Menu
PRAG VE VİYANA SEYAHATİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • PRAG VE VİYANA SEYAHATİ

PRAG VE VİYANA SEYAHATİ

Seferlere çıkmak, her daim yolcu olmanın şuuruyla eşinden, çocuklarından, sevdiklerinden, yarenlerinden, yurdundan, yuvasından ayrılmak gerçek yolculuğa doğru yürürken, çıkılan patika yollarda duraklamak, soluklanmak, sorgulamak ve her daim yolda olduğunu hissetmektir bir bakıma. “ Hergün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel, bulanmadan, donmadan akmadan ne hoş…” Asırlar önce yürek seferini mısralara dizen Celalettin Rumi yolcuğa dair, akmaya, gitmeye, sefere dair anlamlı dizelerle seslenmiş insanlığa…

Nisan 2015 / Salı

Prag

Yağmurlu bir ilkbahar günü nihayet Prag’dayız… İlkbahar yağmurlarıyla, toprak ve çiçek kokuları yalnız caddelerde kuşatıyor ruhumuzu. Yağmur ılık ve üşütmeden öylece yağarken, gri gökyüzü, bitişik taş binalar, her daim yalnızlığa mahkûm kaldırımlar uzanıyor boylu boyunca. Telaşlı, heyecanlı adımlıyoruz bu taş kaldırımları. Kararmış gökyüzünün gölgesi, buhranı yansırken şehrin insanlarının vakur çehrelerine, soğuk, bezgin, fersiz1z bakışlarıyla bir an karşılaşır gibi oluyoruz. Hep böyle oluyor sanki ve Batı her zaman gri bulutlarla kaplı, kararmış göğünün altında, soğuk yüzlü insanlarına yansımış haliyle hafızamda yer ediyor. Güneş arada bir yüzünü gösterse de yakıcı ve saran kuşatan aydınlığını ve sıcaklığını nadir gönderiyor bedeninden ziyade ruhu üşüyen insanların üzerine… İnceden inceye lirik şiirler gibi yollara, arabalara, insanlara yağan yağmurun tam ortasında buluyoruz aniden kendimizi.

İstanbul’un kurşuni şafaklarına doğru uzanan narin minarelerde akşam ezanı çoktan okunmuştur. Ezan-ı Muhammediye baharla coşan, erguvan, gül, nergis ağaçlarına, yakamozlarla yıkanan martıların kanatlarına, allı pullu cennet ışıltılı boğazın sularına aktığında biz çoktan Batı kapılarında ılık yağmurların altında yürüyor olacağız oysa…

Hrantcany Kalesi

İlk durağımız, Vltaya Nehri’nin sol kıyısına, geniş bir tepe üzerine yatay mimarinin eşsiz örnekliğiyle kurulu bloklar halinde inşa edilmiş Prag Kalesi. “Hradcany olarak da adlandırılan bu bölgede kurulu olan kale “klasik” bir kale özelliği z2taşımamasının sebebi bölümlerinin farklı mimari stillerde inşa edilmiş olmasındandır” diye açıklamalarda bulunuyor rehberimiz. Görkemli bir halde şehrin merkezi bir tepesine yerleşmiş kalenin her yerini gezmemiz vakit darlığından dolayı imkânsız. Yağmurun hızı artıyor ve biz artık sırılsıklam ıslanıyoruz.

14.yy Katedrali olan St. Vitus, zemin seviyesinde kolaylıkla görülebilen, canavar figürleriyle bezeli heykellerle büyüleyici ve ürperten manzarası ile karşımızda. İçinde bulunan nice kabir Çek tarihinin gizemli, o denli de soylu, aristokrat havasını hala bu günlere taşır gibi. Kalenin içinden geçerek, çan kulesinin tepesine tırmanıp, Prag’ın Eski Şehrin büyüleyen manzarasını görmek olası. Ama biz bu şansa sahip değiliz ne yazık ki.

