İnsanlık tarihi arayışın da tarihidir. Destan çağları, nihayetinde görsel bir çağa vardı. İnsanın arayışı, onu nereye götürmüşse, edebiyat da orada şekillenmiş, oradan üretilmiştir.
Kültür ve zaman ile bunlarla aynı dönemde ortaya çıkan edebiyatı ayrı ayrı değerlendirmek mümkün değil. Çağdan çağa geçişlerde edebiyatın da kendine özgü bir süreç ve dönüşüm yaşadığı ortada. Zihnini efsanelerin, destanların şekillendirdiği sözlü kültürün en saf ortamını soluyan edebiyatın netliği, ne dediği keskin bir kesinlik de taşıdı.
İnsanın zaman içindeki serüveni, edebiyatında yeni kapılardan geçmesi demek oldu.
Eski dönemlerin zihni duyuşu besleyen, edebiyatta da etkisini hissettiren destanlar, efsaneler, masallar farklı bir evren sunuyordu. Hız çağı, yalnızca hızlı değişim ve yenileşmeyi getirmedi; bilimsel bakış, modern bakışın diğer egemen unsurları zamana yayılmış bir kırılmalar silsilesini de getirdi.
Masal ve destanlar dünyasının insanları, gerçeklikle ilgisiz görülebilecek ürünlerini ortaya koyarlarken, dönemleri içinde hiç de yadırganmadılar. Periler, devler, cüceler, hatta kendi alanında Yunan Tanrıları... aslında tümünün bir şekilde çok da bilinmeyen, keşfedilmemiş dünyanın başka yerlerinde olabileceği düşüncesinin de taşındığını tahmin etmek zor değil. Belki bahsettiğim masalsı öğelere, simgesel anlamlar yükleniyordu. Belki bu masal imgelerine kendi hayatlarını düzenleyecek, ibretler alınacak anlatılar olarak bakılıyordu. Öyle ya da böyle, bir şekilde insanın algı sınırlarının dışında bir dünya ile teması sağlanıyordu bu zihin evreninde. Gördüğünün, duyduğunun dışında bambaşka alemlerle kurulan irtibat belki gereksiz korkular da çıkarıyordu; ama şu var ki, bu dünyanın eserlerini okumaya, anlatmaya, dinlemeye devam ediyoruz.
Ne değişti, sorusu aslında kırılma noktasında bir cevap sunuyor. Değişen insanoğlunun soyut olan ‘şey’ler ile irtibatının minimize ederek, gördüklerini ve duyduklarını esas olmasıdır. Modernleşme sonucu gelen bilimselliğin katı bakışı bu gün zihin evrenini çizgi filmler ile, fantastik eserler ile genişletmeye çalışıyor. Ne yazık ki, eskinin soyut algılatmaya dönük anlatılarından farkı, soyutluğa öykünen bir saçmalama, bunun ötesinde gerçeklikle hiçbir şekilde illiyeti kurulamayacak bir fabrikasyon halini almasıdır. Masalların verdiği bir ders bir ibret vardı ve bu sıradan insanın yaşamına kolay bir şekilde tatbik edilecek bir pratiklik taşırdı. Şimdinin katı gerçekliği, bu gerçekliği aşmak için gerçeklikle bağı olmayan ürünler sunuyor.
Octavio Paz, insanın ve dolayısıyla insanın modernleşme sürecini incelediği çalışmasında, modern bilimsel düşüncenin sunduğu nesnel gerçekliğin, aynı zamanda da bilincin bir görüntüsü ve ürünlerinin en mükemmeli olduğunu söyler (Octavio Paz, Modern İnsan ve Edebiyat, Çev:Turhan Ilgaz, Remzi Kitabevi, 1993, s.9-23). Ancak “nesnel gerçeklik” ile “öznel gerçeklik” konusu ele alındığı bağlamda değerlendirmeye tutulduğunda, net bir ifade ile, edebi eserin öznel gerçekliğini (yani bir şekilde gerçeklikle bağı olan), nesnel gerçeklik karşısında her halde kabul etmemiz gerekir. Hem, gerçeklikle bağını kurmuş bir eserin, kendi gerçekliğini dayatması bugünden bakıldığında da pek doğru gelmiyor. Bahsettiğimiz masalların ve destanların gerçeklikle kendilerinden hareket ettiğimizde bağı sorgulanabilir. Ancak bunların muhatabı olan insan, öznel gerçeklik algısı sonucu bunlara bir gerçeklik atfeder.
