Geçenlerde akşam yemeğinden hemen önce oğlum karşıma dikildi. Üzerinde asker gömleği vardı. Babası almış, o da heyecanla hemen giymiş. Kara gözlerinin içi gülüyor pençe pençe kızarmış dolgun yanakları, dudaklarında çocuksu, masum gülümsemesi ile öylece bakıyor… Birden ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. On iki yaşındaki oğlum şimdi bir asker selamıyla karşımda duruyordu.
Seneler nasıl da çabuk geçti… Daha dün gibi doğduğu sokaktaki günlerimiz. Acılarımız sevinçlerimiz… Bir on yıl geçmiş o günlerden bu günlere. Bir on yıl daha geçer. Mustafa asker olur gider, nasip olursa…
Gülcemal teyze vardı arka sokaktan olur olmadık zamanlarda çıkıp gelirdi. Sobamız gürül gürül yanar, ona kuşburnu çayı ile irmik tatlısı ikram ederdim. Bazen sobanın üzerinde o gelince çamaşır suyuna bastırılmış el bezleri olurdu. Kaynayan el bezlerine bakar; “ Ah evladım nerde şimdi kâğıt peçeteyle hallediyorlar her şeyi”, diyerek gülümser beni takdir sözleriyle överdi. Utanırdım. Acemi ev kadınlığımın verdiği övünç kaplardı içimi. Sevinirdim sonra. Sobanın alevleri yüzüne vururken ağlardı Gülcemal teyze. Askere gidip de dönmeyen şehit oğluna ağlardı. Onu teselli etmeye çalışırdım ama kelimelerim yetmezdi onun yanan ana yüreğindeki acıları dindirmeye. Acemi kadınlığım ve acemi anneliğimle süt kokan yavrumu bağrıma bastırırken, civan delikanlısının arkasından gözyaşı döken adeta bir divane gibi olur olmaz zamanlarda çıkıp çıkıp bana gelen bu Anadolu kadınını sabırla dinlemeye çalışırdım. Her zaman aynı şeyleri söylerdi. “ Gitti yiğidim ah yüreğim yanıyor yavrum… İbrahim’im gitti bir daha gelmedi. “ Bazen şehitlik dönüşü uğrardı. Ben yine onu güleryüzle karşılardım. Gözyaşları yanaklarında daha kurumadan yine hıçkırıklara boğula boğula anlatırdı… “ Ah yavrumun üzerindeki otları temizledik… Suladık, çiçekler diktik… İçim yanıyor evladım içim yanıyor.”
Çıkmaz sokak demek adeta akraba duyarlılığıyla herkesle tanış olmak demekti. Yeni gelin geldiğim bu sokak da herkes birbirini tanırdı. Cuma sohbetleri yapardık. Uzun yaz gecelerinde, kapı önlerinde, bir demlik çayla muhabbet eden komşu topluluğuna ara ara takılırdım. Sokağa yanlışlıkla giren yabancılar hemen fark edilip uyarılırdı. Sinoplular, Tokatlılar, Elazığlılar, Vanlılar neredeyse bir Türkiye mozaiği gibi her memleketten insan vardı sokağımızda.
Tam karşı binamızda Vanlılar otururdu. Ara ara Kürtçe konuşurlar, saygıdan olsa gerek yaşmaklarını ağızlarına çekip benden büyük olmalarına rağmen bana abla diye hitap ederlerdi. Cevizimizi hiç eksik etmezlerdi. Karşı binada bir aile çok dikkatimi çekerdi. Anneyi ara ara görürdüm. On kardeş olduklarını öğrendiğim çocuklar çil yavrusu gibi sokağa dağıldıklarında onların ayrı bir duruşları olduğunu fark ederdim. Anne ara ara balkona çıkar çocuklara seslenir, çocuklar aldıkları terbiyenin tesiriyle hemen eve koşarlardı. Esmer yüzünde derin acılar konaklayan anneye camın gerisinden baktıkça, yaşmaklı yüzünü ara ara görür, bu derece hüzün dokunmuş bakışlarına selam yüklemeye çalışırdım. Ama gam yüklü çehresi hep önünde, o ürkek, çocukları çağırır çağırmaz içeri girerdi. Kaç kız kaç erkektiler şimdi hatırlamıyorum. Ama erkek çocuklar ilkokulu bitirince öğretmenleri eve kadar gelmiş, bu zeki çocukları okutmaları gerektiğini söylemişti. Yüzünde her zaman acılı tebessümler gezinen Elif anneyle bir Cuma okumasında tanışmıştık. Diğer kadınlara rağmen o hiç konuşmuyor, derin bir sükût hali ile bizleri dinliyordu. Kıyamet Suresi okunuyordu… Okunan ayetlerden sonra hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Arapça bildiğini öğrendiğim bu gizemli kadın demek ki ayetlerin anlamları yüreğine döküldükçe gözyaşlarını tutamamıştı.
