İbrahimî dinlerin ülkesi KUDÜS
Sezai Karakoç’un söyleyişiyle, gökte yaratılıp yere indirilen şehir.
Hz. İbrahim’den gelen iki oluk: İsmail ve İshak.
İsmail Peygamber’den türeyen Kureyş boyu Arap kabilesi; Filistin’de yetişen İshak’ın on iki oğlundan İsrail ( Allah’ın kulu ) unvanını taşıyan Yakup Peygamber soyundan gelen İsrail oğulları.
İki kardeşten gelen nesil, bitmeyen kavga…
Arapça ağıtlar, İbranice idealler…
Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler…
Üç dinin beşiği Kudüs! Hangi evladın yalnız senin, hangi evlatların sapmış?
Maide suresi 51. ayet der ki “ Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o, onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.”
Yabusiler, Hz. Davut, Babil Kralı, Persler, Makedonya Kralı İskender, Romalılar, Bizanslılar, Hz. Ömer, Haçlılar, Selahaddin Eyyubi, Memlukler, Osmanlı, İngiliz işgali, Siyonist güçler… Kimler geldi kimler geçti. Tarih boyunca nelere tanık oldun sen. Sana sahip olanlar, hükmetti dünyaya. Kimi adildi hükmederken kimi zalimdi.
Ey Kudüs! İzlerin ne kadar derin senin? Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. İsa, Âşığın Maşukuyla kavuştuğu Miraç’ta ismi güzel kendi güzel Hz. Muhammed…
Her yer nebiler kokusu…
İran’da tanınmış Mecusi bir ailenin oğluyken evden kaçıp hak dini arama yolunda Şam, Musul, Amiriye ( Sivrihisar’a ) gibi birçok yere giden, Hz. Muhammed’e ulaşma aşkıyla Medine’ye doğru yola çıkmışken aldatılıp köle olan, bir yolunu bulup amacına ulaşan ve sonsuz nuru arama yolunda “ Hakikat Merih yıldızında dahi olsa Selman onu bulur. “ hadisine nail olan Selman-i Farisi Hazretleri; büyük âlim Hasan Basri Hazretlerinin dahi evlilik teklifini “ Bir yürekte iki sevgi olur mu? Ben Rabbimin aşkıyla yanarken seni nereye koyayım. ”diyerek reddeden Allah dostu, kadın evliyaların piri, kız çocuklarımıza ismini verdiğimiz, Mısır direnişinin sembol meydanına adını verdiği Rabia Hazretleri…
Ne çok evliyalar kokusu…
Deniz seviyesinden alçakta en büyük alçaklıkların yaşandığı sapkın Sodom ve Gomore şehri, helak olan Lut Kavmi, Lut Gölü, ibret merkezi.
En çok çocuk bu topraklarda öldürüldü belki. Yetimlik, öksüzlük en çok bu coğrafyada paylaşıldı belki de.
Anlatılacak ne çok yaşanmışlığın var Kudüs. Nereden başlamalı seni anlatmaya?
Bir sabah vakti karşılaştık diye mi rüya sanarım Kubbetüs Sahra’yı?
İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanından 29 Ekim 2013, 21.20’ başlıyor yolculuğumuz. Bazılarında heyecan bazılarında kaygı gözlemliyorum. Eee ne de olsa herkesin “ Filistin’e gideceğiz. “ dediğimizde deli misiniz, ne işiniz var o sorunlu bölgede, dedikleri yere gidiyoruz. Bombaların sağanak sağanak yağdığı, camilerin yakıldığı, insanların yerinden edildiği, çocukların öldüğü kanlı coğrafya… Ve şairin şiirini şöyle yorumluyorum içimden : “ Ben gitmezsem sen gitmezsen kime kalır oralar, ya oradakiler yalnız ne yapar? “ ( Hele ki geçen yıl Kudüs’e giden turistlerin 3,5 milyonundan 45 bininin Müslüman olduğunu hesaba katarsak bu sayının çoğalması için çaba sarf etmemiz yakışık alacak olandır. ) 23.20’ de Tel Aviv – Ben Gurion havaalanına iniyoruz.Neredeyse elimizi uzatsak dokunacağız Kudüs’e. İner inmez sürprizlerle karşılaşıyoruz. İsrail polisi, pasaport kontrolünde arkadaşlarımızdan birini iki saat sorgularken aslında 27 kişilik Türkiye kafilesini keyfi bir şekilde bekletmiş oluyor. Otelimize geçişimiz de iki saat gecikmiş oluyor böylece.
