“Zâtıma mir’ât edindim zâtını
Bile yazdım adım ile adını”
Aşağıdaki makalede, Süleyman Çelebi’nin Mevlid adıyla meşhur olan Vesiletü’n-necât’ında, Refref’in Zuhuru faslında yer alan “Zâtıma mir’ât edindim zâtını / Bile yazdım adım ile adını” şeklindeki beyit dil, İslam ontolojisi bağlamında kelam ve İslam metafiziği anlamında tasavvuf yönlerinden -ana hatlarıyla- ele alınacaktır.
Çünkü, bu beyitte söyleniş olarak ilk bakışta çok sade görünen mana, neredeyse her kelimenin zikrettiğimiz üç yönde ayrı ya da müşterek suretler taşıması cihetinden üzerinde düşündükçe derinleşmekte ve giderek Tanrı - âlem - varlık bilgisi, zaten Cevâmîü’l-kelîm olarak nitelenen Hz. Muhammed’de (s.a.v.) birleştirilerek, İslam inancının sair şeriatlara göre en öncelikli ve en büyük farkı olan Tevhid’e bağlanmaktadır.
Bu sebeple mezkûr beyitteki mana genelde felsefenin konusu olan parça-bütün ilişkisini de aşarak dil yönünden belâgatın / edebi yetkinliğin, kelam ve tasavvufun konusu hâline gelmektedir.
1.
Zat:
Kamus-ı Türkî’ye göre müennes bir kelime olan zat kendi, nefis; sahibe, mutasarrıfe, mâlike, hâ’ize, ehil demektir. Çoğulu zevâttır.
Mir’ât:
Ahter-i kebir’de gözgü / ayna olarak açıklanan mi’râtın çoğulu merây / mer’â ve merâyâ olarak belirtilmiştir.
Misalli Sözlük de zat kelimesinin anlamını örneklendirmek suretiyle daha genişçe şöyle açıklamıştır:
“1.Kimse, kişi, şahıs, özellikle saygıdeğer kimse: Çünkü bir zât-ı şerîfin türbesi vardı (Ömer Seyfeddin). Harb-i hâzıra dâir konuluşurken bir zat dedi ki... (Cenap Şahâbeddin). Siz o zâtı daha evvelden tanıyorsunuz, daha iyi bilirsiniz (Peyâmi Safâ). 2. Bir şeyin ta kendisi, maddi varlığı, maddi varlığının özü, öz varlık: Meselâ şarabın içine tuz konsa bozulup sirke olur; zâtı bozulduğundan artık şarap olamaz (Ahmet A. Konuk). 3. Bir varlığın hakikati, hüviyeti, mâhiyeti: Zâtıma mir'ât edindim zâtını / Bite yazdım adım ile adını (Süleyman Çelebi). Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Şeyh Galib). Hakk'ın zâtı, nefsi, kendi dediğimiz zaman O'nun idrak edilemeyen hakikati ve varlığı zamandan, mekândan, madde ve cisimden münezzeh sâdece kendine mahsus olan hakikati kastedilmiş olur (Mustafa Tahralı).”
Bile - Yazdı:
Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü’ne göre kökü “bil”; Anadolu / Türkiye Türkçesi ağızlarındaki türevleri bilem, bileme, bilen, bilene, bileneg, bilenek, bile, bille, billikle, biremle, birle-, bürüle olan bile kelimesi “bir araya getirmek, toplamak” demektir.
Beyitteki şekliyle bizle-yazdı’nın bizim zamanımızın edebiyatındaki en meşhur kullanımı Behçet Necatigil’in Bile/Yazdı adlı eseriyle olsa gerektir.
Bile/Yazdı, Necatigil’in, (kendi kelimeleriyle) Türkçenin çok yönlü anlatım imkanlarına tanık, tek sözcükte ya da sözcükler arası anlam kaymalarına yaslanan şiirlerin, şiir uçlarının, Divan şiirindeki müfred’ler, mısra-ı bercesteler gibi düşünülebilecek olan mısraların yer aldığı kitabının adıdır.
Necatigil, okurunu fazla yormak istememiş ya da zamanla Divan şiirinden çok uzaklaşılacağını gözetmiş olmalı ki, kitabına Bile/Yazdı adını vermesinin nedenini kendisi bizzat şöyle açıklamıştır:
“Bir adda kaç anlam? Görünüşte bir, aslında çok adı var bu kitabın. ‘Bile’ ile ‘yazdı’ arasına o eğri çizgi, birçok anlam aynı anda düşünülsün diye kondu.
‘Bile’ sözcüğünün, dilbilgisinde, belirteç ve bağlaç olarak, eylemin umulmazken olduğunu ya da umulmayan biri tarafından yapıldığını ya da umulmayan bir tümleçle ilgisini belirten örnekler, örneğin Türkçe Sözlük’te ‘Bile’ maddesinde bulunur.