Paz, Kopernik’ten sonra artık dünyanın ve insanın evrenin merkezinde olmadığını, bundan dolayı artık çok şeyin değiştiğini kaydeder (Paz, age., 1993, s.9-23). Bu bilimsel yaklaşımın edebiyatta yeri olmayacağını düşünüyorum. Edebiyat tarafından baktığımızda, önce insan tekinin, sonra insanlığın, en son olarak da dünyanın merkezliği tartışılmaz bir hareket noktadır.
Paz üzerinden eleştirel bakışı sürdürürsek:
Modern düşüncenin, bilimsel bakışın insanın artık her şeyine yön verdiğini belirten Octavio Paz, bir fotoğraf çekiyor. Bu fotoğrafının ardından modern algı üzerinde yorumlarda bulunuyor. Yaşanmaya başlanılan bu süreci “devrimci hareket” olarak niteliyor. Üstelik “Devrimci hareket bir imansızlıktır, çünkü eski sembolleri yıkar” diyerek sembollerle örülü dünyanın yıkılışını ilan ediyor. Tespit anlamında doğru olan bu cümlenin ardından gelen cümle aslında modernist algının sonrasında gelen algısal dönemi de işaret eder. “Her devrim, kendisi de yeniden kutsal ilkeye dönüşen bir küfür’ün kutsanmasıdır (Paz, age., 1993, s.9-23). İşte burada postmodern tahlil devreye girer. Modernin yıkıp yerine inşa ettiği şeyi, postmodern yıkılanın yerine ikame eder. Üstadın dediği gibi “tanrıların yerini ucubeler alır.”
İnsanların algılanması mümkün olan problemler karşısında tutumlarını bilinçli bir şekilde değiştirebilmelerine rağmen, değişimin büyük kısmı rastlantısaldır, meydana gelen olaylar beklenmedik sonuçlar içerir (William A. Haviland, Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları, 2002, s. 469). Toplumların değişimlerinin olağan şartlarda, genel olarak, toplum farkına varmadan gerçekleştiğini düşüyorum. Aydın ve entelektüellerin bu değişimi görebilecek, bu değişimin rotasını belirleyebilecek bir öngörüye sahip olması beklenilir. Haviland’a göre, değişimin mekanizmalarını yenilik ve icatlar, yayılma, kültürel kayıpları ve kültür benzeşmesi oluştuyor (Haviland, age., 2002, s. 469). Haviland modern “gelişme” kavramının araçlarını ortaya koyuyor. Teknik gelişimi estetik gelişim demek değildir. İnsanın ‘değişimi’nin özetini yine Paz’dan aktaralım:
“Değişim, insanın da terimlerinden bir tanesi olduğu, o engin yaşamsal topluluğun ifadesidir. Modern insan, tıpkı atasının büyülü formüllerden yararlandığı gibi, teknikten yararlanıyor, ama buna karşın teknik, hiçbir kapıyı açmıyor ona. Tersine, doğayla ve türdeşleriyle her türden temas imkânını da kapatıyor: doğa, niteliklerin ortadan çekilerek saf niceliklere dönüştüğü, karmaşık bir nedensellik ilişkileri sistemi haline geliyor; ve insanın türdeşleri de kişi olmaktan çıkıyor, aletlere, araçlara dönüşüyorlar. İnsanın doğayla ve başkasıyla olan bağı, özünde onu otomobiline, telefonuna ya da yazı makinesine bağlayandan farklı değil. Nihayet, en kabasından saflık da -bunu siyasal mitoslarda görmekteyiz- pozitif aklın öteki yüzüdür. Hiç kimsenin inancı yok, ama hayalleri var. Günün birinde hayaller uçup gidiyor ve ortada yalnızca boşluk kalıyor: nihilizm ve bayağılık.” (Paz, age., 1993, s.9-23).
Biraz evvel ifade ettiğimiz gibi geldiğimiz nokta, bizi “yapıyormuş gibi” hissettiren postmodern bir kültürdür. “ediyormuş gibi”, “inanıyormuş gibi” ve giderek temeli “biliyormuş gibi” olan bir imaja döşüyor her şey.
