“Tren uzun bir tünelden çıkıp karlar ülkesine girdi.”
Karlar Ülkesi, Yasunari Kavabata
Kar ey!
“Kardır yağan üstümüze geceden” … Dıranas’ın “saf rü’yâ”sıdır kar, Yahya Kemal’in “bin yıldan uzun bir gecenin bestesi”.
“Lambayı yakma, bırak” diyor Nâzım. Yakma! “Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta” … Canlanıp duran hâtıralar değil çocukluğumdur. Âh o kar izine karışmış yıllar!
“Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.”
Çocukluğumun kara düşen yansıması
Pikaplı seneler… “Öyle bir geçer ki zamân” diyor plâkta Erkin Koray. Sesler ve sûretler… Huşû içinde belli belirsiz bir yüz, buğulanmış aynadaki akis gibi. “Ey kış!” Hâmuş ol! Babamın Kur’an okuyan yağız tınılı, müşfik sedâsı kulağımda dinleniyor. Bu bir tilâvet değil geceyi bölen mûsikî ziyâfeti…
“Sesin nerde kaldı, her günkü sesin”
Nerde?
Kar benim için annedir, sarı sıcak. Onun perde perde değişip solan mahzun yüzüdür, her kış!
-Anne yine kar yağıyor!
“üstümüze inceden”
Tılsımlı birer inci sanki, o lahza dağılıveren. Kar yağıyor anne! Mûnis bir tipiyle savrulmuş akşamdan…
“ve ben hatırlıyorum.”
Akkora dönmüş sobanın gürül gürül sesi, dışarda usul usul yağan kar sesine imreniyor. Sobada fokurdayan çaydanlık, fırında annemin közlenmiş patateslerinden sızan o eski râyiha… Ve bir karanfil kokusu ki keskin, kaplamıştır bütün sabahı.
Annemin gözlerinde “ince ipekten” yeşil bir hüzün. Ve hep aynı tonda seyreden sesleniş: “Kalkın artık öğle oldu, göbeğinize dek doğdu gün.” Pembe çiçek açmış sardunya, çilli begonya ve kırmızı cam güzeli arasından gülümseyen günün ilk ışık huzmeleridir, kar seslerine karışan…
“Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!”
Dıranas’ta kar “Allah aşkına, gök, deniz aşkına” yağar buram buram. Sinop Erferek’te kendi elleriyle inşâ ettiği ahşap köşkünün penceresinden hayranlıkla temâşâ eder dururmuş yağan karı. “Sırf unutmak için”dir bu seyrediş, unutmak için “büyük yalnızlığını dünyanın.”
Cahit Sıtkı’da “beyaz bir sükût”tur “mahşer gibi” yağan kar; Monet için karda trendir.
“Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış” diye soruyor Edip Cansever. Cansever’in karı, tezatlar bütünüdür. Kar, yangındır onda:
“Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış,
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden”
Tanpınar’da kar, Boğaziçi’dir. Huzur’un Nuran’ıdır.
“Bir gece evvelinden başlayan yağmur, şimdi kara çevirmişti. Nuran, karlı havada Boğaz’ı çok severdi.”
Yeraltından Notlar’da kaybediştir kar. Dostoyevski’nin paltosunun, ceketinin, kravatının altına giriyor, oralarda eriyordu:
“Kendimi bundan korumaya çalışmıyordum; çünkü ne de olsa her şeyi kaybetmiştim artık!”
Hani bir türkü diyor ya “Kar yağar bardan bardan” … Kar herkes için aynı yağmaz. Bazılarının üstüne romantik, bazılarının üstüne trajik yağar. Sımsıcak bir evin penceresinden seyredenler için uçuşan büyüdür kar, “bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş”. Muhtaçlar ve kimsesizler için sefâlettir, beyaz kâbus…
Ümit Yaşar’da yağıyor kar, “ağarıyor çirkin yüzü merhametsiz sokakların.
Kar, sessizce dünyânın sonuna yağıyordu Orhan Pamuk’ta; yoksulluk ve çâresizliğin hüküm sürdüğü, tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusunun içine işlediği, herkesin unuttuğu bir yerde.
“Kar yağıyor dışarda
sokak lambasına düşüyor
ve serçeler
üşüyor”
Evet serçeler üşüyor, damların ve bahçelerin yeni yağmış karı küreklerle çarçabuk boşaltılıyor. Yollara tuz serpiliyor.
“ve ben hatırlıyorum.”
Kar ve o hatıralar…
“Uzakta çocuklar kayıyorsa, kızaklar tahtadan yapılmışsa, kar dinmişse, soluk alıp tüy veren, birer sirk emeklisine benzeyen avcılar dönüyorsa avdan”, yazın hararetine inat kadem basmıştır Ülkü Tamer’in kışı. “Dinmez boşluklarda karın soğuk ve sürekli ısrarı” … Ben tutmuşum yine okul yolunu. Sabahın kör vaktindeki süt beyazlık, menzile kandil tutan iç aydınlığım sanki. Çatılardan mızrak gibi sarkan sipsivri buz kütleleri, ha düştü ha düşecek! Buzlu yolda âheste âheste yürüyorum, ha düştüm ha düşeceğim.
Kar kesti yolumu…
“Bir kış gecesi eğer bir yolcu” iseniz İtalio Calvino gibi, bir de yollar kapanmışsa üstelik bir metre de kar yağmışsa… Önümüzde Ay’ın gümüşî ışıklarıyla açılan bembeyaz bir patika. “Her garipsi ayak izi kar içinde” … Ve bu ayak izlerinin ritmine sığınan bir yürüyüştür bizimki.
Edvard Munch’un geceleyin kar yağarken yürüyen insânlarını andırıyoruz. Üç kişiyiz biz. Yaşlı ve bilge olan elindeki kandili ve upuzun sopasıyla önden ilerliyor, yolu açıyor. Onun ayak çukurlarına basa basa, düşe kalka ilerliyoruz, durmaksızın yağan kara inat. Ter ü tâze çiçeğin, çiğdemin, başkaldırısına benzer bir direnme.
“Gülüşümü ıslattım —kar yağdı bütün gün—
Daha yağsın”
Havada ayazın yakıcılığı yok. Kar kristalleri soğuğu ve sesi yutuyor, her ses geceye veda ediyor, müthiş bir sessizlik oluşuyor. Gökte Ay yerde dinginlik… Kaç kilometre yürüdük, bilmiyorum. Karla lirik buluşmamız sona eriyor. Kesiyor yolumuzu kar, tâkatsiz bırakıyor sonunda.
Bir dostun evine iltica…
İnsân gece gece yolda kalırsa ne yapar? Âşinâ bir kapıyı çalmanın dışında.
“Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak”
Şaşkın bakışlar arasından sıyrılıp sobaya doğru yöneliyoruz. Önce ısıtıyoruz buz kesmiş ellerimizi, sönmeye yüz tutmuş sobada. Sonra esmer buğdaydan pişirilmiş “poğaça” denilen ekmek, çelik tabaklarda ikram edilen pilav ve kuru fasulyeyle doyuruyoruz karnımızı. Çok odalı ahşap evin kırkıncı odasında rüyâya dalıyoruz. Yahut Nuri Bilge Ceylan’ın “kış uykusu”na mı? Kar gözümüzde, “üflenen bir mum gibi” sönüyor.
“Çöl ve deniz, kitapların uzak masallarıydı ama kar alınyazımızdı.”
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.