Menu
ŞEHRE DAİR BİR VAVEYLÂ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ŞEHRE DAİR BİR VAVEYLÂ

ŞEHRE DAİR BİR VAVEYLÂ


Çağımızda, çocukluğumuzun ya da gençliğimizin şehirleri giderek değişik tehlikelerin sınırına girmekte ve yıllar önce zihnimize yerleştirdiğimiz o güzel, o anlamlı ve şehre hayat veren o munis görüntüler bozulmaktadır. Bu tehlikeli durumlardan biri; şehir kavramına ve şehir kimliğine aşina kişilerin azalması ve hatta neslinin kesilmesidir. Bu ise, şehirlerin geleceği açısından büyük tehlike oluşturmakta, şehirlerin kendine has kimliği geriye dönüşsüz bir noktaya taşınmaktadır. Zira; "İç göçün insan malzemesini kırk elli yıldır harmanladığı, yerlilik kavramının anlamını âdeta unutmuş şehirlerde, bu gibilerin nesli ya tükenmiştir ya tükenmek üzeredir.”

Oysa, “Şehirlerin, tarihi ve kültürel kimliklerinden dolayı, dönüştürme özellikleri vardır.” yargısına göre, şehre gelen insanlar, süreç içersinde, o şehrin bir parçası olmalıdırlar. Ancak, yukarıda bahsettiğimiz durum, göç edenlerin referans alacak ve davranışlarını özdeşleştirecek ‘şehirli’ bulamamalarına sebep olmuştur ve şehri tanımaktan kaynaklanan sevmek ve sahiplenmek duygusu, göç dalgasının getirdiği bu insanlarda yeredememiştir. Bu mesele, sadece büyük şehirlerin değil, günümüzde artık Anadolu’nun giderek büyüyen şehirlerinin de önemli bir problemidir. Bu problem; şehirli kimliğini edinip, öncekilerle birlikte huzur içinde yaşamayı ve benimsemeyi öğrendiğinde, onun ardından da kendini o şehre ait hissetme ve koruma süreçlerini aştığında ortadan kalkacaktır.

Ne var ki, göç ile gelenler için ‘ideal modeller’ kendilerinden birkaç yıl önce gelen, ekonomik anlamda imkân sahibi olmuş kişilerdir. Bunlar için, medeniyetin ortaya koyduğu şehir kültürü ve sanat eserlerinden bahsedilemez. Şehirleri yıkarak para kazanan barbarların yaşadığı bir yer haline dönüştürenler için, düşünce ve sanat kaygısı altında taşa şekil veren ustaların ortaya koyduğu el emeği göz nuru şaheserlerin bir önemi yoktur. Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığı bir hadise, şehirlerin şehri İstanbul’un nasıl yok edildiğinin resmi gibidir:

“Osmanlı’nın taş ustaları dünyanın en iyi ustaları imiş, Eyüp Mezarlığı’nın mezar taşı ustalarından birinin oğlu ölmüş, o güne kadar bir çok önemli devlet adamına mezar yapan usta, oğul acısıyla, tam iki yıl hüzünlenerek, şaheser sayılacak bir mezar taşı yapmıştır. Bu mezar 70’li yıllarda yol yapımı sırasında dozerle yıkılmıştır. Çalışanlar mezarı yıkmakla kalmamış, taşlarını kırarak yola katmışlardır. O şaheserin belediye yöneticileri ve çalışanları için ‘sadece bir taş’ olmaktan başka anlamı yoktu anlaşılan.”

Bilgisiz, bilinçsiz, idraksiz ve kültürsüz zihniyetler bu kötülüğü sadece İstanbul’daki bir mezara değil, Anadolu şehirlerindeki birçok nadide esere de yapmışlardır. Bugün çocukluğumuza dair hatıralarımızın geçtiği mekânların ne kadarını çocuklarımıza gösterme imkânına sahibiz? Ya da; herhangi bir şehirle ilgili yazıda geçen bir evi, bir hanı, bir hamamı ve hatta camii, medreseyi, bugün oraya gittiğimizde eğer yerinde göremiyorsak, yaşatılmaya çalışılan şehirden değil de, yok etmeye çalışılan ve zamanın insafına terk edilmiş bir şehirden sözedebiliriz.

Onun içindir ki; şehirlerin eski sakinleri yaşadıkları yeri tanıyamamakta ve aşinası, dostu, seveni oldukları şehrin giderek samimiyetten uzak, iç karartan ve yalnızca göğün göründüğü bir şekle dönüşmesine acı içinde tanık olmaktadırlar. Yeni nesiller, imparatorluklar kurmuş bir milletin ahfadı olduklarını ancak kuru ders kitaplarındaki renksiz ifadelerden işitmekte, günlük hayatlarında ise bu onuru hissettirecek fiziksel yapıların giderek ortadan kaldırılmaları ya da kişiliksiz, kimliksiz yapılarla etraflarının sarılmaları neticesinde, sahip olduğumuz tarihi miras ve sorumluluğa giderek daha az ilgi duymaktadırlar.

