On altı öykünün yer aldığı Emin Gürdamur’un bu ilk kitabı “ Ben Gogol’un paltosundan çıkmadım.” , kendi sesimi arıyorum dedirtiyor.
“ Yeşil, mezar, mezar taşı, yol, ayna, ağaç, karınca, kuş, irin “ yazarın birçok öyküsünde yer bulan kelimelerdir. Kelimeden öte geleneksel yapıyı sezdiren ama bunu melodrama dökmeden özgün bir anlatım içine giydirmeyi başaran bir duruş olarak yer buluyor.
Yılkı atı metaforu eşliğinde koskoca yetimhaneye benzettiği dünyadaki insan çıkmazlarını, babasız büyüyen çocukları, kısırlığı yüzüne vurularak terk edilen ayakkabı ustasını, çocuğunu doğurmak istemeyip ölüme aşeren anneyi, annesine benzemekten korkarken tam da annesi gibi olduğunu çakıldıktan sonra fark eden evladı, Murat’ın hafızlık kursunda göğüs gerdiği zorlukları, mezardaki karısını ayrıntılı otopsi ifadeleriyle soğukkanlılıkla anlatan delikanlıyı, para kazanmak için erkenden hastanede kuyruğa girip sırasını satanları, küçük bir ilçede öğretmenlik yapan Salih’in nişanlısı tarafından terk edilişini, yaptığı kâğıttan gemileri yüzdürdüğü leğende kendi yazgısını gören çocuğu, sürekli bir yerlere giden ve nereye gittiğini bilmediğimiz delileri… Yani hayatın içinden bize dokunan karakterleri seçer.
Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam “ romanındaki gibi karakterlerine bir ad vermez çoğu öyküsünde. Ya bir kadın, ya usta ile çırak, ya ihtiyar ile delikanlı, ya bir çocuk… Bu da gösteriyor ki anlam genişletmesi durumu var. Karakterlerin deneyimleri, çıkmazları biz okurları kurmaca boyutundan çıkarıp yol gösterici bir hal alır.
Yazarın Karadeniz ırmakları gibi çoşkun anlatımı öykülerdeki tüm fluluğu gölgede bırakır. Öykü içine giydirilen bazı cümleler çerçeve içine alınacak türdendir:
“ Ah bu babasız çocuklar! Ellerinde süpürge dünyayı acılardan temizlemeye çalışırlar.” S. 18
“ Ben ondan baba istedim, o bana hep şiir okudu. Ben ona babamı sordum, o bana aynaları gösterdi.” S.35
“ İnsan inanmadığı kelimelerden kanat yapmamalıdır, bunu yıllar sonra öğrendim. Çakıldıktan sonra.” S.73
“ Bütün kadınlar yalancıdır sen içlerinden en güzel yalan söyleyeni seç.” S.75
Tabi, bu cümleler öykü içinde daha etki uyandırıcı bir hal alıyor.
Yazarın metafor, imge kullanmada yetkin olduğunu her öyküsünde görmek mümkün. Bu yüzdendir ki öyküleri bir şiir gibi farklı yorumlara açıktır. Yazar, yorumlar için kapıyı aralık bırakmıştır.
Çarpıcı benzetmelerle karşılaşırız öykülerde. Dünyayı her yeni doğan bebeği annesinin karnından çekip rahmine alan ihtiyar bir ebeye benzetmesi, dünyayı koskoca bir yetimhane olarak sunması benzetme sanatında yetkin bir kalem olduğunu gösterir.
Yazar, gözleri kızarmıştı demez. Uykusuz gecelerin bir çift kırmızı post serdiği gözlerini yumdu, der.
İmgeli tasvirlerini birçok öyküsünde görürüz. Kullandığı imgeler, çarpıcı benzetmeler, dildeki akıcılık şiirle akrabalık hissi uyandırır.
Öykülerin genelinde kadın karakterlerle ilgili olumsuz bir tablo çizilmektedir:
Zehirli Yağmur’da belki de küçük bir ilçede kalmayı göze alamayarak Salih öğretmeni terk eden Yağmur öğretmen karakterini; Kızılağaç Yaprağı’ nda bitmek bilmeyen yıllar kocasının kısırlığını görmemek üzerine inşa edilen bütün romantizm denemeleri de işe yaramayınca kısırlığını yüzüne vurup kocasını terk eden Asuman karakterini; hem yara hem merhem olan kadınları, kalpsiz kadınları, annesi gibi olmaktan korkarken tam da annesi gibi olduğunu çakıldıktan sonra fark edenleri, yalancı olanları, kocasının cenazesinde bile ince taşkınlığını sergileyenleri görürüz.
Öykülerdeki bu karakterlerde çaresizlik ve bu çaresizliğe bir isyan göze çarpar. Tutunacak dal aramak, en ufak sarsıntıda kaçış planları yapmak ya da ölüme aşermek romantiklerde gözlenen tutumlardır.
Geleneksel yazarlar, doğaya ait unsurlardan yana tavır takınırlar. Bu bağlamda yazarın başarılı bir şekilde oluşturduğu atmosferlerle şehrin keşmekeşine olumsuz bakış açısı görüp doğaya ait unsurlara işaret ettiğini sezinleriz. Modern hayat, büyük şehrin kuytu köşelerine kurulmuş ne olduğu belirsiz, yazarın tabiriyle araftaki mekânlar başarılı bir şekilde resmedilir.
Şehrin sivilceli yüzünden bir miktar irin aktır, yazar.
Şehirlerin gözden ırak taraflarında safra kesesi gibi biçimsiz duran; köy desen köy değil, şehir desen şehir değil dedirtecek mekânlar anlatılır.
Öykülerdeki kimi karakterlerin anlatıcı boyutunda, Allah ile diyaloğu şathiye tarzı bir izlenim uyandırabilir. Aslında dikkatli okunursa Allah’tan ziyade karakterlere yöneltilmiş bir dil vardır. Bunu anlamamak Hallacı Mansur’un “ Ene’l hak “ sözünün yanlış anlaşılması gibi olur.
Öykülerdeki karakterler iz bırakacak türdendir. Örneğin Allah’ın Yazıları adlı öyküde:
“ Sahi nereye gider bu deliler? Öylece giderler. Onları ekseri giderken görürüz, nereye gittiklerini merak ederiz de takılıp peşlerine gitmeyiz. Neden gitmeyiz? Bir deliyi izlemek akıllı adam işi değildir de ondan. Hâlbuki insandır giden.”
Bu öyküde Hüseyin, Deli Salih’e giden karakterdir. Salih hastalanıp hastanede yatınca Hüseyin ziyaretine gider ve şöyle bir diyalog gerçekleşir:
“ Kime söylesem inanmıyor. Kör bu millet Hüseyin!” dedi.
“ Sana inanmayanın aklına tüküreyim Salih. Neye inanmıyor millet?”
“ Ağrılarım artınca şu duvardan Allah’ın yazıları akıyor. Ya iğnede bir iş var ya hemşirede.”
Hüseyin bir duvara, bir Salih’e baktı. Salih’in parmağını gösterdiği yeri buldu. Gitti duvarın dibine diz çöktü. Harfleri avuç avuç yerden toplayıp ceketinin cebine doldurdu. Salih’in yüzüne bir ışık düştü. Yattığı yerde gevşedi, sancısı hafifledi. Karşı beri sessiz bakıştılar bir zaman.”
Öyküyü okurken Hüseyin karakterinin duyarlılığına gıpta edersiniz, yüreğinizi titretir son sahne.
İmge kullanmada başarılı olan bu özgün yazarımızın sadece bir yerde Oğuz Atay tarzı bir imge kullandığını görürüz:
Sarender Kuşları adlı öyküde “ Yanlış iliklediğimiz ilk düğme buydu.” mecazı Oğuz Atay’ın şu sözlerini hatırlatabilir:
“ Gömleğinin tüm düğmelerini yanlış iliklemek gibidir bazı insanları sevmek. En başından beri hata yaptığını sonuna gelmeden anlayamıyorsun.”
Bazı cümleleri var ki o kadar akıcı, coşkulu ve duygulu ki hangi şiiri aldı da düzyazıya çevirdi diyesiniz geliyor:
“Dedemi tanımadınız mesela. Kahve pişirirdi. Halvete girerdi. Allah’a sevgilim derdi. Niyazi Mısri’den beyitler okurdu. Karadeniz’in kendini tekrarlayan yeşil dağlarında toprağa bir derviş gibi nasıl basılır, iri yarı onca iş güç arasında o sükûnet nereden devşirilir, hiç bilmedim. Dedem, sırtı yeşil kadifeyle yamanmış Mushaf’ının içinde şeyhinin siyah beyaz fotoğrafını saklardı. Size bundan söz etmedim….”
Dergilerdeki yazılarını beğeniyle okuduğum Emin Gürdamur’un bu ilk kitabını çıkar çıkmaz alıp okuyarak yazmak istedim. Kitabın ilk kitap ödülünü aldığını duyunca hiç şaşırmadım. İyi bir kalem, iyi bir öykücü kazandı yazın dünyamız. Öykü severlerin mutlaka kitaplığında olması gereken bir kitap diyebilirim.