Manolya, ıhlamur ve pek çok çiçek kokularını, eşsiz peyzaj mimarisinin sergilendiği fıskiyeli havuzları ve asırlık ağaçları geride bırakarak kale gezimizi tamamlıyoruz. Erguvan ağaçlarının pembe, kırmızıya çalan tonları, tarihi köprünün üzerinden, kale burçlarından fışkıran baharın altında manzarayı ölümsüzleştirmek istercesine kadraja alma derdindeyiz. Oysa Vltaya Nehri her şeyden habersiz asırlardır, binlerce insanı ağırlamanın haklı gururuyla sessizce akıyor şehrin ortasına doğru.

Harmuş Ustanın Saati

“ Herkes bir gün geldiği yere geri dönecek yani elbet bir gün toprakla özleşip ölecek”

z3Şehre hakim bölgedeki kurulu Kale, şehri tam ikiye bölerek ortasından akan nehrin üzerinde bulunan asırlık köprüler, devasa eşsiz mimari ile yapılmış tarihi yapılar ve şehir meydanındaki saat kulesi. Değişmez mimari bir ahengin ayrılmaz parçaları gibidirler. Uyumlu bir ekibiz. Yağmur artık dindi. Güneş nazenin ışıklarını gönderse de ikindi serinliği ortalığı kapladı. Rehberimiz vaktimizin kıymetli olduğunu biliyor ve en önemli görülmesi gereken mekânlara bizleri taşıma telaşında.

Prag insanda güven uyandıran bir şehir. Sakin bir su duruluğunda akıp giden inanların çehrelerinden bu güveni devşirmeye çalışsak da bir Doğulu yüreğini Batı’nın ciddi çehresine misafir edemiyoruz. Yaklaşık yüzde sekseni dinsiz, alkol kullanma oranı oldukça yüksek. Refah seviyesi ve konforlu bir yaşantıyla gelir dağılımı herkesi rahatlatacak seviyede olsa da intihar vakaları açısından trajik bir durum söz konusu. Eşsiz tabiat manzarası, bozulmamış mimari yapısıyla, son derece korunaklı düzenli bir şehrin ortasındasınız. Ama yüreklerin yangını sönmek bilmiyor. Ne maddi anlamda ulaşılan refah, ne alınan tüm ekonomik önlemler açılan manevi gedikleri doldurmuyor. O zaman Rabbimin ayetlerinden bir ayet satır arama ifşa makamında yerleşiyor: “ Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.”

z4Güneşin batmaya yakın saatlerinde, Prag’ın merkezinde adeta kalbinde yer alan Old Town Hall ( Eski Kent Konağı)nın tam dibindeyiz. 1338 yılında yapılmış eşsiz mimarisi ile yılların değil asırların izini üzerinde taşıyan bina Eski Kent yetkililerinin konaklaması için inşa edilmiş. Wenceslas Meydanı ve Charles Köprüsü arasında bulunan bu eşsiz mimari komplekste, Gotik Tyn Katedrali ve Barok St. Nicholas Kilisesi gibi farklı mimari tarzda pek çok yapı dikkatimizi çekiyor.

Astronomik Saat ( Prague Orloj), meydanın güney duvarının üzerinde oldukça görkemli ve dikkat çekici bir halde akın akın toplanan kalabalıkları ağırlıyor gibi. Akşam sekize doğru heyecanla saate bakıyoruz. Güneş ve Ay’ın konumunu gösteren astronomik kadrana ve takvim kadranına sahip bu saat öğreniyoruz ki; her saat başı Hz. İsa’nın 12 Havari ’sini gösterme özelliğiyle kentin ön önemli turistik değerlerinden birisi.

