Menu
BEN EFLÂTUN MAĞARADA SEN ELİF MİSÂLİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BEN EFLÂTUN MAĞARADA SEN ELİF MİSÂLİ

BEN EFLÂTUN MAĞARADA SEN ELİF MİSÂLİ

http://www.dailymotion.com/video/x16oflg_goksel-baktagir-masum-ask-ud-piano_music

Bu ağacı tanıyorum ben, belki de hatırlıyorum. Tıpkı kitabesiz şehirlerin toprağın katmanlarına sırlanmış hâtıraları gibi hatırlıyorum bu mekânı, bu ağacı ve ağaç altında bir elif misâli duran mürşd-i kâmili...

Sokrates’in Eflâtun taşında, Eflâtun’un mağarasında, Üveys’in altun çölde çekildiği gönlündeki o tenhadan hatırlıyorum. Zîra bilmek sadece hatırlamaktan ibaret değil miydi?

Şeyh Gâlib’in;
“Gencînede resm-i nev gözettim
Ben açtım o genci ben tükettim”

sözlerine mukabil, Ken’an Rifâî Hazretleri’nin

“Kâinatta en günahkâr bir vücûd varsa, benim
Yok yüzüm varmak için Allah’a isyânımla ben
Zâhir ü bâtın da yokken zerre miktar kıymetim
Ser-firz oldum dü âlem ,cehl ü nâdânımla ben
Hangi bir mahlûkla şayet nefsimi etsem kıyas
Cümlenin mâdunu kendim, küfr ü îmanımla ben”

zrfaidemesi arasındaki o keskin nefs mesâfesini düşünüyorum. Birşeyler var bizi o eski hayatlardan koparan. Daha doğrusu o eski aklın mânâsından koparan. Âdem yaratıldığından beri hiç kimse nefs tuzağından hâli değil. Ne ki bir şey var bizim gözlerimizin önünde elife mertek dedirten bir taassup ve cehalet içindeyiz. Anlamıyoruz mürşidimizi önümüzde açık bir kitap gibi dursa da. Belki de anlamak istemiyoruz..

Oysa bir elif misâli işte önümüzde onlar. Bir elif gibi dünyaya açılan gözlerimize kapalı, ancak içimize, idrakimize alabildiğine açık… Tıpkı kitâbesiz şehirler gibi saklı bir ülkeyi bize gece gündüz şerh ediyor onlar sohbetleriyle ve eserleriyle… Ancak biz anlamıyoruz. Belki de anlamak istemeyi seçmiyoruz.

Bir şehrin kitâbesi yoksa, elbette onu zaman nehrinde taşıyan harf kulları vardır. İnsanlar şehirleri bırakıp içinin eflâtun mağarasında yaşamalı belki de. Peygamberler ve velîler gibi. Ümmî olmalı…

Bilgisizlik ve her şeyden ilgisizlik değildi ümmîlik. Verili olanları kusmak, azalmak, sadeleşmek, billurlaşmak, buharlaşmak... Ümmîlik Mushaflara, Mushaflar duvarlara terk edildiği günden beri tozlandı dîn güzergâhı, yitirildi aşk yolları.

Belki de bu yüzden Hazreti Peygamberi (s.a.v) Kur’an yapan yol bilgisini kaybettiğimizden beri tanımıyoruz insanı ve kendimizi.

Oysa bu yolun gerçek hadimleri hep o eflâtun mağaradan gelmediler mi? Zamanın avuçlarında ufalanan nice muvahhid şimdi bir toz zerreciği olmazdan evvel, bu mağaralarda Rableriyle ülfet ettiler.

Kenân Rifâî Hazretleri gibi…

Efendi Hazretlerini okuduğumda beni en fazla etkileyen şey menfilikten çok hâdiselerin ve eşyânın müspet tarafını görmesi ve işâret etmesi. Polyannacılık değil onunkisi, içi acısa da, kalbi kanasa da, mütemadiyen gözünü hayra ve hikmete çevirmesi.
Ne garip peygamberler yahut velîler geçmiş zamanlardan bahsederken sanki gözleriyle görmüşçesine hâdiseleri tasvir ederken, sizin gönlünüze de bir göz açıverirler.