‘Bile’ eski metinlerde ‘birlikte, beraber’ anlamında da kullanılıyordu. Bile ağlardı ağlasan enhâr / Bile inlerdi inlersen kûhsar (Sen ağlasan nehirler de birlikte ağlardı / İnlesen dağlar da beraber inlerdi. –Başka örnekleri için Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü’ne bakınız: Cilt 1, 1943, sayfa 99-100). Yani şiir üzerine düşünceler yazma işine bu satırların yazarı da katıldı.
Bu ‘birlikte’lik üzerinde durunca ‘Bile yazdı’nın bir anlamı da ‘Onları (başka şeyleri) yazarken bunları da yazdı’ olabilir sanıyorum.
Bir de ‘-eyazmak’ var, yani ‘yaklaşma’ fiili. Düşe yazmak, öle yazmak. (Az kaldı düşüyordum, az kalsın ölüyordu). Yazmak fiili burada sözlük anlamından kopuyor ve gövdeye, ilk fiile ‘yakınlık’ anlamı veriyor. İmdi ‘bileyazmak’ta da, bir yandan ‘bilmeye yaklaşmak, neredeyse gerçeği bulmak’ anlamı olduğu hatırlanmalıdır.
Bu beylik bilgiler; sadece, sözcükleri tek anlama almaya, akla ilk gelen veya en yaygın anlamında kullanmaya, görmeye alışmış olanları biraz uyarmak için tekrarlandı. Bilenler bağışlasınlar!”
Necatigil’in dil yönünden bunca detay vermesine rağmen, “Bilenler bağışlasınlar!” ricasıyla okuruna ‘pes’ dedirten bir rikkate ve nezakete sahip olduğunu vurgulamakla kendimizi yükümlü hissederiz, ancak onun “bile yazdı”nın neredeyse tek örnek olarak ilkin Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde geçtiğini söylememesini de -nedeni her ne olursa olsun- bilgiyi saklama, en azından yaşadığı siyasi şartlara tabi bir korkaklık olarak niteleriz.
Necatigil’in kendi kullanma maksadı bağlamında bile yazdı’ya yüklediği yukarıdaki anlamlara şunları da eklememiz gerekmektedir:
Onun da örnek olarak verdiği Taşlıcalı Yahya’ya (v. 1582) ait beyitteki “bile”, “de / dahi” anlamında okunabilirken, fiil olarak bil, bileyazdı şekliyle, hatırlamasına ramak kaldı, duymaya durdu, nerdeyse o öyle olacaktı gibi anlamları da yüklenebilmektedir.
Buna göre bileyazmak, duyayazmak ya da göreyazmaktan farklı olarak, salt yazmak’la birlikte çok daha geniş bir anlam yelpazesine oturarak, yukarıda belirttiğimiz ilim alanlarına yerleşebilmektedir.
Buna rağmen, Kamus-ı Türkî sahibi Şemseddin Sâmi’nin bile kelimesini beraber, ma’an, hatta, velev kelimeleriyle karşılayıp, Taşlıcalı Yahya ile Süleyman Çelebi’deki kullanımlarını ıskalamış olması, yine Redhouse’a kadar birçok sözlükçünün de onu izlemiş bulunmaları ancak kendilerinin ilgi dünyasıyla ya da seviyesiyle izah edilebilir.
Bile ve yazmak kelimelerinin ikisinde birden bile-yazmak terkibine yer verilmese de, en azından iki kelimeye hatırı sayılır bir yerin ayrıldığı Çağbayır Sözlüğü’nden yazmak’la ilgili şu alıntıyı yaparak dil yönünden yürüyüşümüzü tamamlayabiliriz:
Yazmak: 1. Söz ya da düşünceyi özel işaret ve harflerle ifade etmek. 2. Süsleyip bezemek; resmetmek; nakşetmek. 3. Yazı ile anlatmak. 4. Yazıya aktarmak. 5. Bir yazı içinde anlatmış olmak. 6. Mektupla bildirmek; yazı ile bildirmek. 7. Bir bilim ve sanat eseri meydana getirmek, 8. (Sayaç vb. için) rakam ile niceliği göstermek. 9. Kayıt etmek. 10. mecaz. (Doğaüstü güçler için) alınyazısı olarak belirlemek. 11. Yazıda kullanılan işaretleri öğrenmek, 12. Yazı gereçleri ile harfleri oluşturmak. 13. (Kalem, tebeşir vb. için) yüzey üzerinde iz bırakmak. 14. Yazarlık yapmak; yazar olmak. 15. Yazılarında belli bir üslup kullanmak. 16. Gelin yüzü süslemek. 17. Büyü yapmak…
2.