İnsanın değişimi, edebiyat algısının da dönüşümü oldu, evet. İnsan, dış çevresindeki çoğul yapıyı modernleşme süreciyle kalıpsal ve birbirine benzeştiren tekil dünyaya terk etti. Tekil dünyanın temeli merkezi bir baskın kültürün etkisinde gerçekleşiyor. Kültür benzeşmesi değişik kültürlere sahip grupların karşılıklı yoğun bir ilişki içine girmesi, bunun akabinde gruplardan birinin ya da ikisinin orjinal kültür öğelerinde büyük değişikliklerin olması sonucu meydana geliyor (Haviland, age., 2002, s. 478). Havilant’ın tespitini sürdürürsek, “gelecek dünyanın homojen tek bir dünya kültürünün gelişimine tanık olacağı son yıllarda yaygın bir inanç olmuştur. Tek dünya kültürü doğuyor fikri genellikle iletişim, ulaşım ve ticaretteki gelişmelere dair gözlemlere dayandırılmaktadır. Bu gelişmeler dünya insanlarını öylesine birleştiriyor ki, git gide aynı kıyafetler giyiyor, aynı yemekleri yiyor, aynı gazeteleri okuyorlar.” (Haviland, age., 2002, s. 506). Bu tektipleşme vakıası, giderek parçalanmalara da sahne oluyor. Şimdi postmodern önermeler ile “çoğulcuymuş gibi” duran bir toplum yapısı, kişilik hali (?), son olarak da edebiyat anlayışına vardı.
Postmodern algı parçalı kişiliği de meşrulaştırmıştır. Psikolojik bir inceleme konu olmayı hak eden, post modern karakter alabildiğine aceleci,alabildiğine her şeyi bilmeye ve bildirmeye çabalayan bir tip olarak kimseye hissettirmeden ağırlığını koydu. Turner’e göre, postmodernite tipik olarak iletişimdeki yeni teknik araçların ve yeni enformasyon depolama örtülerinin bir sonucu olarak çözümlenmektedir (Bryan S. Turner, Benlik ve Düşünsel Modernlik; Topçuoğlu-Aktay, age, 1996, s.147 vd.).
Harvey, modernitenin yalnızca kendinden önceki tarihsel durumların her biriyle ya da hepsiyle acımasız bir kopuş gerektirmediğini, aynı zamanda kendi içinde bitmek bilmeyen bir iç kopuşlar ve bölünmeler süreci yaşadığını da belirtir (Harvey, age., 1999, s.25). Dış dünya renkliliğini ve çeşitliliği kaybederken, insan ruhu renklilik denmeyecek bir parçalanmışlığa kaydı. İlave olarak kültürel çeşitlilikten küreselleşme ile bir kültürel tek’leşmeye hızla kayarken, bu tek’lik ise kendi içinde her şeyi taşıma telaşı içindedir.
İşte bu noktada artık edebiyat ürünlerinin kendi içindeki çoğulcu yapıyı, türlerin birbirine karışarak bir bütünlük oluşturmasını ve nihayetinde bir türün diğer türlere duyulacak ihtiyacı da karşılayarak kendini güçlü kılması tartışmasına gelebiliriz.
Yine Octavio Paz’ın izlerini takip edersek.
”Destansız bir toplum olabilemez, çünkü onda kendisini göreceği, tanıyacağı, bulacağı kahramansız toplum olmaz. Jacob Burckhardt, modern toplumun destanının roman olduğunu fark eden ilk kişilerden biriydi. Ne ki bu önermeyle kaldı, itiraf ve otobiyografiden felsefi denemeye kadar uzanan, en çeşitli ifade biçimlerine açık, çatallı bir türün, destan olarak tanımlanmasındaki çelişkiyi açıklamadı.” (Paz, age., 1993, s.9-23).
Üstadın ifadesi konuyu yine özetler nitelikte. Destanların yerini roman aldı, çatallı ve kendi içinde çoklukçu duran ve yine türünün kalıplarını yıkan edebiyat eseri insanların yazmak ve okumak ihtiyaçlarını da karşılıyor.
Masalların yerini televizyon dizileri aldı (İfade Necip Tosun’a ait.). Her akşam başka masallara “yelken açıyoruz”, hafta da bir asıl beklediğimiz masalı izliyoruz. Destanın yerini roman, şiirin yerini şarkı... Değişen insan farklı talepler dillendiriyor. Değişen insan farklı denemelere girişerek eser ortaya koyuyor.
Ana konuya doğru bir adım daha atarsak.
