İş Bankası Kibele Sanat Galerisi 21 Şubat 2015’e kadar seyre açık olan ‘Fevzi Karakoç Retrospektif’ adlı önemli bir sergiye ev sahipliği yapıyor.
Serginin önemi, ‘mektepli’ ressamlarımızdan biri olan Fevzi karakoç’un yerli akademinin bilinen (modernlik, ilericilik, cinsellik vb.) teamüllerini reddeden eserlerinden oluşmasıdır.
Karakoç bunun ilk örneği olarak ‘perspektifi’ reddediyor. Ömer Uluç ya da Mithat Şen’in resimlerinde gördüğümüz ‘perspektiften müstağni olmakla’ kendiliğinden sağlanmış bir tutum değil bu. Bilakis Karakoç, perspektifin sanattaki varlığını kabul ve kırılmasını elzem görerek gerçekleştiriyor bunu.
Şöyle ki, Karakoç ‘dolayısıyla’ resme esas nesneyi konumlandırmak için optik bir ufuk yaratmıyor; mekanı ve nesneyi iç-içe, birbirlerini karşılıklı olarak teyit ederek öne süren unsurlar olarak sergiliyor.
Bu yanıyla figürler keskin konturlarla mekandan ayrışmak yerine ‘mekanda olan şey’ oldukları kadar, ‘mekandan olan şey’ olarak da tuvalde kendilerine mahsus hareketlerle yer tutabiliyor.
Modern resimdeki perspektif uygulamasının gerçekte seyircinin bakışını örgütlemeye (diğer bir söyleyişle şartlandırmaya, gözü aldatmaya) yönelik bir çabanın ürünü olduğunu bildiğimizde (Geniş bilgi için bkz.: Sanat ve Kuram içinde Carl Eisntein’ın ‘Zenci Heykel Sanatı’ başlıklı metni, Küre yay., İst., 2011) Karakoç’un söz konusu resmetme tutumu bu örgütlenmeye karşı bir itirazı da içkin olarak, seyirciye ‘nasıl bakacağını ve neyi göreceğini’ telkin etmek yerine, ona özgürce bakma ve istediğini görme vaadine bağlanıyor.
Elbette Karakoç’un bu tutumunu, resmederken minyatürün imkanlarına yaslanmasıyla ilişkilendirmek de mümkündür. Ancak sonuçta yine bu ilişkiye değecek olsa da bu manada Karakoç’un asıl farkını ‘temsil etme’ niyet ve çabasından ‘kurtulmuş olma’sına yormak daha doğru görünüyor.
Çünkü temsil, iddiayı zorunlu kılması nedeniyle ressamın üzerinde bir yük oluşturduğu gibi, ressamı ‘ben bu nesneyi doğadakinden daha güzel yaptım’ kibri içinde onu kendi eserinin esiri kılma riskini taşıyor ki, bu nedenle ressamın özgürleşmesi bidayetinden beri ancak temsilden uzaklaşmasıyla mümkün görülebiliyor.
Bu bağlamda benim Karakoç’un mezkur sergideki resimlerinden gördüğüm, bir şeyi temsil etmemeyi, doğadan aldığını doğaya iade etmekle sağlamış olduğudur. Diğer bir söyleyişle Karakoç, doğayla retleşmeyi değil, jestleşmeyi seçtiği için temsil yükünden kurtulmuş bulunuyor.
Nitekim Karakoç’un atlarını sadece doğadaki renkleriyle değil mavi, turuncu, yeşil, sarı, kırmızı... renklerle resmetmesi ‘doğalını senden alarak, hayalimdekiyle çoğaltıp sana katıyorum’ şekinde ifade edilebilecek bir jeste bitişiyor.
Bunlardan hareketle Karakoç’un ‘mektepli’ ama yerli akademinin teamüllerini reddeden bir ressam oluşuna dair yukarıda yaptığım belirlemeye yeniden dönecek olursam, onun klasik resimdeki ‘taklit’le, modern resimdeki (en azından sürrealist akımdaki) ‘tahrip’in çok uzağında durduğunu da söylemem gerekiyor.
Taklitten ve tahripten uzak olduğunu söylediğimde ise modern kavrayış ve tanımlamanın bir zorunluluğu olarak Karakoç’u bir resim akımına ya da tarzına bağlamam, en azından bu manada bir yerle ilişkilendirmem iktiza ediyor.
Ancak ben bu zorunluluk içinde bir belirlemede bulunmak yerinde, esasları kendi zihnimde henüz tam oturmamış olsa da şimdilik şu kanaatimi belirtmekle yetinmek istiyorum:
Son tahlilde bir kitap sanatı olan minyatürün, günümüzde çerçeveli duvar süsü olarak ‘gerici bir inatla’ yapılıyor olmasına karşılık, Fevzi Karakoç’un zikrettiğim sergideki eserlerinde yeni bir sanatsal ifade imkanına aracılık ettiğini görmek yerli resim adına beni umutlandırıyor.
twitter.com/OmerLekesiz
(YENİ ŞAFAK, 20.01.2015)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.