Elif annenin çocukları bir gün bir resim sergisi açtılar bizim çıkmaz sokağa. Resim sergisini çocuklarım ayaklarıma dolanırken kimisi kucağımda kimisi elimde öylece gezdik. Muhteşem bir manzaraydı. Her sokakta böyle sergiler olsa. Bu yürekli, yetenekli çocukları takdir etmiştim. Sokakta bir hareketlenme, bir telaş, adeta bayram havası yaşanmıştı. Sonra çocukların burslu bir yerleri kazanıp okumaya devam ettiklerini öğrendim. Belki de sanata açık yürekleriyle kendilerine özgün eserler vermeye devam etmişlerdir. Bunu öğrenemedim…
Bir on yıl daha geçer. Şimdi ne çıkmaz sokak var ne de eski komşularımız. Gülcemal teyze belki oğluna kavuşmuştur. Yıllar oldu görmeyeli. Ama onun iç çekerek ağlaması, yüreğindeki evlat sancılarıyla gözyaşı dökmesi hiç aklımdan çıkmadı. Yeni gelinliğimin yalnız günlerinde evimi hüzünlü, gamlı çehresiyle adeta matem havasına taşısa da ben Gülcemal teyzenin gelişlerini hep severdim. Onu dinlemek, ona teselli vermek beni derecesiz mutlu ederdi.
Elif anneye gelince… Yıllar sonra Elif annenin yüzündeki acının, silinmeyen, hep derin duyarlılıklarla yer etmiş o sırlı acının sebebini öğrendim. On çocuğundan en büyük olan kızı dağa çıkmış. Zehra daha on beşine basmadan dağlara kaçmış. Ne yaptılarsa çare olmamış. Bir türlü körpe kızlarına ulaşamamışlar. Baba, “ Benim öyle bir evladım yok artık” diyerek gür gürlemiş. Ana kıyılara kaçıp hep içine akıtmış gözyaşlarını. Hep saklamış acılarını. Zehra’nın kıvır kıvır kara saçlarının kokusu, kara gözlerinin buğulu bakışları yüreğine değdikçe hep gizli gizli ağlamış Elif anne… Yanıp yıkılmış aile… Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Diğer çocuklarının da başına aynı akıbet gelmesin diye soluğu İstanbul’da almışlar. Yüreğine ayetler dokundukça gözyaşlarına hâkim olamayan Elif annenin yaşmaklı yüzündeki hüznü ve acıyı hiç unutmadım. Onlar da sokaktan taşınıp gittiler. Gülcemal teyze dizlerini döver, boncuk boncuk dökülürdü yaşlar gözlerinden yanaklarını yalayarak. Yün başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını siler, derin bir ah çekerdi. İçini boşaltır, şehitliğe gider, ses vermeyen oğluyla hasbıhal ederdi. “ Anlattım yavrum, ne var ne yok anlattım İbrahim’e... Yeğenin oldu dedim adını İbrahim koyduk. Oğul evi yıktılar yenisinde oturuyoruz diye her bir şeyi anlattım…” Elif annenin suskun acılı bekleyişine inat, Gülcemal teyze anlatır, ağlar açılırdı adeta… Bu iki acılı, evlatlarının yokluklarıyla yürekleri dağlanan anne sokakta hiç karşılaştılar mı? Birbirlerine selam verdiler mi? Hiç hatırlamıyorum. Ama selam alıp vermiş de olabilirler, kimbilir…
On yıl öncesinde çıkmaz sokaktaki komşularım. Acı tatlı anılarım. Süt kokulu yavrularım. Mustafa’m asker gömleği giymiş. Bir on yıl daha geçer. Mustafa asker olur. Yiğit bir delikanlı olur. Kara gözlerine özlemlerimi yükleyip gider asker ocağına… Diyorum ya bir on yıl daha geçer. Çocuksu çehresiyle bana bakıp gülen yavrumu anne yüreğime sabırlar dokuyarak askere yollarım… Bir nefes gibi gelir o günler, hayırla, selametle gelir diye dua makamında oğlumun gözlerinin derinliklerine dualarımı bırakıyorum…
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.