Astronomik Saat 15.yy sonlarında Charles Üniversitesi’nde profesör olan Hunuş Usta tarafından yapılmış. Hunuş Usta’nın amacı, Kutna Hora şehirlerindeki Kemikli Kilise ’de olduğu gibi insanlara ölümsüz bir mesaj vermektir. Bu mesajı duyunca insanlığın evrensel sancısını ve bitmeyen öte dünyaya ait hikâyesinin herkeste bir karşılığı olduğunu düşünüyorum: “ Herkes bir gün geldiği yere geri dönecek yani elbet bir gün toprakla özleşip ölecek!”

z5Hanuş Usta, saati yaptıktan hemen sonra dünyada tanınmış bir şahsiyet haline gelir. Ünü artık Kraldan daha fazladır ve adı daha çok anılır. Avrupa’nın her yerinden insanlar merakla saati görmeye gelirler akın akın. Saatin ünü diğer ülkelere de yayılınca başka teklifler de Hunuş Ustaya gelmeye başlar. Diğer ülkelerden gelen bu teklifleri Hunuş Usta kabul etmez. Bu teklifleri duyan Kral, Hunuş Usta başka yerde bu saatin aynısını inşa etmesin diye gözlerine mil çektirir. Yapılanlara dayanamayan ve kör olan Usta, kendini saatin mekanizmasına bırakarak intihar eder. Asıl amacı saati çalışamaz hale getirmektir. Saat elli yıl çalışmaz ama başka bir usta saati çalışır hale getirir.

Saatin etrafında bulunan dört adet kukla, insanların yapmamaları gereken evrensel dört yanlışı hala bu günün modern insanına z6haykırır gibidir: ‘ Kendini beğenmişliği’, ‘cimriliği’, ‘yaşama karşı isteksizliği’, ‘gece hayatını ve sefahati’. Yine saatin altında bulunan dört kukla da: insanlığı dikkat etmeleri gereken önemli değerlere doğru adeta uyarır. Bunlar; ‘Bilim’, ‘adalet’, ‘astronomi’ ve ‘eğitim’ dir.
KAFKA’NIN ŞEHRİ

Kafka’nın yaşadığı bölgedeyiz. Mütevazı mimarisiyle, artık müzeye çevrilmiş binayı ancak dışardan ziyaret edebiliyoruz. Ernst Fischer, Franz Kafka adlı eserinde: “ Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi. Bir büyük yazardı. Yapıtları da bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan dünya yazınıdır.” Böylesine anlamlı tanımlanan dünyaya malolmuş bir sanatçının yaşadığı, soluk aldığı toprakları adımlamak heyecan verici.

Bir çok eseriyle modern çağ insanını yansıtan, onun deva bulmaz çıkmazlarına göndermelerde bulunan yazarın beni etkileyen önemli eserlerinden “ Dönüşüm “ için söylediği dip not bu günün insanına seslenir adeta: “ İnsanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var… Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, z7insanca yaşamaktan çok daha kolay. Herkes sürüye katıldığından ötürü güven içerisinde, kentlerin yollarından geçip işe, yemliklerin başına ve eğlenceye gidiyor. Tıpkı büroda olduğu gibi, sınırları iyice çizilmiş yaşam. Böylesi bir yaşamda mucizeler değil, kullanma talimatları, doldurulacak başvuru formları ve kurallar var. Özgürlükten ve sorumluluktan korkuluyor. O nedenle insanlar, kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyorlar.” Yaklaşık yüz yıl önce bilge yazar bu satırlarla insanın çıkmazlarına vurgu yapıyor. Kafka yazdığı anlamlı eserlerle, yaşanan modern trajediye, bu günün dünyasına öylesine anlamlı mesajlar gönderecektir… Ve yazarın eserlerini okudukça, günümüz dünyasında nasıl da modern ve post modern dağılmalarla, tutsaklıkların pençesinde çırpınan insanlığı anlattığını, onu tanımlıyor olduğunu görüyoruz…

z8Rilke’nin Ağıtları

Asırlar da geçse şehirler medeniyetlerini, sırlarını, üzerinden yürüyen sanatçı duyuşları ve sezişleri ifşa ederler durmaksızın. Bu ifşa sizi yıllar önce asırlık taş köprülerin üzerinden yürümüş, yalnız ve metruk kiliselerin bohem yalnızlıklarında çaresizliğe çıkan dertlerini Tanrı’ya dua makamında yazdığı eserlere ilmek ilmek dokumuş has sanatçılara götürür. O biricik sanatçılardan, dua makamındaki şiirleriyle yaşadığı dönemden ziyade asırlar sonraya seslenişler gönderen ender şair Rilke Prag şehrinden geçmiştir.

