Menu
Emin Gürdamur’dan Okurunu Dışlayan Öyküler
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Emin Gürdamur’dan Okurunu Dışlayan Öyküler

Emin Gürdamur’dan Okurunu Dışlayan Öyküler

Emin Gürdamur’u Ketebe Yayınları arasından çıkan (İstanbul 2019; 3. Basım: 2020) Herkesten Sonra Gelen adlı ikinci kitabındaki öyküleri nedeniyle “öyküde geniş bir nefes, yeni bir ses” olarak peşinen selamlayacağım ama bu selamlamamın, yerli eleştirinin sığ ve şımarık; kibirli ve tezkiyeci dilinde yerleşik olan “başarılı öyküler” klişesinden; “Yeni bir Sait Faik” pohpohlamasından, “zarımı atıyorum” böbürlenmesinden küçük de olsa bir pay taşımayacağını da biliyorum.

Çünkü Gürdamur, adını zikrettiğim kitabında yer alan on beş öyküsüyle, başarı kelimesini acizleştirdiği gibi, öyküde genellikle Sait Faik adıyla tanımlanan yenilik arayış ve umutlarındaki gericiliği pekiştirerek, hakkında zar atılmasına da hiç tenezzül etmiyor.

Bu tespitlerimizin delile muhtaç olduğunu düşünenleri, bu maksatla davet edeceğimiz ilk yer bizzat Gürdamur’un mezkur öyküleridir ki, bir “Delil” de zaten “delili olduğu şeyin üstünlüğüne göre değer kazanır.” (İbnü’l-Arabi). Diğer bir söyleyişle, Gürdamur’un öykülerindeki yetkinliğin kendisi, kendi yetkinliğinin delilidir.

Bu bağlamda zikredilmesi gereken ilk şey, Gürdamur’un mevcut edebiyat birikimini kuşatma anlamında edebi gelenekle kurduğu sahih bağdır. “Aslan yediklerinin toplamıdır” şeklinde maruf olan bir tanımlamaya yasalanarak söyleyecek olursak Gürdamur, kendi öykü örnekleriyle şu isimlerin öykülerinin içinden gelmektedir: Ahmet Mithat Efendi (Burhan), Oğuz Atay (Yıkım İşleri A.Ş.), Fikret Ürgüp (Şair ve Sinek), Feyyaz Kayacan (Cazu), Sezai Karakoç (Azap), Ramazan Dikmen (Züleyha’nın Günlüğü).

Gürdamur’un bu gelişinin -zikredilen isimlerin Batı’daki karşılıklarını kapsadığını da belirterek- “Bir aslan sadece kendi ormanından beslenir” söyleşindeki hükme denk denk düştüğünü de rahatlıkla ileri sürebiliriz.

Bunun tefsiri ise, bizi doğrudan Gürdamur’un Herkesten Sonra Gelen’de yer alan öyküleriyle, zikrettiğimiz esasta gelenekle kurduğu bağ sayesinde, tahkiye planında bir benzerliği ürettiğine, ancak bu benzerlikten asıl kendi tahkiyesinin benzersizliğini ve dolayısıyla farklılığını yarattığına götürür.

Örneğin Gürdamur, “İyi bir öykü tek etkiye ayarlıdır; bu tek etkinin gücüdür ki,öyküsel yoğunluğu tek başına temsil edebilen bir sonuç cümlesine yüklemekle elde eder.” şeklindeki genel (ya da beylik) bir yargıyı, Yıkım İşleri A.Ş. adlı öyküsünde, okurunu Fuat, Ali ve anlatıcının tahkiye edilen hallerini tam anlamaya şartlandırmışken, “Ali Fuat Bey, yıkım tamamlandı. Hafriyatı kaldırıyoruz.” şeklindeki son cümlesiyle, onu aşinası olduğu girişli, gelişmeli, düğümlü, sonuçlu ve birkaç kişili tahkiye alışkanlığından koparır; bir küçücük dil fiskesiyle teslisi tekleştirerek, diğer bir söyleyişle üçlü bir anlatımı bir kişinin adında teke indirgeyerek, şartlandırılmış tahkiye idrakini yıkıp geçer.

Gürdamur’un tek etki üzerinden okuru hayrete düşürme, şaşkınlaştırma ya da daha açık bir söyleyişle şapşallaştırma tarzına, Ambroce Bierce veya Oğuz Atay öyküleri düzeyinde bir benzerlikle alışkanlık sağlamaya, yani apansız zuhur ediveren hayretimizi makulleştirme yoluna gitmeye tevessül etmekle birlikte, tarzın teslisteki tekliği nedeniyle biricikliğine, öz-el-liğine de şapka çıkartırız. 

