http://yenisafak.com.tr/yazarlar/OmerLekesiz/solgun-bir-gul-oluyor-dokununca/53212
‘Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.’
Ne düşürenlere sesleniyor, ne de görmeyenlere gösteriyor düşürüleni Şair.
Onu eğilip almanın kendi nasibi olduğunu düşünüyor sanki, ama dokununca o, solgun bir gül oluveriyor.
‘Solgun bir gül’ oluveren nedir ‘dokununca?’
Düşürülenin düşünülen olması mı zamanda yoksa düşünülenin düşürülmesi mi mekanda?
Yokluktan mı soyutlanıyor yoksa bir varlığın varlığından mı çıkıyor zuhura?
Yaşlı gözlerden mi, nasırlı ellerden mi, çökmüş omuzlardan mı düşüyor yerlere?
Sır vermiyor Şair, ser vermeye meyyal olan diliyle yeni sorularını bir ‘paslanmaz bıçağı’ biler gibi biliyor:
‘Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.’
Yaban değiliz belli ki ona, yabancı da değiliz. Çat kapı geliveriyor çünkü ‘kimse olmayan’, çatılıveriyor alnımızın ortasına, düşüyor duaya durmuş gibi açılıveren ellerimizin arasına.
Kalabalıkları sevmiyor sadece; kalabalıkların zihinden eksiltilmesiyle açılan boşluğu ve o boşluğa doluşan gündelik nesneleri de seviyor.
Karayla ak arasında gerilimsiz geçişleri doğuran gri dumanlardan ‘kayıyor usulca.’
Şair gözü bu, ciğerinden görerek gördüğüne ciğerini sunuyor ama o yine de, ‘Solgun bir gül oluyor dokununca’:‘Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.’
Munisleştiğini düşünüyor Şair onun; ehlileşmesini diliyor sanki, kendisine mahsus, kendisine bağışlanmış olabilecek bir mana kalıbında:
‘Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.’
Gün ortası açıklığında, gölgesinden soyunmanın mahcubiyetiyle, zamansızlaşarak ve yayılarak mekana Şairin yanına sokulurken, perde üstüne perdeler çekerek sırlıyor yine sırrını, sırları dökülmüş olan hayatın aynasında.
Nar ile tavlanmış bir suyun döküldüğü gibi dökülüyor dil kadehine ‘güz ve yağmur’ kelimeleri.
Hani, kirpiğin üstüne ‘çeymellenmiş’ kaş gibi ağan bulutun ağışında… belli belirsiz bir nazarın içinden geçerek kendi yalnızlığında alıyor ya Şair onu çare bulamayıp dokununca solgun bir gül oluşuna:
‘Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlara takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.’
Upuzun bir hikayenin tanınmaktan tedirgin bir kahramanı gibi duruyor. Kendi hikayesini ele vermek istemiyor ama hikayesinden de kaçamıyor.
Hem nedir ki hikaye dediğimiz, ikiye bölünmüş bir sıcak ekmekten, sadaka için uzanmış elden, karmakarışık halden, yolcusunu bekleyen yoldan, derman bekleyen dertten, derdini seven dertliden, ‘sırrı olmayan muzırdır’ diyen veliden, incitilmiş bir karıncadan, gülün açmasını özlemle bekleyen bülbülden, bebek kokusuna hasret bir kundaktan, aşk sularının bendini yıkmış ellerin kırdığı bir kristal bardaktan, arzuladığı gönle erişememiş bir gönüldeki kırgınlıktan, haddini bilmekten, bir haddi aşmaktan, doğmaktan, doğrulmaktan, yetim kalmaktan, garip olmaktan, kefenler biçen bir makastan, tabuttan, mezardan, illa ki hayattan hep hayattan, hep hayattan yakıştırılmaz mı hikâyeler?
Belki de bu yüzden tam bitişemiyor Şaire ve kaçamıyor ondan:
‘Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.’
Aklımı uğruna uğratmayı düşünmediğim bir anda nasıl çıkıverdi karşıma bu şiiriyle Behçet Necatigil, emin olunuz bilmiyorum.
Ben, ‘ölüm ve hüzün’ üzerine yazacaktım aslında.
(YENİ ŞAFAK, 18.05.2014)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.