Rainer Maria Rilke, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açıyor. Şehirde Avusturya egemendir ve Almanlar adeta azınlıktır. İçe dönük, ince duyarlılıklarla bu günlere uzanan ölümsüz eserleriyle adeta mistik şiirlerin ozanı Rilke, bu yalnızlıklardan beslenmiş, doğmuş gibidir. Onun uzun suskunluklarından, derin yalnızlıklarından, yüzyılımızın en önemli şiirleri; Duino Ağıtları bu günlerimize kadar dökülecektir.

“ Yalnızlık bir yağmur gibidir

Denizden akşamlara yükselir;

Uzak mı uzak ovalardan gelir,

Ve düşer gökten üstüne şehrin.”

z9Prag sokaklarında, tarihi köprülerinde, yılların izini taşıyan asırlık mabetlerin karanlık yüzünde Rilke’nin ağıtları an an yüreğime akarken ilk gençlik yıllarım geldi aklıma. Ve bu şehri sevdim. Tanrı diyen, melek diyen, mistik yalvarışlarla, ağıtlarla yaşadığı şehrin insanına, toprağına, ozan duyarlılığıyla inceden inceye iz bırakmış bir büyük şairin Rilke’nin doğduğu bu şehri sevdim.

Akşam yavaş yavaş çöküyor şehre. Şehrin her köşesi tarihi an an yaşatırken yürümek öylece yürümek gerekiyor, asırlık köprülerin, taş kaldırımların, kalın gövdeli ağaçların gölgeliklerine doğru. Sonra aniden şiirler, şairler çıkıyor karşınıza…

Prag’da akşam yavaş yavaş çökerken, bu antik masal şehrin ortasından sessizce hüzünlü bir yalnızlığı ağırlayarak akan, Vltava Nehri ne dalıp gitmiş bir şair, kızıl saçlarını savuran rüzgârlara özlemlerini yüklemiş Nazım geliyor aklımıza.

Kont Lazansky’ nin Prag’da inşa ettiği 126 yıllık kahveden kimler gelmiş kimler geçmiş. Prag’ın müzisyenleri, şairleri, yazarları, aristokratları bu kahvenin dumanlı havasını soluyup nice uzun sohbetler, ateşli şiirler, heyecanlı konuşmalar yapmışlar. Slavia Kafesi’nin duvarlarının birinde; müdavimlerinden Nazım Hikmet’in de küçük bir portresi size gülümseyebilir.

z10Eski Yahudi Mezarlığı

Havanın kararması, yol yorgunu bedenlerimizin artık tükeniş duraklarına gelmesi, coşkunluğumuzun durulmasıyla tarihi Yahudi mezarlığına bitkin bir halde varıyoruz. 15.yy dan kalma 1787 yılına kadar kullanılmış, akşam alacasında etkileyen atmosferi ile uzaktan seyrediyoruz 1975 yılında restaore edilen mezarlığı. Yahudiler, getto dışına gömülmediklerinden yüz bine yakın ceset, yer yer 12 kat üst üste, buraya gömülmüş. Mezarlığın hemen bitişiğinde Pinkas Sinegogu bulunmakta. İç mekan duvarında soykırımlarda öldürülen seksen bin Yahudi’nin isminin yazılı olduğunu öğreniyoruz. İlk günün yorgunluğuyla artık ruhumuzu daraltan bu mekândan uzaklaşmak istiyoruz. Korku filmlerini andıran yavaş yavaş karanlığa gömülen mezarlık ve Sinagogdan yine Yahudi mahallesinin dar sokaklarından acele geçerek uzaklaşıyoruz.