Seyyid Şerif Cürcânî Şerhu’l-Mevakıf’ını, Adudüddin el-Îcî’nin el-Mevâkıf’ındaki ilk bahis olan Cenab-ı Hakk’ın zatı, sıfatları, filleri ve hâline dair kayıtları şerh ederek başlatır ki, konumuzla doğrudan ilgisi itibariyle oradan sadece şu kısmı öne almamız yeterli olacaktır:
“O, (…) Ferd'dir, başkasıyla cinsdeşliği olmadığından eş ve çocuk gibi çifti yoktur. Samed'dir, bütün ihtiyaçlarda O'na gidilir. (…) Sıfatlarında kendisine ortak olan benzerlerden ve zâtının hakikatinde onunla uyuşan denklerden münezzehtir. Celâl sıfatlarıyla muttasıftır. (…) Allah'ın celâli de büyüklüğüdür. Eksiklik şaibelerinden berîdir ve zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde kemâl yönlerini toplayandır. Bütün bunlarda başka varlıklardan müstağnidir ve zikrettiğimiz hususlarda hiçbir şeye muhtaç değildir. Bütün ilimleri bilir. (…) O’nun ilmini gerektiren şey, zâtının özel oluşudur. O’nun zâtının bilinenlerin tamamına nispeti eşittir ve dolayısıyla ilminin onları kuşatması zorunludur.”
Dilde -cisim ve başkası hakkında kullanılması nedeniyle- zâtın daha genel, sadece cisim hakkında kullanılması nedeniyle de daha özel olduğunu söyleyen İsmail Hakkı Bursevî, Kitabü’l-furûk’unda zât kelimesinin müennes olması bakımından kimi dilciler tarafından Allah’a nispet edilmesinin uygun görülmediğini ancak kelamcıların bu tabiri çok sevdiklerini belirterek, Taftazanî’nin etimolojik incelemeyle onu müenneslikten çıkardığını, Zemahşerî’nin de Allah için kullanılabilirliği hakkında olumlu görüş belirttiğini iletir.
Salt bunlardan baktığımızda mezkûr beytin anlamı esasında kelamdan öğrenilebilecek hususların tenzih merkezli olduğunu görürüz. Böylece beytimizde tenzihi ihlal eden bir durum olmamakla birlikte, ondaki asıl mananın kelamdan değil ancak tasavvuftan devşirilebileceği ortaya çıkmaktadır. Çünkü mısradaki iki zat kelimesi arasına giren mir’ât kelimesi zat lafzının bu mecazla birlikte düşünülmesini zorunlu kılmaktadır.
3.
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde Bâlî-i Sofyavî’den nakledildiğine göre, “Mir’ât (ayna), ancak yoğun bir karanlıktan ve gayet ince bir aydınlıktan meydana gelir. Âdem’siz âlem ‘…cilalanmamış ayna gibi idi. İlâhî hüküm îcâbı…’ yani Hakk’ın hükmü gereğince ‘…bir mahalle şekil verince’, o mahallin, Allah Teâlâ’nın ona şekil vermesi sebebiyle (o şekli) ilâhî bir rûh olarak kabul etmesi gerekir. ‘O (Allah) onu,’ yani ilâhî ruhu, ‘…ona (Âdem’e) üflemekle tabir etmiştir.”
Hür Mahmut Yücer’in Temsiller’indeki tespitiyle ayna, tasavvufta bizatihi semboldür ve “o tekabüllerin, bir mertebeden diğerine geçişi sağlayan şeyin ilham edicisidir. Rab ile kul, Hâlık ile mahluk ve Hakk ile âlem arasındaki ayniyet ve gayriyet, bir şahıs ve aynadaki görüntüleri arasındaki münasebet gibidir. Her bakımdan ve her yönden ne bir ayniyet ve ne de bir gayriyet vardır neticesi çıkarılmaktadır.”
Bu iki tespit, bu tespiti, Ekrem Demirli’nin İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-hikem’inde yer alan “Muhtaçtır hepsi hiçbirisi doygun değil” mısraı için yaptığı şu şerhte daha açık hale gelmektedir.
“Bu cümle, İbnü'l-Arabi'nin ‘ilah-ilah sahibi’ ilişkisini, görelilik ve tamlama ilişkisi olarak görmesiyle ilgilidir. İbnü'l-Arabi, âlemin varlık sebebini Tanrı'nın bilinme arzusu saymıştı. Bu arzu, Tanrı'nın âlemle ilgili bir maksadının olduğu ve bir yönüyle bu maksadın gerçekleşmesine ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. Böylece İbnü'l-Arabi, 'mümkün-zorunlu' ilişkisinde daha önce dile getirilmemiş bir düşünceyi dile getirmiş olmaktadır. O da Tanrı'nın belirli bir ilişki tarzıyla âleme muhtaç olmasıdır*. Bu ilişki, görelilik ilişkisinin gerektirdiği bir sonuçtur ve İbnü'l-Arabi, meseleyi sürekli olarak görelilik ilişkisine atıf yaparak açıklar.”
Yine de bu yorumlarda öncelenen ilah-melûh, rab-merbûb ilişkisinde dil konusu kapalı bırakılmıştır. Söz manasında kelamdan hareketle söyleyecek olursak, aslında bu mir’âtın sır’ı dilden başka bir şey olamaz. Zira Abdülcebbar en-Nifferî’nin Mevakıf’ındaki söyleyişiyle “Ne harf cehle iltica edebilir, ne de cehl ona. Harf ilmin delilidir ve ilim de harfin madenidir. Harfin yoldaşları keşften perdelenmişlerdir ve manalarıyla safları arasında kaimdir. Harf, iblisin cehlidir.”
Bu nedenle hakikatin dili mecazi olmaz; bu bahiste mecaz gibi görünen şey, hakikatin özel keşfi gerektiren bir cephesinden ibaret olabilir. Dolayısıyla muhatabı olduğumuz manaya göre ne ayna vardır ne de aynaya bakan ya da beyte konu olan ilâh-melûh ilişkisinin varlığı bizzat aynadır, kendini o aynada göremeyen a’yndan, aynîlikten, esmâdan… kısaca varlık zevkinden nasibini almamıştır. Bu zevkin tahakkuk etmediği dil, şeytanın nefesiyle işgal edilmiş demektir ki, nefesin olmadığı yerde ses, sesin olmadığı yerde harf kendi hakikatine göre zuhur etmez; zevk bahçesinde buluşmak ve katışmak ise zaten harfi gerektirmez.
Bunlardan hareketle Süleyman Çelebi’nin “Bile yazdım adım ile adını” derken, Kelime-i Tevhit ile Kelime-i Şehadet arasındaki tenzihe layık -genel olan- zât ile Peygamber olarak -özel olan- zat arasında İlâh’tan şahsa dönen bir ilişkiyi kastettiğine hükmedebiliriz. Elbette bunu muahhar devirde dile sokulmuş bulunulan Tarikat-ı Muhammediye kavramıyla izah etmemiz de mümkündür. Nitekim Hüseyin Vassaf Mevlid Şerhi - Gülzâr-ı aşk adlı değerli eserinde mezkur beytin şerhini bu kavram etrafında yapmıştır.
Oysaki, bile kelimesinin bir araya getirmek, toplamak anlamını hatırladığımızda mana tahtında asıl vurgunun Kelime-i Tevhit ile Kelime-i Şehadet’in ilişkisine mahsus olduğunu anlarız. Bunlarsa ancak dile / kelama girdiklerinde hem tenzih esasında bir ayrıma hem de Resûlullâh’ın bütün hakikatleri ve isimleri kendinde toplayan anlamında Cevâmîü’l-kelîm oluşunda tümlenmeye durdukları için Zat’ın zâta dönmesindeki ve Zat’ın Kendi adına zâtın adını eklemesindeki tenezzül, aynı zamanda mir’âta sır olan dil sayesinde sır’ı ve bu sayede gözgüde görünürlüğe çıkmayı da yine kendinde tümlemektedir.
Netice olarak, “Zâtıma mir’ât edindim zâtını / Bile yazdım adım ile adını” beytini şöyle anlamamız mümkün olabilmektedir:
“Ben senin eşi, dengi, ortağı ve benzeri olmayan, doğurmayan ve doğrulmayan, hiçbir şeye ve kimseye muhtaç bulunmayan, kendisinden başka hiçbir şeyin bâkî olmadığı Rabbinim. Seni Kendime kâmil bir merbûb -Cevâmîü’l-kelîm- olarak seçtim ki, sana verdiğim akıl ve duyularla mukayyet dil nimetim yoluyla benim ilahlığımı âlemin kendisinde gösteresin ve sonra kendi göstermene seninle vaz’ ettiğim şeriatımla şahitlik edesin. Bunun için Kelime-i Tevhidime senin adını şeriatımla bitiştirdim!”
Zira “Seni bulan Beni bulur ve seni kaybeden Beni kaybeder / Seni bulan seni kaybeder ve seni kaybeden seni bulur.” (İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâr – Şahit ve Anlattıkları)
(Süleyman Çelebi’nin İzinde Buluşmak: Merhaba, edt.: Bilal Kemikli, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayını, Bursa 2022)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.