Menu
LEŞ KARGALARI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • LEŞ KARGALARI

LEŞ KARGALARI

Yazıya başladığım günlerde, niyetim insanları birbirinden ayıran bazı özellikleri incelemekti. Kaba sınıflamalar yaparak eğlenmeyi planlıyordum. Fikrin doğuşunda Coleridge’in okur sınıflaması etkili oldu. Ne var ki okumakta olduğum bir kitap (Zehra) ve çevremdeki çeşitli türlerde, aşk ve şiir alanındaki leş kargaları yazının mecrasını değiştirerek, sınıflamamı, başka bir çerçeveye oturtmamı sağladılar. “Okurlar dört sınıfa ayrılabilir” diyor Coleridge;
Süngerimsiler: Bütün okuduklarını içlerine çekerler ve aynı durumda geri verirler, yalnız biraz bulaştırırlar.
Kum saatleri: Bunlar hiçbir şeyi kendilerine alıkoymazlar; yalnız zaman geçirir gibi bir kitabı baştan sona çevirmekten hoşlanırlar.
Süzgeçler: Okuduklarının yalnız tortusunu saklarlar.
Moğol elmasları: Değerli oldukları kadar sayıları da az olan bu okurlar, her okuduklarından yararlanmayı bildikleri gibi, başkalarının da ondan yararlanmasını sağlarlar. (Coleridge)

İnsanların yaşam karşısında duruşları da tıpkı bir kitap karşısında duruşları gibidir. Bu yüzden, hayatın insana sunacağı her fırsat ve felakette böyle sınıflamaların işe yaradığını görürüz. Örneğin, yazı yazarken muhataplarımızın çoğunlukla ilk iki, nadiren üçüncü grupta olduğunu bilmek bizi ye’se sürükleyebilir ve yazıyı bırakıp başka türlü bir yaşama dönebiliriz. Ya da yaşam kavgası verirken, insanların temel üç kanatlıya benzediğini bilmek, söz gelişi evlenirken işimize yarayabilir; avını avcıya veren şahinlerden biri mi karşımızdaki, yalnızca açlığını gidermek için avlanan bir yırtıcı mı yoksa bir leş kargası mı? Ben bu yazı boyunca, zorunlu olarak leş kargalarıyla ilgileneceğim. Leş kargası olmak şaibeli bir kavram olduğundan samur kürk olsa kimse giymeyecektir. İlgimi çekmesi de bu yüzden. Kavramın zihnimde yer etmesi, Nabizade Nazım’ın kötü kadın karakteri Zehra’yı tanımamla oldu. Zehra, aptalca bir asaletle ilgisi olmayan birinci sınıf tepkileri ve intikamcı kadın profiliyle sempatimi çekerken, romanın ikinci kadını Sırrıcemal zavallılığını süsleyen leş kargası yanıyla tam bir prototip oluşturmakta. Bu, ilk Türk romanlarının keskin kenarlı -sırf iyi, sırf kötü- karakterler içermesiyle ilgili olsa bile, bir taraftan da bizim dengelemeye çalıştığımız yanlarımıza ayna tutuyor. Elbette Nabizade, iyiyi ve kötüyü ayırt etmiyor.
“Elimiz ve dilimizle yarattığımız şey bir hiçtir, ancak yaşamımızı vererek ortaya koyduğumuz şeyin bir değeri vardır. Ancak bizzat kendimizi yaratılışın bir parçası haline getirdiğimizde, yaşamaya başlarız.” (Miller) İntikamcı Zehra hayatını hiç elde edemeyeceği bir şeye yatırmakla, çaresizliğini, kötülük yaparak bile olsa eyleme dönüştürdüğü için leş kargası olmaktan ebediyen kurtuluyor. Nabizade Nazım, Zehra’yı sadece kıskanç olarak tanımlayarak aslında yarattığı karakteri tanımadığını da gösteriyor. Bu eyleme dönüşme bu yüzden ilgimi çekiyor. Zehra şiir yazıyor olsaydı intikam almayacaktır Suphi’den.* Çünkü kendisini leş kargalarından ayıran sınırı görebilecekti. Tam bu noktada aslında temel sorunsallarımdan birini de dile getirmiş oluyorum. Bu, şiirin eylemin yerine ikame edilip edilmeyeceği sorunsalıdır. Pratik olarak mümkün değildir bu. İnsanın insan olurken, erdemli yahut erdemsiz oluşu boyunca, eylem ve şiir birbirini ikameden öte, bu oluşa, meşreplerine göre katkıda bulunmakla kendi yerlerini belirlerler. Şairlerin de çeşitlere ayrılışı, işte eylem-şiir ikilisine, Zehra’nın hayatını bir şeye veriş biçimine bakar. Hayattan alacağı olduğuna inanır Zehra. Şiir yazıyor olsaydı, bezginlerden, hamlamışlardan, piknik tiplerden olmayacaktı, gene de olmadı. Sağ göz iki miyop, sol göz astigmat olup dostu düşmandan ayıramayan bir tip olabilirdi ama. Atletik, tangocu ya da zikzak çizenlerden olabilirdi ya da. Ama kesinlikle leş kargası grubuna giren şu sınıflardan olmayacaktı:

