerle verme çabasında gibidir. Belli bir mesafeye gerilip üzerine yorum geliştirdiği kişilere kendi öznelliği içinde -bir tür denge kaygısıyla- nesnelleştiği görülür. Yeri gelmişken şunu da söylemek gerekir ki süreğen bir şair hissiyatıyla çalışan yazar, düzyazıya şiirinin metafor gücünü armağan etmiştir. Tanpınar’da sürekli büyük bir şair beklemiş; ama şiir yerinde duramayıp düzyazıya uzanmıştır. Onu zenginleştiren ve farklı kılan bu özelliği, kendisiyle aynı rakıma sahip olmanın hayli uzağında kalan çağdaşı yorumcuların yazdıklarıyla kıyaslandığında daha iyi anlaşılacaktır.
Bütün bir edebiyat geleneğini elden geçirmesi, sorgulayıp hesaba çekmesi kadar, dikkatlice bakıldığında Türkçe yazmanın sorunları, anlamı ve yolları üzerinde de düşünmektedir Tanpınar. Herhangi bir sanatçıdan söz ederken baktığı şey biraz da sanatçının kelime seçimi, kelimeye verdiği önem, dille ne yaptığı, ondan ‘güzel kelimeyi yerli yerine koymak’tan başka bir şey anlayıp anlamadığıdır. Kitabının girişinde eski şiiri değerlendirirken bu bağlamda tartışmaya açık fakat o dönemin koşullarında ciddi ve ilginç sayılabilecek görüşler ileri sürer:
“Eski şiirin paradoksal tarafı son derece kelimeci olmasına ve baştan aşağı kelime zevkinin idare etmesine rağmen hakikî dil zevkine bir türlü varamamasıdır. Bu yarı yolda kalışın bir sebebi, Türkçenin mazbut bir lügatinin yapılmayışı ise, öbür sebeplerinden biri de şüphesiz şiirimizin üzerinde vuzuhla konuşan eserlerin yokluğudur. Filhakika eski edebiyatımız üzerinde, kendi devrinde yazılmış ve onun meselelerini dikkatle ele alan hiçbir esere tesadüf edilmez. Halbuki İslâm kültüründe bunun örnekleri vardı...”
Edebiyat tarihinin tasarlanan ilk cildinin ilk faslı, ısmarlanışından on yıl sonra 1949 yılında basılmıştır. Kitapla ilgili olarak, ya hakkında sürekli tartışıp konuşmak ya da söyledikleri karşısında susup kalmak şeklinde özetlenebilecek iki ayrı hissiyat öne çıkar. Böyle bir kitabı büyük bir heyecanla övmek kolaydır; fakat itidal ve soğukkanlılık eşliğinde eleştirmek zordur. Ancak şu kadarını söylemek mümkündür ki verilen bilgilerin ve varılan hükümlerin sağlamlık ve zindeliği esas alındığında, Tanpınar’ın kitabı o tarihlere kadar yazılan ve aynı dönemi ele alan yapıtların hepsinden daha güçlü ve özgündür.
Tanpınar, akademik birikimine ve araştırmalarına bağlı kalarak yazdıklarından çok, bir sanatçı duyargasıyla yaptığı değerlendirmelerde daha başarılıdır. Hakkında pek çok kaynak bulunan ve hüküm vermede zorlanmayacağı sanatçıları değerlendirirken kendini büyük bir dikkatle sınırlandıran yazar; klasik edebiyat için kaleme aldığı giriş yazısında birkaç dize ya da beyitten enginlere açılır ve kayıttan, vesikadan çok bir hassasiyet denizinde alabildiğine ilerler. Hiçbir yazma esere ve vesikaya el atmaz, kaynak adı anmaz. Bu yüzden eleştirilecek, hüküm sertliğindeki kimi yorum ve iddiaları itirazlara yol açacaktır. Kitabın ikinci baskısına yazdığı önsözde bu sıkıntının izdüşümlerini görmek mümkündür:
“Muharrir, gerek bu girişte gerek kitabın bütününde, bazı hüküm ve kanaatlerinde fazla yeni görülebilir. Hakikatte ise bu hüküm ve iddialar sadece tenkide arz edilmiş tekliflerdir. Dikkatlerimiz bazı meselelerin münakaşa sahasına girmesine yardım ederse kitap, bizce, vazifesini yapmış olur.”
Kitap, süreç içerisinde farklı eleştirilerden de nasibini alır. Yeni eleştiriler daha çok tarih ve bibliyografya hatalarıyla ilgilidir. Tanpınar, yöneltilen eleştirilere teker teker cevap vermek yerine, kitabın ikinci baskısını yapmayı ve bu esnada da bütün metni baştan sona tashih etmeyi kararlaştırır. Bu amaçla, birinci cildin zaman çerçevesini hakkıyla doldurabilmek için Ahmed Midhat Efendi gibi bazı edebiyatçılar eklenir. Artık bir profesör olan Mehmet Kaplan’la birçok problem günlerce tartışılır, o Avrupa’ya gidince yerini Turan Alptekin alır. Bu arada, kitabın değerini ve farklılığını oldukça artıran bir “Giriş” kaleme alınır. Öte yandan kitabın ikinci cildi için birkaç yıl okuma ve fişleme yapar yazar.
Kitabın ikinci baskısı için yapılan düzeltme ve eklemeler yeterli olmayacak, kimi maddi hatalar ve sanatçının artist muhayyilesine hamledilen bazı yanlış belirlemeler devam edecektir. M. Kayahan Özgül’ün, kitapla ilgili Hece’nin özel sayısında yayımlanan değerlendirmesinde, bu tür irili ufaklı hataların kimilerine dikkat ve isabetle değindiğini hatırlatmakta yarar var. Nitekim kitabın Ekim 2007’de yapılan baskısında, Abdullah Uçman takdir edilmesi gereken bir bilimsel titizlikle hataları en aza indirmiş, yapıtın sonuna bir bibliyografya ve indeks eklemiş ve kitabın işlevselliğini artıracak küçük ekleme ve düzeltmeler de yapmıştır.
Yaşadığı dönemde sükût süikastine uğrayan, ilgi görmediğinden, okunup tartışılmadığından sürekli yakınan Tanpınar’ın bu kitabı, ilginçtir ki yazılışının üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ aşılamamış bir kaynak olmasıyla gecikmiş bir intikam anıtı gibi yükselmekte ve yazarını da yaşatmaya devam etmektedir.
NOTLAR:
1 Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yayıma Hazırlayan: Abdullah Uçman, YKY, İstanbul 2007
2 M. Kayahan Özgül, Edib Tanpınar’dan Edebiyat Tarihçisi Tanpınar’a, Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Hece, nr. 61, Ankara 2006
3 M. Orhan Okay, Şiirler, Romanlar ve Akademik Yorgunluklar Arasında On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı tarihi, Toplumbilim, nr. 20
4 Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923 - 1950, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993
5 Turan Alptekin, Ahmet Hamdi Tanpınar / Bir Kültür, Bir İnsan, İletişim Yayınları, İstanbul 2001
6 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul 1983
7 Abdullah Uçman - Handan İnci, “Bir Gül Bu Karanlıklarda”: Tanpınar Üzerine Yazılar, Kitabevi, İstanbul 2002