Yine bu bağlamda, Cazu adlı öyküde Batı’da ona yüklenen anlamda bizim masallarımızda hiçbir karşılığı olmayan bir cadının, cazu / cazı olarak tahkiyesinde, Grimm Kardeşler’in Hansel ve Gretel’inden kimi karşılıklar bulabiliriz ancak, acuze’deki doğaüstü güçlerin, dil esasında aciz-lik / acuze-likle bağdaştırılması, deyim yerindeyse bu sayede som bir acizliğin ancak güç gösterisine muhtaç kılınması ve bu gücün alışıla gelen şekliyle merhametsizliğe değil, bir merhamet fiili olarak kendini feda etmeye (intihara) bitişmesi bakımından, değişime değil –ki, kök-imgeler özleri bakımından asla değişmezler-dönüşüme uğratılmasını Gürdamur öyküsündeki farklılığa karine sayarız.

Bu perspektiften baktığımızda, yukarıda da öykü ve birkaç yazarın adları üstünden zikrettiğimiz gibi, Gürdamur’un olay (vaka) ve durum (hal) öyküsü, fantastik öykü şeklinde adlandırılan öykülerin evvel emirde benzerlerini, ancak son tahlilde ve aslen bu benzerlik yoluyla (burada Çehov’un ‘Bir kül tablasından bir öykü çıkarabilirim’ ve Gürdamur’un ‘Boş Sandalye’den bir öykü çıkarabilirim’ sözlerine açık olalım) kendisinin benzersiz öykülerini yazdığını tekrar belirterek, delil getirme bahsimizi şu son örnekle tamamlayalım:

Ramazan Dikmen’in Yavuz adlı öyküsü, ordu müessesinin kutsallığına ilişkin anlayışları eleştirme maksadıyla yazılmış bir öyküdür. Bu yanıyla ironik öykünün en tipik örneklerinden biri olan Yavuz’un, ordu-sever birileri tarafından, metnin ilk verisi olarak salt bir kahramanlık öyküsüymüş gibi okunması ise, yazarına -asıl maksadına erimesi adına- teslim edilmesi gereken bir haktır.

Gürdamur’un Züleyha’nın Günlüğü adlı öyküsü, Dikmen’in Yavuz adlı öyküsüyle birçok benzerlik taşımaktadır. Öncelikle metnin kendi söyleminin içinden dışa çıkarılan eleştiri esasında, başlı başına ironik bir öykü olan Züleyha’nın Günlüğü, ilk bakışta, hayatın zorluklarına karşı tek başına direnen ve (günlük) yazmaktan başka bir güce sahip bulunmayan bir genç kızın, yazar olma gayreti (ya da hevesi) gibi görünüyor. İşte bu gayretin / hevesin ondaki dil ve söylem düzeyidir ki, kendisi tarafından yazılan metni onun eleştirisine eleştirisine dönüştürüyor.

“Evimden çok uzaktayım, bütün yenilikler gibi korunaksız.”; “Kan revan, huzur içinde uykuya dalıyorum.”; “Yatay istiflediğim kitapların, dergilerin, eskimiş ilgilerin arasından günlüğümü çekip çıkarıyorum.”; “Gözlerimi sayfalardan alıp duvara asıyorum.”; “Parçalanmış ifşanın o kullanışlı, mozaik sunağına yatırıyorum bedenimi.”; Upuzun örümcek ağından köprülerde yürüyerek bir kadın bir yalanı ne kadar inceltebilir ne kadar uzun boylu körleşebilir içine doğru uğursuz testilerin hayal kurabilir gerçeği kendi merdivenleriyle örtebilir...”; “Bu gece hiçbir şeye son verememiş korkaklığıma sarılıp yattım.”; “Ne güzel yiyorsun ey köprü bizi uzak yataklarımızda nasıl da güzel kemiriyorsun parçalara ayırıp servis ediyorsun yaşamı baştan sona...” vb. cümleleriyle yüklü olan öyküyü, biz bir başkasının öyküsü olarak okurken, o başkası olarak ona benzeyen yüzlerce kızın ya da genç kadının yazarlık hevesiyle kurdukları benzer abuk-sabuk metinleri, dünya edebiyatının şahikasıymış gibi kendi kendilerine gözyaşları içinde seslendirdiklerini ancak öykünün dışına çıktıktan, onun içerdiği ironiyi farkettikten sonra anlıyoruz.

Zeliha’nın Günlüğü bu yanlarıyla Dikmen’in Yavuz’undan bir eda taşımakla birlikte, Gürdamur asıl bu vb. edalara verdiği değeri ima ederek, kendi bakış, tahkiye ve tahyil (canlandırma) farkını vurgulamış oluyor. 

Gürdamur’un öykülerinde, edebi gelenekle kurduğu bağdan, kendi öykücülüğü adına önemli farklılıkları inşa etmesinin, diğer bir söyleyişle yeni bir dil, tahkiye ve anlatım kurmasının, öyküye dair mevcut algılarla ters düşen ve dolayısıyla öykü okurlarının okuma terbiyesinde yerleşik olan genel bir zevki, anlam ve yorum cihetinden zorlayan bir yan yok mudur?