Olgun hurmalar (Her koşulda yere düşecekleri günü bekleyen sabırlılar, yaş haddinden ötürü bir gün mutlaka, her nasılsa edebiyat camiasında tutunmaktan ötürü adları anılacaktır)
Bölünerek çoğalanlar (Tek hücreliler, bunlar koptukları gövdeye bağlılıklarından ötürü yabancı cisimleri hazmedemezler, tek çeşitle beslenmeye alışmışlardır. ‘Öteki’ onlarda dehşet uyandırır)
Amasya elmaları (kırmızı dudaklılar, yörelerinde çarliston ya da salçalık kırmızı biber bulundururlarsa geçerli olurlar)
Çarlistonlar (tatlı yeşil adamlar, bunlar gübreyle beslendikleri halde yeşil kelimelerle cennete ve lepiska saçlı hurilere kavuşmayı bekliyorlardır)
Züğürt ağalar (ağızları eskiyenler, eskittiklerine değmeyebilir her zaman, ama gene de her koşulda bunlar pislik dolu bir çukura benzediklerinden, diğerleri taş atmaya korkarlar, çünkü bunlar adamın üstüne mutlaka sıçrarlar. Nam-ı diğerleri kereste tüccarıdır)
Rumun şuarası (mavişler, saç ektirenler, estetik yaptıranlar, pozu sevenler; bunlar yabancı memleketlerden derledikleri kokuları etkileyici olmakta kullanırlar; her şeyden önemli olan şey, onlar için, bir şiir yazmış olmaktır)

Hayattan alacakları olduğuna bunlar da inanırlar ve bu alacağı, muhakkak, kendi tarzlarında tahsil ederler. Zehra’ya dönersek, ondaki eylem asla karın doyurmayan bir yöntem oluşuyla öne çıkar. Alacağını tahsil etmemiştir ama Sırrıcemal’in lokmasını düşürmüştür elinden. Benim yazacağı bir şeyi olmak dediğim şey buna benzer. Yazacak şeyi olmayıp da illa şiir yazmak isteyenin yapacağı tek şey; yazacağı şeyi olan şairin benini ödünç almaktır, istimal etmektir, başkasının karısını sevmektir, aslanın artığını didiklemektir.
Zehra, kendisini çok seven ve çok sevdiği Suphi’nin, kadınca bir sezgiyle, cariye Sırrıcemal’e de ilgi duyacağını biliyor. Bu yüzden iyice hırçınlaşıyor. Çünkü stratejik savaş yapacak denli ne soğukkanlı ne de zayıf hayvanlara mahsus kurnazlığı taşımakta. Sırrıcemal de, kadınlara vergi aynı sezgiyle, bir erkeğin, bir çatı altında güzelce bir kadına ilgisiz kalamayacağını biliyor. Ama onda fazladan, kargalara mahsus bekleme sabrı ve kurnazlığı var. Kendisini tercih edilen konumunda görmek, elediği kadına galebe çaldığını düşündürüyor. Ayrıca kendisinden toplumsal statü bakımından üstün olan Zehra, Suphi’nin piyasa değerini yükseltiyor onun nazarında. Ama üçüncü kadın, orta malı ancak çok fettan olan Ürani çıkınca sahneye, avını daha güçlü bir hayvana kaptıran karganın açlıktan ölmesi misali, Sırrıcemal intihar ediyor. Suphi ise, tüm leşler gibi kendisini kimin yediğiyle o kadar da ilgilenmiyor. Neredeyse kadınların hayatına girip çıkışlarını rüyada izler gibi izliyor. Hayatını kontrol etmek, eylemlerini belli bir amaca odaklamak gibi bir derdi yok. Daha çok sevk-i tabii ile hareket ediyor. Üremek için çiftleşen hayvanlar kadar doğal biçimde salgılarının bedenini sürüklediği yere kadar gidiyor.
Elbette burada Zehra’nın kişiliği ile şairane biçimde bir ilgi kuruyoruz. Sınıflamalarımız da kişiliklere yönelik bir fantezi. Bunları şiirin, emeğin ve yeteneğin toplamından fazla bir şey olduğunu göstermek için de yazıyoruz diyebiliriz. Çünkü, şiiri yazan özne şiiri yazmadan önce içinde taşıdığı bir şeydir şiir. Bir nüve bir tohum anlamında değil. Şiiri yazan özneyi şiir yazmaya iten görme biçimi anlamında. Taşa baktığında içinde bir heykel gören bakış, onu başkasına göstermeden rahat etmeyecektir ya hani. Heykelden üstün bir sanat olan şiiri yazan öznenin dilde gördüğü biçim, şairin hayatta gördüğü kanlı şeylere uymayı o kadar ister ki şaire göre, yazdıktan sonra da kurtulamayacağı halde illa yazmalıdır. Tıpkı alınan öcün insanı asla doyurmadığı halde alınmadan rahat edilmemesi gibi. Başlı başına mükemmel bir harekettir öç. İnsanı aşk kadar teslim alan tek duygudur. Ama aşk insanı bönleştirirken, öç duygusu insanın entrikacı zekasını açar. Basiretli olamasa bile öç alacak kişi, kendi menfaatini hesaplamadığı için artık mutlu gelecek, onun için, kurbanın acısına bağlıdır sadece. Onun acısıyla şifa bulmayacağını bile bile, kurbanın acı çekmesi tek hedef haline gelir. Sözün şifa olmayacağını en iyi şair bildiği halde, içindeki kanlı şeyin karşılığı ancak sözdür. Bazen duadır. Ama şair dua edemeyecek kadar kibirlidir bazen. Zehra’nın affedemeyecek kadar küçülmeyi tercih edişi gibi. Bir tenezzüldür şiir de tıpkı öç gibi. Ölü yıkayıcıda bile hakkını komamaktır.
Benim için böyle. Köpekdişi adlı dört bölümlük şiire noktayı koyduğumda, şu cümleye ulaşmıştım. Suçlu ve yargıç bir kağıdın iki yüzü gibidirler. Birbirlerini var ederler. Birbirlerine bitişiktirler. Birini ihlal eden/ delen şey ötekinin içinden çıkar. Eski tarihlerde yazdığım bir şiirde geçen “her kurbanın içinde bir cellat yatar” dizesinin bir versiyonu değil. Bu sonuncuda özdeşlik vardı. Oysa yeni kurmuş olduğum cümlede bitişiklik var. Hem öteki hem de kendi olmak. Tanrı olup bunları anlatıyor olmak istemezken insanlığa gönül indirmek zorunda olmaktır tenezzül. Başkaları duysun diye, görsünler de yarayı görmelerinden ötürü kendilerinde bir eksiklik hissetsinler diye. Eksikliklerini hiç unutmasınlar diye. Oysa Tanrı, kusuru ve suçu yüze vuranları sevmez. Yüze vurucu olmak, tenezzüldür. Bu elbette şiir yazanın bir yüzü.**
Ben şiiri yazarken, şiir de beni yazıyor. An be an oluşuma katkıda bulunan bir uzuv gibi bende yaşayan bana bitişik, benden ayrıştırılamaz bir parça. Thomas Bernhard’ı o yapan hastalık gibi. Proust’u o yapan astım gibi. Frida Kahlo’yu acıtıcı eşsiz resimlerin sahibi yapan fiziksel acıları gibi. Kuşkusuz sanatlarını oluşturan yaratıcı düşünce, yetenek, yaşama başka türlü katlanamamak ve inat gibi başka etkenlerle birlikte. Kendine bakarken başkalarının görmediği bir yanı kendine yamar gibi. Yeniden Miller’ın yukarıdaki cümlesini hatırlarsak, kendimizi parçası yapmadan şiir de kendini teslim etmiyor demek. Şiir yazma anı dışında, insanda şairlik diye bir öze inandığım anlamına gelmiyor tüm bunlar. Çünkü yok böyle bir öz. Ama o şiiri oluşturan ben, denediğim, sirk köpeğinin ateş çemberinden geçmesi gibi, içinden geçtiğim bir anın öncesine dönemem. Uzun yıllar boyunca ‘bungy jumping’ yapmaktan korkup kaçtıktan sonra, bir gün aniden denemek ve başarmak insanı başka biri kılar. Artık o korkuyu taşımayan, tehlikeyi deneyimlemiş, kendini boşluğa bırakmış biridir o. Heraklietos’un o klişeleşmiş ‘aynı suda iki kere yıkanmaz’ıdır bir anlamda bu. Ve elbette hayatın bir sürü deneyimi ile ortak bir kaderi paylaşır şiir, insanın oluşuna katkısıyla. Soyut bir gövde olan şiirin nasıl parçası olunur? Olunmaz. Baştan beri dile getirmeye çalıştığım şey de bu; yazacak bir şeyin varsa ve bu şey başkalarında gidip yerini bulacak bir şeyse ve o başkalarının çoğunlukla aklına bile gelmiyorsa aslında veya akıllarına gelen büsbütün başka bir şeyken bile duyduklarında ‘hah bu, o işte’ diyorlarsa ve birden ona sahip çıkıyorlarsa ve birden acılarına basıyorlarsa, insan şiiriyle bütünleşmiş, fıtri, güzel, çirkin yani dolaylı güzel ve insana has çelişik olanı yerinde bir jestle ortaya dökmüş demektir. Tıpkı şu dizelerde olduğu gibi;