Bu esnada havaalanında turist kafilelerini, kendilerine özgü kıyafetleri, aceleci tavırları ve olabildiğince ciddi halleriyle Yahudileri gözlemleme olanağı buluyorum. Yolun yorgunluğuna, havaalanında bekletilmenin sinir bozucu yan etkilerine rağmen heyecanla sabah namazını eda etmek için kaldığımız otelden Mescid-i Aksa’ya doğru yürüyoruz. Tel Aviv kâbusundan sonra en hüzünlü rüya oluyor Mescid-i Aksa.
NASA’nın açıklamasına göre uzaya fırlatılan her şey Kubbe’t- üs Sahra’nın paraleline geliyormuş. Bu yüzden de diyebilir miyiz ki dünyanın merkezi, mukaddes, masum ve mahzun şehir aç kollarını biz geldik, seni unutmadık.
Kısa bir yürüyüşün ardından tanıdık, güven veren surlar karşılıyor bizi. Kanuni’nin yaptırdığı surları görmek uzun zamandır görmediğim bir akrabama kavuşmanın hissini uyandırıyor. Surların içindeki eski şehri arşınlayarak yeşil kocaman bir kapıya varıyoruz. İşte ümmetin rengi diyorum çimden. Vardım toprağına yüz sürmeye diyesim geliyor ama arada bir karaçalı misali İsrail askerleri dikiliyor. Ve o an şaşkınlığım daha da artıyor. Cami’ye girebilmek için İsrail askerlerinin onayını almamız gerekiyor. İçlerinden biri peş peşe soruyor: “ Turist misiniz, Türk müsünüz, Müslüman mısınız? “ Müslümanım, dememin ardından pişkin bir şekilde Kulhuvallah oku, diyor. Sınava tabi tutulmama mı yanayım neye yanayım?
Neyse ki içeri giriyoruz. O an dünya duruyor benim için. Geniş bir alanda sağlı sollu çınar, selvi ve barışın simgesi zeytin ağaçlarını selamlayarak yürüyoruz. Aradan sarı saçlı masum kız çocuğunu andıran Kubbe’t- üs Sahra tebessüm ediyor adeta. Hep kitaplardan gördüğüm, belgesellerden izlediğim Kubbe’t-üs Sahra tüm ihtişamıyla karşımda. Ben yürüdükçe dünya duruyor sanki ve altımızdaki boşluktan İslam’ın atan kalbini duyar gibi oluyorum. Sabah namazını hemen yanındaki Kıble Mescidinde kılacağımızı söylüyor rehberimiz Bülent Bey.Öyle bir atmosfer ki o an…
En anlamlı dualar dökülüyor dudaklarımdan. Sanıyorum ki meleklerle saf tutmuşuz. Peygamberlerin kokusu ulaşıyor burnuma. Sabah vakti tanışmanın etkisiyle bir rüya etkisi yaratan Mescid- i Aksa’ya sonraki günler öğlen, akşam ve yatsı vakti de geliyoruz. Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı surlardan içeri girerken sokaklar, caddeler adeta dinler senfonisi dönüşüyor. Dükkânlar, seyyar satıcılar, fenafil satan lokantalar, tezgâhlardaki iştah kabartan hurmalar, nargileciler… Tarihi Kudüs çarşısında gezerken Kanuni Sultan Süleyman’ın anısına Süleyman Caddesini, Selahaddin Eyyubi anısına da Selahaddin Caddesinin hâlâ isimlerini devam ettirdiğini görünce tarihi duygularım kabarıyor. Ceddimizin izini