Vardır!

Şundan ki, Gürdamur’un öyküleri zikredilen düzeylerdeki kendi / kendinden / kendisince farklılığı bakımından, en geniş anlamıyla kült metinlerdir. Kültlüğün dilsel planda beraberinde getirdiği şey ise, menin aynı zamanda som bir mermer gibi (ki, ‘mükemmel bir mermer heykel gibi’ de diyebiliriz) her türlü dış müdahaleye kapalı olmasıdır. Öyle ki, o mermere eklenebilecek bir çizgi, atılabilecek bir çektik... ihmal edilmemiştir ki, seyrinde bir eleştiri ihtimali belirsin. 

Bu türden bir kapatmanın, metin düzeyindeki bir tezahürü de, okurunun daha baştan dışlanmış olmasıdır. Okurunu dışlayan metin olmanın teknik adı ise, metnin kendi üstüne kapanması; okurunun hayalini kısıtlaması hatta muhtemel hayalî katkılardan müstağni olması; cazip kurgu ve anlatımıyla bir hayranlığı doğurmakla birlikte, o hayranlığı hayranlık duyanın içinde boğmasıdır. 

Bu manada Pusu adlı öyküden, ilgili yüklemlerin uygunluk içinde çoğaltılmasıyla öznenin kimi tutumlarına yüklenen yetkinliğe (somluğa, boşluksuzluğa) şu cümleleri örnek olarak verebiliriz: 

“Mermi sesi kesildi ama asıl saldırı bu sessizlik. (Benim eklememle, çünkü) Uzun namlulu bir silahın karanlık ağzı, bir dürbün refakatinde üzerimizde geziniyor olabilir. (Çünkü) Belki iki mermi, diğerine işaret verdi ve birazdan kıyamet kopacak). (Çünkü) Belki de biz öldük de gözlerimiz eskiden kalma bir alışkanlıkla etrafı kolaçan ediyor. (Çünkü) Ayla’nın üzerine ben o evde yürüdüm...”

Gürdamur’un başvurduğu gramerde duygu, matematiğin emrine verildiği için, dil-duygu ilişkisine tabi tüm ihtimaller bir işlemin zorunlu öğeleri gibi, “çünkü”nün  içinden dışa açılmıştır. Bu açılış, aynı zamanda mümkün tüm olasılıkların yazar tarafından kullanılması bakımından metnin kendi üstüne kapanması ya da metnin daha baştan kendi üstüne kapanması nedeniyle okurunu dışta bırakması şeklinde somutlaşmaktadır.

Bu bağlamda şunu açıkça ifade etmeliyiz ki, Batılı okur Faulkner, Joyce, Beckett, Woolf, Breton vd. metinleri üzerinden kendine üzerine kapanan metinleri okumaya alışkındır. Ancak bizdeki okur, halen bir metnin (en azından nasihat, uyarma, korkutma, edep ve terbiye gibi örnekleriyle) dışa açılmasını önceler; en azından okuduğu metinlerden, bilinçli olarak bırakılmış kimi açıklıkları, oluşturulmuş ara’ları, doldurulması kendi istidadına, bilgisine, hayaline havale edilmiş bazı boşlukları ısrarla talep eder.

Bunlardan hareketle, Gürdamur öykülerinin mezkur manada okurunu dışlamasını, tek başına bir eleştiri olarak görmemek, onu bilakis yeni bir okuma terbiyesinin ya da alışkanlığının yokluğuna işaret saymak da mümkündür.

Bu cümleden olarak Gürdamur, a) mevcut okurluk algısının / terbiyesinin değişmesini ima; b) Batı esaslı olarak ifa edilen yerli edebiyatın, Batılı okurunun zevkince okunmasındaki zorunluluğu ifşa etmesi bakımından son derece cüretkar ve zikredilen bağlamda muhafazakar okuru apriori olarak karşısına alması cihetinden de son derece tehlikeli bir tavır ortaya koymaktadır. 

Muhafazakarlığın “örgütlenmiş bir riyakarlık” şeklindeki tanımını benimseyen biri olarak, kendi adıma Gürdamur’un söz konusu cüretkarlığından ve tehlikeli atağından endişe duymuyorum, bilakis bunların Beckett metinlerini -ezeli birer hayran teslimiyetiyle- ağızlarının suyunu akıtarak okuyup, öte yandan Hz. Ali Cenkleri’ne benzer metinler üreterek popüler olma sahtekarlığına kapılan sözüm ona İslamcı yazarların ahlaki bir çizgiye çekilmelerine vesile olmasını temenni ediyorum.

Bedeli ne olursa olsun, bu manada yenilikten, samimiyetten -yetmez, samimiyetinde samimiyetten- yana olmak, zorunlu bir değişime engel olmaktan kuşkusuz çok çok daha iyi olsa gerektir.

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.

Diğer Yazıları