Gözünün önündeki Elif’i, mürşidinin işaret ettiğini göremeyen mertekler ne yazık ki anlayamazlar bu dili, seçmezler, seçilmezler mânâ ve kelimelere de…

Kibirleri azaltmaz, eksiltmez, kul yapmaz, baş eğdirmez Hakk’ın önünde. İnsan, içindeki Hakk’a haksızlık yaptıktan sonra dışında haksızlık ettiği insanlardan özür dilese ne fark eder ki? İçindeki Hakk’ın varlığını anlamayan ve hissetmeyen için vicdan melekesi bir yalama cıvata olmaktan başka neye yarar? İnsan azalmalı, küçülmeli, ağzını hiçlik kurnasına dayayıp kana kana içmeli…

Eğer insan hayatı ve kendini bir nebzecik anlama gayreti içinde yaşamaya başlasa unuturdu bütün ezberlerini. Namazın ve orucun farzlarını unuturdu, namaz ve oruç olurdu. Siyer ve kırk hadis ezberlemeyi bırakıp kırk yere parçalanmış peygamberini ve hâdiselerini bir yakaza gibi yaşardı hayâtında. Sırrı gözleriyle koordine eden Huzeyfe olurdu, Ebâ Zer olurdu, Bilâl olurdu, Hureyre olurdu… İnsan anlasaydı mü’min olurdu, her ân mürşidinin kalbinden kalbine Hakîkat-i Muhammedi’ye yol bulurdu, yol olurdu, eğer insan anlasaydı…

İnsan, anladığı ölçüde Hakk’ın sureti, anlayamadığı ölçüde uykuda ve zâlim!..

zrfai2Şeyh Gâlip Dede’nin simya gölünden süzdüğü hikmet prıltıları benliğin, bencilliğin hezeyanları olamaz elbet. Çünkü içinde Hakk sözü ve özü taşıdığına inanan hangi yazıcı haddi aşabilir ki? Hayır… Bilâkis, içinde Hakk sesini ve sözünü duymuş bir vak’arın diklenmesi değil, elif gibi dimdik durması. Çünkü bildiren ve yazdıran kalemin hâdim’ül fukarası…

Böyleyken bizler ne denli boğulmuşuz söz mahşerinde. İçimizdeki Hakk’ı bilmeden ne de çabuk sahiplenmişiz karaladığımız üç beş zavallı satırı ve mısraı… Ne çok çoğalmışız, ne çok bulanmışız, bunalmışız. Şeddâd gibi, zamana kibarca gülen sfeksler gibi saklamışız içimizdeki cehaleti, sefâleti, zulmeti. Zulmet içimizi dışımızı örtmüş, açılmıyor, özümüzdeki Hakk nâlesi… Bâtınımız karanlık, bâtıl terk etmiyor bizi…

Çünkü edepten yoksunuz biz. Anlamaktan, nezaketten yoksunuz… Bir sokak ötemizdeki akrabamızı ziyaretten âciziz, iki kat üstteki komşunun ismini hatırımızda tutamayacak kadar hafızamız dolu. Mektuplar, bayram ziyâretleri, iftar davetleri silindi hayatlarımızdan, kalbimiz, hayatımız ve zihinlerimiz darmadağın!

Hayretimiz azaldı, Leylâ’lar çekildi, Mecnun çölü terk etti. Haraç mezat aşk da kalem de. Hafızalara kayd edilmiyor şiirler, hikmeti unutturdu televizyon vaizleri, kul sohbetine döndü mahfiller, fildişi kulelerden podyumlara indi mütefekkirler… dillerde ve beyinlerde kirler.. kirler…

Belki de bu sebepten anlamıyoruz. Çok çabuk dönüyor dünya, ha demeden hafta bitiyor, a demeden ay geçiyor, mevsimler bitti! Yoksa biz yaşamıyor muyuz?

"Dur!" demeli artık bu şuursuz akan zaman nehrine, yavaşlamalı herşey… Çünkü anlamak, uyanmak demek. Anlamak; koskoca geniiiiş bir zaman!

İnsan, aczini idrak ettikçe azalırmış bu gerçek! Azalmalı insan. Zihnini, kalbini, çekmecelerini, face listesini, telefon listesini, alış-veriş listesini azaltmalı… Bu kesretten kurtulmalı…

Ancak o vakit belirir önünde Edep Kapısı… Kesretten kurtulup Tevhid yurduna ulaşır. O kapının önünde anlamaya, okumaya başlar mürşidini. Okuttuğunu anlar, terbiyeyi kabul eder. “İnsanın irfanı arttıkça edebi ve sükûneti de artar” şüphesiz. İnsan nokta kadar iddiasız ve zerre olunca nasıl okumaz Be’nin sırrını? Nasıl anlamaz kendini, Rabbini bilmez?

Haddini bilen Rabbini bilir!

Çünkü küçücük bir iyilik cihana bedel bir hayra vesile olabileceği gibi, en küçük edepsizlik dahi bütün iyilikleri ve güzellikleri siler...

İnsan, ara sıra içinin Hîra'sına çekilmeli. Anlamalı Peygamberini... Mağaradaki arınmayı, azalmayı, durulmayı... Zîra Muhammed'siz muhabbet hâsıl olamayacağı gibi, O'nsuz Kur'an da olmayacaktı... Hazreti Muhammed (s.a.v) Kur'an'ın hakîkati, mürşid-i kâmiller de peygamberin vârisleridir... İman ve edep; Hakîkat-i Muhammediye ve Ahlâk-ı Muhammediye'dir.

Âhirimizin evvelimizden hayırlı olması niyazıyla…