her yerde görmek mümkün bu coğrafyada. Ve keşke “ Muhteşem Yüz Yıl “ adlı çok tartışılan dizide bu konuları da işleseler diye düşünüyorum. Tarihimizin haremden ibaret olmadığını gelecek kuşaklara aktarmak bilincinden yoksun olmamalıyız, diye umut ediyorum. Ve tekrar İsrail askerlerinin onayı ile Mescid- i Aksa’ya adım atıyoruz. Günün her saatinde cami avlusunda, caminin içinde çocukları görüyoruz. Öyle ki bazılarıyla sohbeti bile ilerletiyoruz. Anhar, Sıddık, İsa… Adeta Mescid-i Aksa’nın fedaisi gibiler. En sevdikleri ders bu kutsal mekânı tanıtmakmış. Onların varlığı içime bir huzur veriyor o an. Kubbe’t- üs Sahra’nın içinden bir mağaraya iniyoruz. Nefesim kesilecek gibi oluyor. İşte kutlu kaya Hacer- i Muallak ( Asılı Duran Taş )… Peygamberimizin Miraca yükselirken üzerine basarak yükseldiği kaya. Merdivenlerden indikçe gözlerim doluyor. Kalbim daha hızlı çarpıyor. Kayaların dili olsa da konuşsa diyorum. Anlatsa peygamberimizi, hissettiklerini. Peygamberimiz namazda kalkınca kafası çarpmasın diye içe geçen kayaya dalıyor gözlerim. Ve taşın merhametinden nasibini alan güzel peygamberimizi düşünüyorum. İçerideki dar alanda namaz kılanlar, Kur’an okuyanlar, yanında götürmek için kaya parçası arayalar, kayayı okşayanlar, fotoğraf çekenler, vaaz verenler, başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın hediye ettiği yerdeki halı… Tüm bunlar dikkatimi dağıtmasın istiyorum ve bencilce o atmosferi yalnız yaşamak istiyorum. Gözlerimi kapatıp Miraç anını düşlüyorum. O müthiş kavuşma anını.
İsra Suresi 1. Ayet der ki “ Subhânellezîesrâ bi abdihî leylen minel mescidil harmâi ilel mescidil aksellezî bareknâ havlehu li nuriyehu min âytâinâ, innehu huves semiul basîr. “
Ayetlerimizi göstermek için kulunu ( Hz. Muhammed’i ) Mescid- i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, sübhandır. ( tüm noksanlıklardan münezzehtir.) Muhakkak ki O, en iyi işiten ve en iyi görendir.
Bilim adamlarının hâlâ bulamadığı ışınlanmanın en güzel örneği Miraç anı. Âşıkla maşukun kavuştuğu gece. Belki de o yüzden Peygamberimiz “ Hiçbir peygamber benim kadar ıstırap çekmedi. “ demiştir. Kör testereyle başı kesilen peygamberlerin olduğunu düşündüğümüzde ilk başta bu cümle yadırgayıcı gelebilir ama bunu biraz daha derin düşündüğümüzde bu cümlenin anlamını çıkarabiliriz. Ne büyük mutluluktur ki âşık maşukuna kavuşsun. Hem de öyle bir yakınlaşma ki İsra Suresi’nin bir ayeti de şöyledir: “ ( Peygambere olan mesafesi ) iki yay aralığı kadar, daha az oldu. “ İşte bu kadar yaklaşmışken âşıkla maşuk, ayrılık ne acı olur kim bilir. Ve bu buluşmadan bir hediyeyle dönüyor Hz. Muhammed: Namaz.