  1. Gün 29 Nisan 2015 Çarşamba


Masal Şehri Karlvy Vary

z11Prag’dan yaklaşık iki saat uzaklıktaki 1358 yılında 4. Charles tarafından yaptırılan dünyaca ünlü termal kasabaya doğru otobüsümüze binerek yola çıkıyoruz. Nisan güneşi, aydınlık gökyüzü ve yol boyunca bitimsiz güzellikte uzanan sapsarı kanola çiçekleriyle bezeli tarlalara baktıkça adeta büyüleniyoruz. Baharın bize en görkemli ikramı gibi uzanan bitimsiz sarı tarlalara kanola ekili. Bu bitkilerden mazot yapıldığını öğreniyoruz. Arkasından uzun sırıkların simetri halde yer aldığı şerbetçi otu tarlaları uzanıyor. Bira üretiminde kullanılan şerbetçi otu tarlalarında çalışan işçileri görüyoruz.

Devlet adamlarının, kralların, sanatçıların uğrak yeri olan termal kasaba, bembeyaz gelinler gibi bahar çiçeklerine bezenmiş ağaçlarla karşılıyor bizleri. Parkları, porseleni, kristalleri ve likörü ile ünlü. 12 farklı sıcaklıkta termal suyun bulunduğu bu kadim kasabanın bozulmayan mimarisi, korunaklı asırlık yapıları bizleri büyülüyor. Sakin geniş caddeleri, dinlendiren temiz havası, kaplıcalarından yükselen buharla masalsı bir güzelliğe bürünmüş haliyle bizi ağırlayan kasabadan ayrılmak hepimize zor geliyor.

Ortasından nehirler akan şehirlerin, geceleri yüreğinize akan şiirsel yalnızlıkları vardır… Prag geceleri uzaktan gelmiş konuklarını biraz mahcup biraz kederli ve suskun ama hep hüzünle karşılar gibi…

z12Gezimizin üçüncü günü zamanın durduğu şehir Cesky Krumlov’a doğru yola çıkıyoruz. Artık Viyana turumuz başlamış durumda. Unesko tarafından korumaya alınan Cesky Krumlov kasabasına yaklaşık iki saat sonunda ulaşıyoruz. Çek Cumhuriyeti’nden sonra en fazla ilgi çeken yerlerden 700 yıllık Orta Çağ kasabası tepedeki şatosu, tamamı bozulmamış evleriyle sıcak bir kasaba. Şimdi artık tam bir turist misafirhanesi görünümündeki kasabada otel ve restoranlar bulunmakta.

Kasabanın etrafından dinlendiren bir şırıltı ile akan nehir, yaslandığı yemyeşil ormanla adeta dünyadan kopar gibi oluyorsunuz. Ortaçağ dönemi yapısı Şato’nun birinci katı Rönasans, ikinci katı Barok ve Rokoko tarzında z13yapılmış. Şatonun karanlık bohem odalarından geçerken, rehberimiz bir hayaletten bahsediyor. Söylentiye göre, burada yaşayan beylerden birinin hanımının hayaleti şatoda beyaz giysilere bürünmüş halde dolaşırmış. Bu bilgi bizleri Ortaçağın ürperten hikâyelerine taşır gibi oluyor. Şatoda dikkat çeken diğer unsurlar ise yatakların boyu. 1.60 boyunda olan yatakları görünce o zamanın insanlarının boylarının kısa olduğunu düşünüyoruz haklı olarak. Boylu boyunca yatmanın sonunda öleceğine inanan insanlar bu kısa yataklara adeta büzülerek yatarlarmış. Kadınlar ise saçları bozulmasın diye oturarak uyurlarmış.

Göğe doğru uzanan mabedin gölgesinde, akan ırmağın kıyısında, bozulmamış asırlık mimarinin ürküten havasını soluklarken oraya has peynir kızartması yiyor ve Viyana’ya doğru yola çıkıyoruz.