Edebi türlerin iç içe geçmesi farklı açılardan ele alınabilir:
Değişen insanın değişen taleplerine, değişen üretim şekilleri kullanılması;
Eserin ana şablon içine farklı türleri sıkıştırarak, öncelenmiş ihtiyaçlara cevap verme çabası;
Parçalı insan ruhundan, parçalı ve birbirinden bağımsız parçalardan oluşan eseri sadır olması;
En üstte iki başlık var: Nazım ve nesir. Nesir yazarının, “ritmin baştan çıkarıcılığına karşı savaştığı” (Paz, age., 1993, s.9-23) savını kabul ettiğimizde şiirsel romanın, şiirsel öykülerin yazarın ritme yenilgileri olarak niteleyebilir miyiz?
Son olarak her şeyin sınırlarının muğlaklaştığı dönemde edebi türlerin sınırlarının da muğlaklaşması...
En başa dönelim, değişim kaçınılmaz diyoruz ya, işte buradan hareketle değişimi raydan çıkmaya dönüşen insanlık, keskin kopmalar ile geleneksel akıl yürütme eyleminden vazgeçip, yeni eski ile bir ilişkisi olmayan yeni tip akıl yürütmelere yöneldi. Sadece edebiyat değil hayatının her alanında farklı talepler dillendirmeye, farklı ihtiyaçlar duymaya başladı. İnsan sadece tüketmiyor, talep etmiyor; buna mukabil üretim imkanlarını elinde tutanlar bu hem kendi ihtiyaç ve taleplerini giderme yolunu seçtiler, sonra bunları çağa yakışır bir sistem ile seri üretime dönüştürdüler. Helezonik bir durum. İhtiyaçlar, eserleri belirledi; eserler ihtiyaçları ortaya çıkardı. Değişimin geldiği nokta karmaşık insan ilişkilerinden başlayarak, karmaşık ve çatallı bir hal alan edebiyatı peşinde sürükledi. Edebiyatın kendi içinde, örneğin bir şiirin yüzyıl önceki şiir gibi olmayacağı açık. Şiir önce döneminin ruhunu yansıtır. Sonra insanlığın. Biz de şiirin öyküleme ile ayrılması diye bir konu belki eski dönem edebiyatlarında net değildi. Zira adlandırmak gibi bir modern bir alışkanlık olmadığı için, eser sözlü kültür içerinde ritim taşıyordu, hikayeleme teknikleri öne çıkıyordu. Mesele geleneğin en yalın bu örnekleri değil, bu gün bu tip bir eser koymayı sadece “...mış gibi” tekniği ile talan eden postmodern kültürdür. Sadece olumsuzlamak anlamında kullanıldığı sanılabilecek bu cümlelere bir kayıt da düşmek gerekir. Elbette sadece postmodern kültürün üretim ve tüketim biçimlerinin egemen olduğunu söyleyerek topyekün bir yargılamaya girişmek istisnalara haksızlık olacaktır. Burada problem dönemin kendine özgü bir algılama ve algılatma ortamı sunmasından kaynaklanıyor. Postmodern damar bunun belki en önemli cüzlerindendir. Farkında olunsun veya olunmasın bir doğal zemin haline geliyor bütün bunlar.
Postmodern refleksin en barizleştiği nokta ise ana şablon içine farklı türlerin sıkışarak, öncelenmiş ihtiyaçlara cevap verme çabası. Her şeye bir cevap verme kaygısı, her şeye sahip olma hatasını ortaya çıkarıyor. Bir klişe bu arada iş görecektir: Her şeye sahip olmaya çalışan hiçbir şey elde edemez. Örneğin bir roman, roman olma sınırlarını zorlayarak, hatta yer yer roman olma özelliğinden vazgeçerek şiire, denemeye, masala hatta çoğu kez görseli anlatma telaşına düşüyor. Bu bakımdan telaşlı edebiyattır bahse konu edebiyat çalışmaları. “Romancı ne kanıtlar, ne de anlatır: bir dünyayı yeniden yaratır. Bir olayı aktardığı doğruysa da -ve o burada tarihçiye benzer-, nesnesi anlatmak değil, ama bir anı, ya da bir dizi anları yeni baştan yaşamak, bir dünyayı yeni baştan yaratmaktır.” (Paz, age., 1993, s.9-23) diyen Paz bir sınır çizer. Romancı romancı kalarak, tarihçi gibi yazabilir ama romancı olarak. Bu sınırın çizilmesi oldukça zor. Romanda kurgu asılsa, diğer tüm her şey fer’idir. Destanların, masalların kolajlama tekniği ile iç edilmesi romanı roman olmaktan çıkarmıyor. Ama bir soruna kaynaklık ediyor. O da, insanın karmaşıklığına hitap eden malzeme yığını halini almasıdır. Destan kahramanı bir arketip, bir modeldir (Paz, age., 1993, s.9-23). Arketipin, kalıtsal bir yön taşıdığı göz önüne alınırsa, roman bir destan kahramınını ortaya koyduğunda, bu kahramanın en önemli özelliklerini romansal gerçekliğe taşımış olur. Roman çetrefilli ve kuşkucu bir gerçeklik “yaratımı” olarak, kahramanlarını da bu izlekte kuruyor. Destanda ise, Paz Akhilleus ve El Cid örneklerini vererek, bunların zamanın düşüncelerinden, inançlarından ve kurumlarından kuşku duymadıklarını belirtir.