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği (Karakoç)

yürüsem rahmet boşanacak
ve sana bir karşılık vereceğim
sana bir karşılık vereceğim
toprağı deşen boğuk sesimle
sana bir karşılık vereceğim
amansız kum fırtınası altında
sana bir karşılık vereceğim (Özel)

Gurbet yavrum garba düşmektir gurbet
Çiçeklerden gelincik içinde Bünyamin sevgisi (Süreya)

“Ama ben onların ölümlü, yanılgan insan,
Geçen ve bir daha geri gelmeyen bir rüzgar olduklarını unuttum.”
Çünkü unutmak bana göreydi.
Çünkü ben de ölümlüydüm. (Uyar)

Sıkıldık mı hep böyle birşeyler yapmak gereğini duyarız yahut o boşluk duygusuna kapılınca, Nasıra’lı İsa’yı peygamber eden budur, güneş altında yalnız kalınca böyle korktu, peygamberliği işte bu yüzden. Bir kadına tutulsaydı, tutulabilseydi somut bir kadına, Simun haç taşımanın günahını çekmeyecekti. (Uyar)

İmam sordu teneşir karşısında
Nasıl bilirsiniz dedi merhumu
Ben de içimden bağırdım
Büyük şairdi! (Can Yücel)

İster misin tükürelim ikimiz bu büyük yörelere
Orada kiralık küçük otomobiller gezinmekte
İster misin zira bir şey daha gerekli
Bir şey
Bizi birleştirsin ister misin tükürelim
İkimiz bu bir valstir
Bir çeşit rahat ağlayış (Aragon)

Gerisi boştur. İnsanın kimyasını değiştirmedikçe, bir Allah’ın kulunu okuduğu an biraz iyileştirmiyorsa bir şiir ya da iyileştiren şiirler çağını çağıran şiirler değilse bazı şiirler... Kısaca kesik parmağa işemiyorsa kendine şair diyen, aslanların artığıyla geçinen bir leş kargasıdır vesselam.

Coleridge. S. T. (1993) Denemeler. YKY. Müt. Halit Çakır.
Miller. Henry (1993) Rimbaud ya da Büyük İsyan. Kabalcı y. Müt. Mustafa Tüzel.
Nabizade Nazım (2002) Zehra. Haz. Kemal Bek. Bordo-Siyah y.

*Aslında Zehra davranışı bakımından tek değildir. İlk Türk romanlarında sık sık işlenmiş bir konudur bu. Mesela, İntibah’ın yosma Mehpeyker’i ile ilgili Robert Finn’in söyledikleri, konuyu bir başka mecraya taşıyor: “Mehpeyker, doğal olarak ‘mülk’ün sınırları dışındadır, toplumdışıdır; o yüzden de öç duygusu bir kere uyanmayagörsün, korkunç bir nefretle dışa vurulur.” (Türk Romanı, Bilgi y., 1984 Müt. Tomris Uyar) Ece Ayhan’ın şiir tanımını yaparken, ‘fuhuş’a gönderme yaparak, bedenin ‘mülk’ haline getirilişinden dem vurması; ayrıca sivillik tanımını bedeninden başka mülkü olmayan Melahat üzerinden yapışı hatırlanabilir bu noktada. Zehra’nın farkı, görünürde, namuslu bir ev kadını oluşudur; ne var ki, aslında, Zehra öç şiirini yazarken, kendi bedenini belki ortaya koymuyor ancak yine ‘sivil’lerden birini, Ürani’yi sürüyor ortaya. Hem kendi ‘estetik’ini bozmuyor hem de anlamı çarpıtılmış yani değişim değeri olan bir beden aracılığıyla amacına ulaşıyor. Tüm bu kadınların arasında Sırrıcemal, erkeğe bakışındaki dolaysızlıkla, hayatını idare edemeyişiyle şiirsellikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. O, eli kalem tutsa mersiye yazabilecektir sadece.

**İnsan olmanın yüce yanının elbette farkındayım. Yaratılmış olan tüm varlığın bir parçası olarak elde edebileceğimiz nispi bir yücelik bu, üstelik anbean korunması gerekli. Oysa şiirin ya da sözün böyle bir yücelmeyle ilişkisini kurmak şairce bir fantezi olmaktan öteye gitmez. Benim kişisel fantezim şudur örneğin; anlatabildiğim, aktarabildiğim her durumun ötesine geçiyorum. Aldatabildiğim herkesi kurtarıyorum. Sözle kuşattığım, kuşatabildiğim ölçüde anlayabiliyorum. Anladıkça çıkmaya sıvandığım tepenin dikliğini fark ediyorum. Dümdüz yollar da var bir takım yerlere ulaştıran. Ama yolda ilerledikçe, gözümün, ulaşılacak yerde değil, yoldaki serüvende olduğunu; ancak böyle büyüdüğümü anlıyorum.

Diğer Yazıları