Yüzyıllar boyunca gelenekler, alışkanlıklar, manevi değerler ve daha başka davranışlar sonucunda oluşturduğumuz kültürel hayat, büyük bir hızla hafızalarımızdan siliniyor. Şehrin kültürel dokusunu; o güzelim, o iç ferahlatan, huzur veren görüntüsüyle canlı tutan eski eserler ve onlara yakışan bir nizam, bir düstur, bir estetik içerisinde buralarda oturan insanlar oluşturur. Tabiidir ki, eskinin mekânlarının insana bahşettikleri huzuru, saadeti, hayatın içindeki yerlerini bugünün insanları da çocuklarına taşıma arzusunu duyabilmeliler ki, şehrin dokusu canlı kalabilsin.

Çünkü, “Her zevk ve yaşama biçimi, hayatı algılama, toplumun beslediği değerlerin terkibiyle şekillenir. Bu gün gravür, minyatür ve fotoğraflarda görülen, şehrengiz ve surname tipi Osmanlı kaynaklarında ifade edilen bu güzellikleri yeniden eski ihtişamıyla diriltmek mümkün değildir. Fakat günümüzün yıkıcı ve de değiştirici vandalizminden şehri bilinçli bir şekilde korumamız gerekmektedir.”

Ne var ki, şehirde adım attığınız birçok noktada, eskiden burada şöyle güzel bir ev vardı, şurada serin gölgeleri altında oturulan ağaçlarla süslü, iki katlı bir kahve, şurada falan, şurada filan diyorsanız, şairin deyimiyle, “o şehirden öç almanın vakti ” gelmiş de geçiyordur bile...

Hem zaten “Nice zamandır çarşılarımız kenevir, kandil gecelerimiz buhur kokmuyor. Çünkü şehirlerimiz, modern zamanların kasırga misali güçlü rüzgârı karşısında birbirini andıran apartmanları, vitrinleri, dükkânları, parkları, meydanları, sokak ve caddeleriyle sıkıcı ve sıradan bir ortak zevksizliğin bayağılaştırdığı tekdüzelik örneğine dönüşmeye başladı. Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oluyor.” (Ethem Baran,"Şehirlerin "Şehir" Üzerine Düşündürdükleri", Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Temmuz 2003, Sayı 41) Oysa mekânın insana çağrıştırdıkları, hissettirdikleri ve düşündürdükleri önemlidir. Atalarımız da bunu bildikleri için, hayatlarının büyük bölümünü geçirdikleri, sohbetin, muhabbetin tadına vardıkları, çoluk çocuğa karıştıkları, kısacası; doğdukları, yaşadıkları ve göçtükleri yerleri inşa ederken, işin ruhla ilgili yanını da ihmal etmemişler, geleneksel hayat tarzının yaşandığı, rahatın ve huzurun misafir edildiği, “o sımsıcak yapıları” meydana getirmişlerdir. Ne yazık ki şehirlerimizin çoğunda, bu gün onlardan pek azı elimizde kaldı ve bunlara da gerekli ihtimamı, ilgiyi, dikkati gösterdiğimiz söylenemez. Onun içindir ki, belki koca bir tarihi, eski evlerle birlikte yokettik.

Halbuki büyük bir millet o evlerde yaşadı ve sohbet etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler o evlerde dile getirildi. O mekânları öyle hesapsız ve kitapsız bir hızla yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, işin bu yönünü, yani onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik.

Belki de asıl kaybettiğimiz; “Bütünüyle insan ilişkileri, eski doku, insanî boyutlar ve bütün yaşanmış zamanlardır. "

Ama ne olursa olsun, nasıl olursa olsun; “Şehirlerimiz biz onları yazdıkça ve onları içimizde yaşattıkça ruhlarından ayrılmayacaktır. Herkesin bir şehri vardır; dönüp dolaşıp geldiği, gerçekte değilse bile düşlerinde yaşadığı ve yaşattığı... En acısı, peşinizi bir türlü bırakmayan şehrinizi eskisi gibi bulamamak, her geçen gün biraz daha yitirmektir, Gülten Akın"ın dediği gibi:

"Doğduğum kente gittimdi, bazı pasları silmeye. Yerinde görmeye bazı taşları, bazı oyukları. Saçlarımı yine uzun tuttumdu bir ağırlık olsun diye. Dışarlıklı bir pabuç giydimdi. Yitmesin gelişim diye tozda toprakta.

Gülten"i Yozgatlı demesinler bundan böyle, nerde ölürsem oralı olayım.

Doğularda, yolsuz dağların, soğuk suların başında öleyim." (Ethem Baran, a.g.y,)