Miracın en anlamlı mirası namazı… Kul ile Allah’ın buluşma anı. Rehberimiz Bülent Bey’in dediği cümle daha da anlamlı oluyor o vakit : “ Tek taş mı Beş taş mı? “ Miraç’ın mirası beş vakit namazın tadı bu ulvi mekânda bambaşka bir tat alıyor. Sonra aklıma 27 km olan utanç duvarın ardındakiler geliyor. Biz Türkiye’den gelip burada namaz kılabiliyorken kendi topraklarından kovulan Filistinli kardeşlerimiz utanç duvarını aşıp da yanı başlarındaki Mescid-i Aksa’ya kavuşamıyor. Divan edebiyatındaki bir türlü kavuşamayan âşıkla maşuklar geliyor aklıma. Ve onlar için de dua ediyorum ( duadan çok daha fazlasına ihtiyaçları olduğunu bile bile )
Peygamberler diyarında evvela ailenin büyüğü Hz. İbrahim’in makamını ziyaret için Urfa’nın kardeş şehri El Halil ( Hebron ) şehrine doğru yola çıkıyoruz.Yol boyunca dinlediğimiz şarkılardan biri beni sarsıyor. Bu şarkı Amerikalı sanatçı Micheal Heart tarafından Gazze soykırımı için bestelenmiş. “ We will not go down” ( Asla teslim olmayacağız ) adlı şarkının sözleri şöyle:
Beyaz ışığın kör edici flaşı
Gazze'nin semasını aydınlattı bu gece
İnsanlar koşuşuyor gizlenmek için
Yaşıyorlar mı yoksa ölüler mi; bilmiyorlar bile?
Tankları ve uçakları ile geldiler
Öfkeli ateşleri ile her yeri yakmaktalar
Hiçbir şey bırakmadan
Toz duman arasından bir çığlık duyuluyor
Asla Teslim olmayacağız
Bu gece de, savaşmadan
Camimizi, evimizi ve okulumuzu yaksanız da
İnancımız hiçbir zaman ölmeyecek
Asla teslim olmayacağız Gazze'de bu gece
Kadınlar ve çocuklar öldürüldüler her gece
Ülkelerin sözde liderleri
Kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışırlarken uzaklarda
Fakat onların kudretsiz sözleri boşunaydı
Ve bombalar asit yağmuru gibi düşüyordu
Fakat göz yaşı kan ve acının içinden
Karabulutların içinden yükselen o sesi hala duyabilirsin:
Asla teslim olmayacağız !
Asla Teslim olmayacağız
Bu gece de, savaşmadan
Camimizi, evimizi ve okulumuzu yaksanız da
İnancımız hiçbir zaman ölmeyecek
Asla teslim olmayacağız Gazze'de bu gece
Bu şarkı sözleri özetliyor her şeyi. Bir Amerikalı, insan olarak bu vahşete sözüyle sesiyle destek verirken ben ne yapabilirim, diye iç konuşma yapıyorum. Bu şarkı eşliğinde yol boyunca işgal edilerek yeniden yapılandırılmış Yahudi mekânlarını görüyoruz. Bir taş medeniyeti adeta. Tek tip, taştan yapılan modern yapılar…Yüksek taş duvarlarının ardındaki lüks taş evlerinin içinde taşlaşan kalplerindeki hırsı ve korkuyu hisseder gibi oluyorum. Yolculuk esnasında Enam Suresindeki 146.ayet geliyor aklıma: “ Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan ya da kemiğe karışan yağlar dışında sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram ettik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz. “ Onlar şimdi bu taş evlerinin ardında her an saldırmayı mı düşünüyorlar, diye geçiyorum içimden ya da korktukları için mi bu taş duvarlar.