***

VİYANA CADDELERİNİN YALNIZLIĞINDA

Şehre yürümek için önce kendi içinize, kendi kuytularınıza yürümeniz gerekir. Viyana’nın taş görkemli binalarını, Barok mimari z14sanatının tüm inceliğini taşıyan tarihi mekânları hızla geçiyorum. Geniş son derece temiz ve düzenli caddelerde oturacak bir yer arıyorum. Ayaklarımın sızısından ziyade ruhumu sükûna erdirme derdiyle oturacak dinlenecek bir mekân. Ait olmadığım bir kültürde, ait olmadığım bir caddede kendimi yakıştıracağım bir köşe bulmam o denli zor. Her yer kuşatılmış.

Nihayet bir köşe başında bir kafedeyim. Mecburen buraya oturmuş gibiyim. Yanıma fazla para almamışım. Arkadaşlarımdan ayrılmak beni tedirgin etse de yalnız olmam gerektiğini düşünüyorum. Yanımda az paranın olması tedirginliğimi artırıyor. Telefonumun şarjı bitmek üzere. Bütün bunlar ruhumu daraltsa da öylece kendimi şehrin akışına bırakıyorum. Çay içmek istiyorum.

Köşe başında oturduğum bu kafede en köşede bir sığıntı gibiyim. Önümden bir sürü insanlar geçiyor. Yaşlı, genç, bakımlı, güzel giyimli sırım gibi genelde sağlıklı insanlar. Sanki önümde resmigeçit yapıyor gibiler. Onları gözlemlemek hoşuma gidiyor. Yüzlerindeki ifade sanki hepsinin aynı, başları yukarda, göğüsler ileri ve kurşuni soğuk yüzlerinde donuk bir ifade. Yüreğimin daraldığını hissediyorum. Geniş taş döşeli caddenin kenarındaki bu kafede öylesine yalnız ve öylesine tek başımayım. Belki de Batı duraklarından bir durak olan Viyana şehrinin bohem z15yalnızlığını, oymalı görkemli binalarının kıyılarında yurdumun sıcak cıvıl cıvıl sokaklarını özlemem için böylesi gerekliydi. Garip bir yolcu gibi, parasız, kimsesiz, herkesten uzak ve azade bu sokaklarda kaybolmak ve sadece Allah’a emanet olmak…

Bütün sokakların bir çıkışı vardır. Bu geniş taş döşeli, markalı dükkânların dizili olduğu caddelerin de mutlaka bir çıkışı vardır. Ve bütün çıkışlar göğe ve denize açılan sokaklaradır. Ama yüreğimin üzerine abanan bu göç sürgünü sancılı yalnızlık, bu yalnızlığı derinden soluklamak için evet bu caddelerin tenhalarına yürümem gerekiyordu belki de…

Herkesten ve her şeyden azade yaşayan bu insan seli. Hepsinin yüzündeki duyarsız, bencil, hedonist ifade. Ne kadar da yolunda gibi her şey. Hayat onların damarlarında kuşatmalardan, bombalardan, yetim çığlıklarından öylece uzak bir iklim gibi akıyor. Her şey yolunda. Hayatlarını ayartacak, manzaralarını bozacak hiçbir çirkinlik yok paylaşımlarında. Yan masamdakiler şarap içiyorlar, arka masamdakiler devasa kupalarla bira. Burada içki adeta su gibi tüketiliyor. Günde bir buçuk litre içki tüketilen, yüzde sekseninin dinsiz olduğu ve intihar olaylarının en fazla görüldüğü bir bölgelerden bir bölge. Yani hiç de öyle göründüğü gibi pürüzsüz, tertemiz, z16düzenli, albenili değil hayatlar. Çocuk cıvıltıları yok gibi caddelerde, gençler derseniz alabildiğine az. Daha çok orta yaşlı ve yaşlı nüfus ağırlıkta.