“Destan kahramanı asla başkaldırmaz ve kahramanlık eylemi de, genelde, efsanevi bir hata yüzünden bozulmuş olan atavi düzeni yeniden kurmaya yöneliktir. (...) Roman kahramanının kendinden kuşkulanışı, onu çevreleyen gerçekliğe yayılmaktadır. Don Kişot ve Şanso’nun gördükleri yeldeğirmenleri midir, yoksa devler mi? Cervantes, bize burada, sanki seçenek yok der gibidir: bunlar, devler ve yeldeğirmenleridir. Romanın gerçekçiliği, bu gerçekliğin Don Kişot’un düşleri ve fantazyaları ölçüsünde gerçekdışı olmasının kuşkusunu içeren, gerçeğin bir eleştirisi oluşudur. (...) Bu kahramanları sarmalayan âlem, en az onlar kadar çetrefildir (Paz, age., 1993, s.9-23).
”Destansal idealden romanın idealine geçiş” ya da destansı gerçeklikten, “romansal hakikate” geçişin sürecidir.
Bir diğer tartışma konusu da eserin ana şablon içine farklı türleri sıkıştırarak, öncelenmiş ihtiyaçlara cevap verme çabası. Çağdaş sosyologlara göre, postmodernitenin iki temel özelliği var. Birincisi, gerçekliğin yerini imajın alması; ikincisi, zamanın şizofrenik parçalanmışlığının, fasılasız anlara dönüşmesidir. Özellikle genç nüfus için "fasılasız anlar" veya "şimdi, burada" bir değer haline gelmiş, "aciliyet" önem kazanmıştır (Sarıbay, 1995, s.89). Aciliyet salt bir yığma nedeni değil. Ancak “fasılsız anlar” içinde bu aciliyetin bitmeyeceği de göz ardı edilmemelidir. Sürekli ihtiyaç üreten, sonrasında bunları tedarike çabalayan bir anlayış bu. İhtiyaçları önemli kılan, giderek önemden kutsala sıçrama yapan atipik bir tüketim kültürü. Edebiyatta bunun yansıması her şeyi kuşatma, zımni bir kutsallık (...mış gibi) takınarak her ne varsa kullanabileceği, bütününü metalaştırıyor.
Bir diğer yaklaşımımız ise, parçalı insan ruhunun, parçalı ve birbirinden bağımsız parçalardan oluşan eser ortaya koyması. Aslında baştan bu yana anlattıklarımız zaten bunu izaha dönüktü. İnsanın çevresel anlamda tekliğe mahkumu olması, renkliliği başaramadan bir sapma olarak, parçalı bir kişilik haline gelmesi.
En üstte iki başlık var: Nazım ve nesir. Nesir yazarının, “ritmin baştan çıkarıcılığına karşı savaştığı” (Paz, age., 1993, s.9-23) savını kabul ettiğimizde şiirsel romanın, şiirsel öykülerin yazarın ritme yenilgileri olarak niteleyebilir miyiz?
Son olarak her şeyin sınırlarının muğlaklaştığı dönemde edebi türlerin sınırlarının da muğlaklaşması
Bu türün popülerleşmesinin nedenleri?
Çağdaş roman ve tiyatro, bir doğumu kutlamıyor, ama düpedüz bir cenaze törenine katılıyorlar: kendi öz dünyalarının ve onun doğurduğu biçimlerin cenaze törenine (Paz, age., 1993, s.9-23).
(Hece dergisi, Kasım 2007)