Başımızı ne yana çevirsek İsrail bayrağıyla karşılaşıyoruz. Filistin’e özerk bölgelerde bile Filistin bayrağına tek tük rastlıyoruz. Bir tarafta metrelerce uzanan, 17 metreye kadar ulaşan utanç duvarı, duvarın ardında kaderine terk edilmiş çaresizlik içindeki Filistin… Yol boyunca gözetleme kuleleri ( Öyle ki biri bizi gözetliyorun son noktası )…Hüzün çöküyor ister istemez. Her yerde gözetlendiğinizi hissediyorsunuz. Surların içinde bile 472 kameranın olduğunu düşünürsek böyle hissetmemiz gayet normal. Otobüsten iner inmez ellerinde Filistin bileklikleri satan çocuklar kuşatıyor etrafımızı. Özgürlük gözlü, güzel yüzlü çocuklar… Rehberimiz elinizi cebinize atmayın yoksa baş edemeyiz diyor. Orada çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Halilür’rahman camiinde Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf peygamberlerin huzuruna varıyoruz. Peygamber zevceleri Hz. Sara ve Hz. Refika annelerimizin mekânını ziyaret ediyoruz.Cömertliğiyle, sofrasında misafiri eksik olmayan Hz. İbrahim’in huzurunda Allahumme Salli ve Bariği okumak ruhumu doyuruyor adeta.
Kudüs- ü Şerif’e dönüş yolumuz üzerinde babasız dünyaya gelen, daha kundaktayken konuşan, mucizeleri saymakla bitmeyecek olan Hz. İsa (a.s) efendimizin doğduğu Beyt’ül Lahim ( Betlehem ) şehrini ziyaret ederek Doğuş Kilisesine ( Navitvy Church ) ulaşıyoruz. Yoğun bir Hristiyan kalabalığıyla karşılaşıyoruz. Kilise içindeki freskler, din adamları, mum yakanlar…
Ertesi gün Eski Kudüs içinde yer alan Çile Yolu’ndan geçerek Kıyamet Kilisesi ve Hz. Ömer Cami’ni ziyaret ediyoruz. Kıyamet kilisesinde Hz. İsa’nın kefenlendiği taşa yüz sürüyor Hristiyanlar. Bu kilisede beni en çok etkileyen kilisenin üst kısmında pencereyi silmek için duvara dikilmiş merdiven oluyor. Şaka gibi gelebilir ama bu merdiven 1852’den beri orada duruyor. Kimse kıpırdatmamış. Ve öğreniyoruz ki bu merdiveni yerinde bırakan bir Osmanlı Fermanı. Gerekçe de şu: Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe olan “ Golgotha “ da inşa edilen bu kilisede Hz. İsa’nın yeniden dirileceğine inanır Hıristiyanlar. Farklı mezheplere mensup Hıristiyanlar bu kutsal mekânın temizliğinde anlaşamayınca kanlı kavgaya tutuşurlar. Hal böyle olunca Osmanlı, 1852’de fermanını yayınlar. O ferman şöyle
başlamaktadır: “ Kutsal mekânlara ben geleceğim, milimi milimine kimim nereyi temizleyeceğini belirleyeceğim. Bundan sonra bir taşı yerinden oynatanın kafası yerinden oynamıştır. Biline….” Bu ferman kilisesin önünde okunurken Ermeni bir papaz cama dayadığı merdivenin basamağında temizlikle uğraşıyordu. Papaz fermanla derhal aşağı indirildi ve merdiven orada kaldı. Ve 2013’te gözlerim bu merdivene, Osmanlı’nın hükmünün hala bu topraklarda geçerli olduğuna şahit oldu. Bir diğer önemli durum da bu kilisenin anahtarının Hz. Ömer döneminden bu yana Müslüman bir ailede olmasıdır. Nusaybeh ailesi yüzyıllardan bu yana Kıyamet Kilisesinin dev ahşap kapısını her sabah 04.00’te açıyor, kışları saat 19.00’ da, yazları 20.00’da kapatıyor. Ve bunu herhangi bir ücret almadan yapıyorlar.
Ardından Burak ( Ağlama ) Duvarı’na gidiyoruz. Haremlik selamlık olarak bölünmüş alan. Ellerinde Tevrat’a gömülüp yüzünü duvara dönerek dua edenler, niyetlerini bir kağıda yazıp Ağlama Duvarı’na sıkıştıran kadınlar…. Merak edip kâğıtların eskimiş olanından bir tanesini alıyorum. Neyse ki yazı İbranice değil de İngilizce çıkıyor. Batıl davranışları her yerde görmek mümkün. Ve dünyanın her yerinde istekler ortak:
Çocukları ve torunları için sağlıklı yaşam dilemiş bu kâğıdı yazıp Ağlama Duvarına sıkıştıran. Bir anne ne isteyebilir ki zaten… İslam’ın evladı da Kubbe’t-üs Sahra olduğuna göre acaba İslam’ın isteği ne? Şu anda Kıble Mescidi’nin altında kalan ve Yahudilerin kutsal saydığı Süleymaniye Mabedine ulaşmak için köstebek gibi yerin altını kazdıkları bilinmekte fakat bu duruma sessiz kalınmaktadır. Altı hep boşluk olan Mescid-i Aksa’nın bu kazılar yüzünden çökebilecek olma ihtimali ne kadar acı.
Asıl Mescid-i Aksa, yerin metrelerce altındaki miraç yolu, mabet, kütüphane, Hz. İsa’nın doğduktan sonra Hz. Meryem’in onu getirip yıkadığı küvet, Süleyman’ın mabedinden kalan duvar… Ne büyüleyici. Emrinde cinleri çalıştıran kuşların dilini bilen peygamber. Öyle ihtişamlı bir mabetmiş ki Süleymaniye Mabedi uzaydan ışıltısı görülebilirmiş. Neml Suresi’nde Saba Kraliçesinin bu mabede girerken eteklerini ıslanmasın diye topladığını hâlbuki zeminde suyun kristaller altından aktığını öğreniyoruz. Neml Suresi 44. Ayet: “ Ona köşke gir, dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman bu billurdan yapılmış şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi ki Rabbim ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’ın maiyetinde âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum. “ Bu ne müthiş tasvir. Bu ne büyüleyici an. O kalıntıların izini sürmek tarihe yolculuk etmek gibi. Bir an Saba Kraliçesi gibi eteklerimi toplayıp yürümek geçiyor içimden.
Ağlama Duvar’ından sonra Kudüs çarşılarında serbest gezinti yapıyoruz. Kapalı çarşı, mısır çarşısı tadında bir seyir oluyor. Mümkün olduğunca Filistinli kardeşlerimizin dükkânından alış veriş yapıp jarusalem yazan ürünlerden almıyoruz. Kendi çapımızda ambargo uyguluyoruz İsrail mallarına. Yahudi para birimi olan şegel’in ve doların geçerli olması bu topraklarda kimlerin borusunun öttüğünü anlatmaya yetiyor. Ve her şeyin fazlasıyla pahalı olması dikkatimizi çekiyor. Eminönü’nde beş liraya satılan terliklere yirmi dolar fiyat söyleyebiliyorlar. Durum diğer bölgelerde daha vahimmiş. Kudüs’te 300 dolara satılan koyun Filistin bölgelerinde 700 dolara satılabiliyormuş. Yıpratma ve mahrum bırakma şiddetinden başka bir şey değil. Üzüm bağlarıyla meşhur bölgelerden geçerken öğreniyoruz ki İsrail’in izni olmadan mahsullerini bile satamıyorlarmış. Mallarının elinde kalması için her türlü oyundan geri durmuyor İsrail hükümeti. Filistin’e ait özerk bölgelerde sanayiye ait