Porselen küçük bir çaydanlıkta geliyor çayım. Burada farkındayım aykırı bir duruşum var. Türkiye’de içki satan dükkânlardan bile alışveriş yapmamayı prensip edinmişken böylesi bir mekâna mecburen oturmuş olmak tuhaf duygular yaşatıyor. Haramın bulaşmadığı bir köşe başı bulmak imkânsız gibi.

Ayaklarımın sızısı yavaş yavaş çekiliyor. Ya yüreğimin sızısı, yüreğimin yorgunluğu. İnsanların yüzlerine gözlerim değsin z17istemiyorum. Onların yüzlerine baktıkça soğuk çehrelerinden aykırı yaşamlarının yansıması yüreğimi yoruyor. Elimdeki peçetede Seıt 1618 ın wıen yazıyor. Burası kadim eski bir mekân anlıyorum.

Telefonumun şarjı bitmek üzere. Cebimdeki para tükenmek üzere. Yalnızlığımı daha da derinden yaşar gibiyim. Gezi heyecanlı bir hal almaya başladı. Kafile ile buluşmamıza neredeyse iki saat var. Nereye ve ne kadar yürüyebilirim. Bütün yollar kapanmış gibi. Denize açılan bir kapı bir yol yok buralarda. Binnur Abla’ya şaşkın bir halde “Deniz yok değil mi?” burada diye soruyorum her nedense. İkindi namazımı eda etmem gerekiyor.

Osmanlı toplarının eritilerek çanları yapılan devasa, Aziz Stephan Katedrali’nin önünde, eski şehrin ortasında buluşacağız. Genç çocuklar elime konser bileti sıkıştırmaya çalıyorlar. Nazikçe reddediyorum. Düzenli yapay mimarisiyle, bu muntazam sokaklar nereye çıkar.

Meydandayım, koyu gri kadim uygarlıkların soldurduğu o büyük kilisenin dibindeyim. Bekliyorum. Ama kimseler gelmiyor. Yoksa diyorum beni bırakıp gittiler mi. Neyse ikinci ekibe yetişebilirim. Ve bekliyorum. Gökyüzünü gri bulutlar z18kaplıyor. Yağdı yağacak. Bunalıma sürükleyen bir havayı soluklanmak… Memleketimin geniş bitimsiz maviliği ile uzanan göğünü arıyorum.

Yollarda gördüğüm biblo gibi kırmızı çatılı yeşil bahçeler bahar çiçekleriyle donanmış ağaçlar arasındaki köyler geliyor aklıma. İşte onlar çok güzeldi. Ama bu devasa binalar, soluk yüzlü bencil bakışlarını kaçıran bunca insan kalabalığı ruhumu daraltıyor.

Düşünüyorum böylesine konforlu rahat bir yaşantı. Her şeye sahip gibiler. Cenneti dünyada soluklanıyor gibiler. Gamsız kedersiz öylesine rahat bir yaşam. Ve Anmak istemedikleri Allah var. Günlerinden gecelerinden z19dualarından çıkarmışlar Yaratanı. Ve Allah da onları unutmuş gibi. Allah’ın ayetleri her yere uğrar ama yüreklere dokunmaz. İşte o mekânlardan birindeyim. Adil olan Rabbim nimetler sermiş derecesiz. Ama Adil olan Rabbim, gariplerin, yetimlerin, savaş çocuklarının, açların, yoksulların, muhacirlerin Rabbi. Onları görecektir biliyorum. Çünkü Adil ve merhamet sahibidir.

Oturduğum taş bank soğuk buz gibi. Bunalan bulutlardan yağmurlar yağmaya başlıyor. Gök birden boşalıyor. Sicim gibi bir yağmur ıslatıyor bunalan insanlığı. İşte o zaman nedensiz gözlerim ıslanıyor. Biraz ileride kafiledeki arkadaşları görüyorum. Üşümüş ellerim, üşümüş yüreğim ve yorgun bedenimle z20onlara doğru yöneliyorum.

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları