-Hazreti İbrahim (a.s) ile-
Babil.
Hazreti İbrahim Aleyhisselâmın küçüklüğü ile beraberiz. Acaba küçük İbrahim’in (a.s) en çok sevdiği şey mânâsını bildiği şeyler üzerinde tekrar ve tekrar düşünmek miydi? Yoksa her gün gözlerini kâinata, aya, güneşe, yıldıza, dağa dikerek onlarla bilmediği bir dille konuşmaya çalışması, ancak anlayamadığı o metni sancılar içinde avucunda buruşturup fakat bir türlü atamaması mıydı?
Çünkü “hayat metnini” okuyamasak bile buruşturup atma lüksümüz yoktur. Zîra bu okuma sayesinde “imtihan seyrini” lâyıki ile tamamlayıp, aslımıza "Hû" çekerek göçüp gideceğiz..
Bu kitap zihni “tefekkür” ile fitilleyip “akıl” kibritiyle u/yandırmak için yazılmıştır.Okumamızda küçük İbrâhim (a.s)ı anmamızın sebebi, saf ve çamura batmamış bir ruhun dimağının en bakir görüşünün hâkikatin yansımasından başka bir şey olmadığını vurgulamak içindir. Zira küçük İbrâhim’in güneşe ve yıldızlara “Allah nerdedir?..” diye sorduğunda; “O her yerdedir!” ilâhi cevâbınnı bulması vakıâdır. Bu “her yerde oluş“ hikmetinin karşısında bir çocuğun her gece uyumadan evvel Allah’ı avuçlarının içine almak istemesi, yani onunla ontolojik bir bağ kurmak istemesi esasında şimdiye dek bize öğretilen Allah’ı çok uzaklarda, ulaşılması kâbil olamayan bir “yaratıcı” olmaktan çıkarıyor ve tefekkür fitiliyle uyandırılan aklının aydınlattığı gönlün içinde bulunması pek de zor görünmüyor.
İnsan karanlıkta ise eşyayı, kâinatı ve hayatı sağlıklı okuması asla mümkün değildir. Düşüncenin u/yanması, gönlün bir fener gibi yanmasına, böylece hem kendini hem de çevresini bir kandil gibi aydınlatmasına vesîle olmaktadır. Kitapta bu konu şu satırlarda mânâsını buluyor:
(İnsan eksikliğinin farkındalığı ile mükemmeliyet tasavvuruna ulaşabilmektedir. Belki de bu eksiklik duygusu (Eksilme: tamamlanma, bütünleşme isteği.) eski dildeki “acz” ve “fakr” diyelaktiğinin temelini de oluşturmaktadır. Başlangıçtaki ben merkezli mukayese böylelikle yerini “bütün”ün hukukunu esas alan muhakeme ve sorumluluğa bırakınca bu defa da “keşif” yahut “sezgi” denen üstün ve kapsayıcı aklı devreye sokmaktadır.) (1)
Bâbil’in Asma Bahçeleri'nden bir an kaçırsa gözlerini sonsuzluk ülkesini fark edebilir miydi kraı Nemrut? Ruhunun organları tahrip edilmiş bir toplumun uyanmasını sağlamak elbette kuvvetli bir merkezi güç kaynağına bağlı olabilir. İçinde "Tanrı" inancını taşımayanlar için “inanmak” kelimesinin ruhun hastalanmış bir duygu (idrak) organı olduğunu kabul etmesi elbetteki mümkün değil. Eğer, unutmak, sevmek, özlemek gibi inanma duygusu insana verilmese idi, her sabah uyanıp aynaya baktığında, karşısında gördüğü silüetin kendine ait olduğuna bile inanamazdı insan!
İnanma duygusunun zihniyet dönüşümünü sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmesi sosyolojik olduğu kadar, psikolojik şartların da mâmur olması icâb eden bir keyfiyettir. Zira toplumun ancak iç dinamiklerinden neşet eden bir düşünce uyanışı, köklü bir zihniyet değişimini meydana getirebilir.