hiçbir iz göremiyoruz. TİKA’nın bölgeye yatırım yapma isteği önünde de yine İsrail hükümetinin yüksek vergi engeli olduğunu öğreniyoruz. Kalıp mücadeleye devam eden kardeşlerimizin de alıp başını kaçmaları için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Şimdi paylaşacağım tablo bile parçala- böl- yönet taktiğini ne kadar güzel icra ettiklerini ortaya koyuyor. İşte Filistin’in son hali ve bunun ibretlik olacak tablosu Doğuş Kilisesi İle Hz. Ömer Cami’sinin arasındaki alanda yer alıyor. Yeşil renk gittikçe azalırken beyaz hazırlanan kısmın kan kırmızısını görüyorum. Masumların kanı, yerlerinden edilen insanlar… Ahh ne acı öz vatanında parya olmak! Dünyanın her yerine dağılmış Yahudileri toplamak içinde ellerinden geleni yapıyorlar: lüks evler, iş imkânı vb. Hele bir bölüm Yahudiler var ki bunlar giyimleri kuşamlarıyla kendilerini ele veriyorlar. Askerlik bile yapmayıp maaş alan bu Yahudilerin tek görevi çocuk doğurmak. Tabir-i caizse Yahudilerin çocuk fabrikaları adeta. Tek eşli evlilikten on, on bir çocuk yapabiliyorlar. Baştan aşağı siyahlar içinde kendilerini muhafaza ediyorlar.
Onlar takkeleriyle, baştan aşağı siyah giysileriyle göğüsleri kabarık gezerken Batı, hiçbir vakit onları gerici ifade etmedi, ama Müslümanlar bu vaziyet gezecek olduklarında gerici ilan edildiler. Çarşafının altında bomba vardır, dediler ve bize de bunu düşündürmeyi başardılar.
2 Kasım 2013’te Lut Gölü’ne doğru yol alıyoruz. Otobüsteki basınç kulaklarımızı etkilemeye başlıyor, midemiz bulanıyor. Ve anlıyoruz ki deniz seviyesinden bile alçakta olduğu için fiziksel olarak etkileniyoruz. Herkesin bildiği Lut Kavminin helâkını dinledikçe psikolojimiz de etkileniyor haliyle.
Lut Gölü, deniz seviyesinden bile alçakta en büyük alçaklıkların yaşandığı Sodom Ve Gomere karası, helakın yaşandığı mekan, hiçbir canlının yaşamadığı göl… İbret alınacak ne çok yaşanmışlığın var senin. Dibindeki çamurların dili olsa da konuşsa.
Neml suresi 54. Ayet : Lut’u da ( peygamber olarak kavmine gönderdik ) O, kavmine şöyle demişti: “ Göz göre göre hâlâ o hayasızlığı yapacak mısınız?
55. ayet: “ Siz ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!”
57. ayet: “ Bunun üzerine Lut ve ailesini kurtardık. Yalnız karısı müstesna. Onun geride ( azaba uğrayanlar içinde ) kalmasını takdir ettik.”
58. ayet: “ Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ne kötü idi uyarılanların yağmuru! “
Ebrehe’nin postalları kimlere miras?
Kanla sulandığı için mi nemli toprak?
Kaç hurmada Anharların, Sıddıkların kanı var?
Sandım Lut Gölü Kan Göl’ü olacak
Rabia Hazretlerinin, Selman-ı Farisi’nin mekânlarının ziyareti; Zeytin Dağ’ından Kudüs’e bakış. Ah Zeytin Dağı! Ne kadar güzel bakıyorsun Kubbe’t-üs Sahra’ya. Aranda Cehennem Vadisi ve her bir yanı Yahudi mezarı. ( inançlarına göre buradan dirilenler cennete gidecek diye buradan mezar almak ayrıcalık oluyor onlar için.)
