http://www.youtube.com/watch?v=YOjrS8FPJd0
"Halâs it masivadan kalbüni pâk
Hicâb olmaya sana hergiz eflâk
Geçesin reng ü büy u iltifattan
Giyesin hıl’ati hoş meskenetden"
(Hazreti Üftâde)
Güneş var bugün…
Gökyüzü masmavi. Yaşadığım kenti seviyorum. İnsanları seviyorum.
Dolmuşta karşımda oturan aristokrat hanıma gülümsüyorum, o da bana gülümsüyor. Hepsi bu…
Mavi beni kendine çekiyor. Üftade Hazretleri de…
Sonsuzluk bir ev sahibiymiş de içine atlamam için bekliyor sanki… Dayanamıyorum ve ruhumu teslim ediyorum maviliklere... Sırtımı da güneşe… Uzun uzun yürüyorum sokaklarda. Nasıl olsa göklerin misafiriyim. Ruhuma usulca dokunup vınlayarak kaçan bir şey hissediyorum. Başımı çevirip bakıyorum; Okçu Baba. Ziyaret edip dışarı çıkıyorum.
Türbedarı ilgimi çekiyor. On sekiz yaşlarında, tekerlekli sandalyeye mahkûm naif bir genç. Anlatırken dalıyorum. “Osmanlı ordusunda o kadar çok okçu vardı ki, her biri için bir türbe yapılmaya kalkılsa ev yapacak yer kalmazdı. Ama Okçu Baba bambaşka… Çok hızlı ve çabuk atarmış oku. Attığı oklar çoook uzak mesafelere gidermiş. Hatta Uludağ’dan bir ok atmış, nereye düşerse türbemi oraya yapasınız demiş…” Okçu Baba’yı anlatırken arada bana da sorular soruyor. Sen kitap yazıyor musun abla? Yüzüne bakıyorum... Bir şey diyemiyorum...
Sonra hakkımda başka doğru bilgileri de soruyor. Tam da benim ona söylemek isteyip de vazgeçtiklerimi. Yetmiş bin velînin metfun bulunduğu bir şehirde hâlâ onları temsil eden İsmail gibi diriler bulunduğu için Rabbime şükrediyorum. Türbenin etrafında bir sürü tatlı minnoşlar var, neşe için de zıplayıp oradan oraya koşuyorlar. Âdetâ çocuk gibi ziyaretçileri karşılayıp bize ne getirdiniz diye bakıyorlar. Tonton yaşlı bir amca onları ciğerle doyuruyor. O da bu vazifede bir gönüllü…
Yollar beni taşıdıkça taşıyor… Taşıdıkça uzaklaşıyor… İçimde sığınmama izin veren tek şey sonsuzluk… Her sokakta kavuklu bir mezar taşı ya da kendilerine özel bir mekân ayrılmış mezarlıklar… Durup, bu mermerden kavuklu, başörtülü mezar taşlarına bakıyorum. Hepsini kucaklamak öpmek istiyorum. Bazen dayanamayıp kucaklıyorum da… Ve taş sinelerine kapanıp ağlamak istiyorum.
Nazlı gelinler gibi sokaklarımızda oturan bu taş gelinler bizim için neyi ifade ediyorlar ki kaldırıp onları atamıyoruz? Yolun şurasından kalk ta şurada otur diyemiyoruz. Kim bu nazlı taş gelinler? Bizim için ne ifade ediyorlar? Yahut biz onlar için ne ifade ediyoruz?
Toprak kokusunu duymak beni rahatlatıyor. Gün ortasında Üftade’ye varıyorum… Gülbanklardan birine oturuyorum. Başımı kaldırıp gökyüzüne dalıyorum… Türbenin üst tarafındaki yeşil yazılara takılıyor gözüm. Ne garip, türbenin ayakları bu mekândayken başının farklı bir mekan ve iklimde olduğu hissine kapılıyorum. Başka bir ülke de ama neresi bilemiyorum…
Gitmek istiyorum…
Nereye olursa olsun gitmek… Bir yere varmayı da pek beklemiyorum… Ancak Okçu Baba beni bir fırlatsa diyorum… Sırtımı banka yasladım arkamda Garip Kutup İbrahim Efendi yatıyor. Türbeden çıkanlar el açıp ona da Fatiha okuyorlar. Ben önlerindeyim. Sanki bana okuyorlar… “Niye ben ölmüş miyem anne?” diye fısıldıyor Garip Âşık. Taş gelinlere bakıyorum, bulunduğumuz dünyada ne de sıra dışılar.
Dünyamızı bu kadar sıradanlık ve basitlik kaplamışken nasıl da oturmaya tenezzül ediyorlar sokaklarımızda. Bizden sıkılıp gitmediklerine hayret ediyorum. Masiva bir leke, bir koku gibi hepimizin elini ayağını sarıyor, saçlarımızdan damlıyor. Tuttuğunu bırakmayan, öldüren bir hastalık gibi... Masiva, yüreklerimizi kaplamış, gözlerimizin rengi olmuş âdetâ. Birazcık şanslı olanların gönlünde bir giz olarak kalmış sadece. Dolmuşta bana gülümseyen sarışın kadın, Türbedar İsmail ve kedi dostu amca gibi. Gerisi ölü bir dünya…
Şu taş gelinler gibi olabilsem keşke. Beni insan yapan beynimden önce, beni ben yapan yüreğimi şu taşların içine bir sokabilsem! Onlarla bir hemhâl olabilsem! Gözlerim o taşları delip maveraya bir uzanabilse!
Taş gelinler içimizde şeffaf gölge gibi yaşıyorlar. Dünyaya ait hiçbir şey onları ilgilendirmiyor, lâkin her iki âlemde de yaşamaya devam ediyorlar. Bu taşlar ne de diri! Kalbim boşalıyor bir an… Ellerim buz kesiyor! Ellerimle birlikte ruhum da üşüyor. Şaşırmak, deliler gibi hayrete düşmek istiyorum, lâkin bu dünyanın hiçbir şeyi beni şaşırtmıyor artık!.. Ne insanların kabalığı, ne bitmek bilmeyen gizli kîni, ne haseti, ne ihaneti ne de basitliği!.. Olmuş ve olabilecek her sıradanlık hüküm sürerken hayatımızda ben; benden şu an bekleneni yapmak mecburiyetinde olduğumu hissediyorum…
Ellerimi açıp Fatiha okuyorum… Ama Üftade Hazretleri için değil, kendi ruhum için… Asıl ölü olan kendim için… Karşımdaki ağaç bir elif misali, bana “Dik dur hayatın içinde! diyor, kıyam ve secdeden önce… Evvela elif olmak lazım… Sonra kıyama geçmek,
Sonra secdeye…"
Taş gelinlerleyim…
Hayatın kalbindeyim…
Namazın ikliminde...