İşte bu zihinsel terakkiyi uyandırıp, şekillendirmek ve kendine ait dili ve terminolojisi ile toplumun önüne koymak toplumdaki münevver(aydın)lerin en baş vazifesidir.
Hazreti İbrâhim’de (a.s) bugünün aydınları gibi asırlar evvelinden gelen genetik kültür ve inanç kodlarını ararken referansı aklı ve aklını bir kandil gibi aydınlatan derin tefekkürü idi. Zira O Allah’tan kendisine bahşedilen hayatı dinamik süreçlerin bir bütünü olarak algılamıştı. Her an kendisini koruyup gözeten Allah’ın ise ondan istediği oldukça basitti; Allah kendi özgür iradesi ile önüne tercihler koymuştu.
Bütün insanlık tarihi boyunca topluma öncü olacak ve tahrip edilmiş dînı tamir edip, imar edecek bir peygamber gönderilmiştir. Dinlerin iik tebliğ edildikleri hâli ile mütâbık kalma süresi ne yazık ki son dîne kadar pek mümkün olmamıştır. Çünkü kutsal kitapların vurguladığı insan tipi kitabın kendisinden beklentilerini yapamamıştır.
Bundaki başlıca amil belki de müşrik Bâbil toplumunun, atalar geleneği karşısında takındığı taassubun bir göstergesidir. Sadece Bâbil’de değil, bütün eski toplumlarda Kur’an-ı Kerim’in de sık sık vurguladığı eski helâk olunan kavim kıssalarında atıfta bulunulan toplum tipi; geleneğin rahatlık ve güven veren hususiyetine aldanarak kendi iradesi ile yeniliği seçme özgürlüğünü kolayca ve hiç düşünmeden terk edebilmektedir.
Hazreti İbrahim’in insanları tevhide çağırmasındaki maksat da işte tam bu idi. O, insanların gelenekler karşısında "dikkatli, seçici ve temkinl"i bir "duruşu" olması gerektiğini vurgulamıştır. Vahye muhatap bütün insanlığın bahsedilen “duruşu” kazanması ise başta toplumun üzerinde düşünen münevverlerin görevidir.
Zira her ne kadar ecdâdımız her şeyin aslını muhafaza etmek gibi bir ruhla hareket etmişlerse de, bu sadece san’at ve edebiyatta üslubu kaybetmemek adına faydalı olmuştur. Bilâkis mevcudu koruma ve kendinden evvelkileri "taklid", "tahkîki" derinden yaralamıştır. Hayata işlerlik kazandıracak yeni düşünceler yerine mevcudu koruma, toplumları özgürleştirmeden ziyâde zihinde durağanlaşma ve hatta hatta eskiyi de unutmaya kadar götürmüştür!
Bu kitap zihinsel yorgunluk ve üretimsizliğin farkına varılması ve uyandırılması için yazılmıştır.
Işık, mıtrip, sema eden düşünceler…
İnsanın içinden evvel dışına bakabilmesi…
Baktığını görebilmesi
Gördüğünü anlayabilmesi
Anlayabildiğini mayalaması
Ve içinde yanmasıyla
U/yanması istenmektedir
Münevverin vazifesi evvelâ diline sahip çıkması…
Zira eseri okurken bir edebi eser ve hikmet sofrası hissine kapıldık.
Düşünceyi yandırmak...
Uyana(cak) şuurların sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iyii bir ruh mütehassısı olması gerekiyor aynı zamanda....
Satırlar arasında seyr ü sefer eylerken "İnceliği" her daim "önceliğe" alan "Yesevi dervişânı" edâsının bizi her an kuşattığını hissediyoruz.
Ve bu "kendimize seyrin" zihni yolculuğununun ilk vâdisindeki kuş daha girizgâhda bize sormaktadır:
“Akıldan anlamamız gereken nedir?
Âhirimizin evvelimizden hayırlı olması niyâzıyla...
(1)Sait Başer, Tolumsal Aklı Anlamak, 1. baskı İstanbul 2006