Bir tepeydi adı Zeytin Dağıydı
Üç semavi dine kucak açmıştı
Yalnız ve de küskün bakıyordu biri
Sarı saçlarına ak düşecek sandım
Ve son fasıl: Yafa
Bir Akdeniz şehri. Tarihi Osmanlı hükümet binasının yüzünü döndüğü Akdeniz sahilleri, Akdeniz’e yüzünü dönmüş tarihi toplar. Şimdi ise ayıp kavramının olmadığı, gecelerin gündüz olduğu şehir. Yol boyunca uygunsuz davranış içinde olan çiftleri görmeniz mümkün. Gecenin üçünde sırtında okul çantalarıyla proje ödevi yapan öğrencileri görüyoruz. Tarihi mekânları kayıt altına aldıklarını anlıyoruz. Bir grup, Osmanlı hükümet binasıyla ilgili açıklamanın yer aldığı tabelayı inceliyor bir kısmı da Abdülhamit’in yaptırdığı saati. İçim acıyor doğrusu. Ceddimizin kemikleri sızlıyor mu diye düşünüyorum. Ve Türkiye’den geldiğimizi söyleyince yüzlerine tebessüm yayılarak iyi, iyii, dost, şükran, Abdülhamit’e rahmet, bizi ne zaman kurtarmaya geleceksiniz, diyen Filistinli amcalarımız, abilerimiz, kardeşlerimiz geliyor gözümün önüne. Ayrılma vakti yaklaşınca daha iyi anlıyorum onları. Gelen gideni aratırın özeti belki de Yafa. Devlet- i Âli Osman’ın bu bölgede sağladığı barış ve güven atmosferine bugün hâlâ minnet duyuluyorsa iyi iz bırakanların torunlarıyız. Halepli bir marangozun minberi niçin yaptığını anlattığında yedi yaşlarında olan Selahaddin Eyyubi’nin belirlediği vizyona sahip olacak bir nesle ihtiyaç var belki de. Ve Selahaddin Eyyubi ….
Sarayı olmayan, at üstünden inmeyen, Mehmet Akif’in söylemiyle de şarkın en sevgili sultanı unvanlarını alan isim Selahattin Eyyubi. Hiçbir zaman kavmini dininin önüne geçirmediği bilinir. Onu daha da unutulmaz kılan küçük yaşlarından beri içinde büyüttüğü Kudüs aşkıdır. Daha 7- 8 yaşlarındayken duyduğu Halepli marangozun hikâyesi onun vizyonu olur. Selahattin Eyyubi
doğduğunda Kudüs 40 yıldır işgal altındaydı. Bir hafta içinde 70 bin insanın Haçlılar tarafından katledildiği günler. Bir marangoz ne yapabilirim diye düşünüyor ve Mescid-i Aksa’nın minberini yaktıklarını bildiği için yeni bir minber yapmaya başlıyor. Öyle bir minber ki tek bir çivi dahi kullanılmadan yapılan görenleri hayran bırakan minber. Bu durum insanlara coşku, heyecan veren bir hal alır. Bu durum her yerde anlatılmaya başlanır. Bu konuşulduğu zaman Nurettin Mahmut diyor ki ellerini açarak: “ Ya Rabbi bu minberi Mescid-i Aksa’ya benim koymamı nasip edecek misin?” Herkesin âmin dediği bu dua o günlerde 7-8 yaşlarında olan Selahattin Eyyubi’ye nasip olur. Ben de Rabbimden dilerim ki bu kutsal bölgeyi İslam adına alacak Selahattin Eyyubiler yetişsin. Selahattin Eyyubi ki Kudüs’ü anlatan ninnilerle büyümüştü. Kulağına fısıldanan Kudüs gönlünde bir derya oldu onun. Yeni deryalar için biz de dilimiz döndüğünce Kudüs’ü anlatmalıyız.
Güven Kanuni Surlarında
Zaman Abdülhamit’in saatinde kaldı
1948’te kopan kıyamet
Tüm müminleri boğacak sandım