Menu
KUDÜS YA DA HEP YUKARI BAKMAK
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KUDÜS YA DA HEP YUKARI BAKMAK

KUDÜS YA DA HEP YUKARI BAKMAK

GİRİŞ

Yolculuk kaderdir.
Yol, yolculuğun nedeni.
Yolculuk (neden), kendi hakikatinin bir gereği olarak yaratılmışların (mümkünlerin) tümüne ilişmiş tek-il bir gerçekliktir.
Yol (nedenli) ise yaratılmışların kendi hüviyetlerine uygun oluşla sabit  çok-lu bir hikmettir.
Başkasınınkinden değil kendi bedenimden gözlüyorum:
Nefes, düşünmek, akıl-basiret, duymak, görmek, dokunmak, koklamak, işlemek, yürümek... organlarımın ruhudur ve her biri o ruhla kendisine yüklenen yeteneğin yolcusudur.
Bu yolcu ümmetinin imamı benim ve ben bunları da kuşatan İlahi Ruh’un bedenime yüklediği can (dirim) sayesinde yine İlahi Ruh’un yolcusuyum.
Can’la birlikte bedenimin yolculuğu kabul edişi, karıldığım toprağın yer-inden alınıp cennete yol-lanışındadır.
O’nun bana ‘üfürdüğü’ ruh da, O’ndan bana ulaşan bir yolcudur.
Can’lanmış olarak o ruhla dünya hayatına indirilen (yollanan, yolculanan) olmakla da ben bir yolcuyum.
Yolculara yol, tanıklara tanık olunacak şey gerek.
Ben ve bedenimdekiler için yol Şeriat’tır.
Şeriatım olmasaydı “Sonunda oraya varınca” kulağımın, gözümün, derimin yaptıklarım hakkında aleyhimdeki şahitliği (Fussilet, 41:10) hak olmazdı.
“Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme” olmayacağına göre (Yunus, 10:64), benim de nef(e)sim (kimliğim) ve organlarım adına Muhammedi Şeriat’ta musir oluşum benim benimle ve onlarla hiç değişmeyecek olan imtihanımdır.
Takdir edilen yol ile geldim ve emredilen yol (Şeriat) ile geldiğim yere döneceğim.
“Yolları bir urgan gibi / Ayağına sarmış Muhyiddin”in mukallidiyim.
Makam ehli değilim, erişmemin emredildiği üç menzilin izlerini izleyenim.
Mekke dedim, Medine dedim…
Ve işte Kudüs’teyim.
./…

MEKAN OLARAK KUDÜS

Zaman bir mevhumdur.

Mevhum ki varlığı hayalde ve vehimde gerçekleşen olmakla itibaridir ve biz bu yolla vakitleri belirler ve onların geçeniyle, gelmesiyle ve gelecek olmasıyla zamanı idrak ederiz.

Bizim zaman üzerinde bir hükmümüz yoktur. O Allah’ın takdir ve tasarrufunda olarak kesintisiz olarak işleyişini sürdürür.

Bizim içinse sadece ‘şimdi’ vardır ki o da bir an’dan ibarettir. Nitekim ‘ibarettir’ kelimesi onu söylediğim an’ın hemen ardından geçmişe katılır ve ben ‘ibarettir’den sonraki kelimeyi söylemeye niyetlenirken geleceğe yönelmiş olurum. Dolayısıyla benim fiilim geçmişle gelecek arasında adına ‘an’dediğimiz bir ara’da, yani iki vaktin an’lık berzahında gerçekleşir. Geçende artık bir hükmüm yoktur; gelecek de henüz gelmediği için onda da bir hükmüm yoktur. Hükmüm, bölünmesi mümkün olmayan ve kirpiklerimi kırpışımdan daha az bir sürede tahakkuk eden ‘an’ olarak ‘şimdi’ ile sınırlıdır ki bu da ‘bir yok, bir var’ olması bakımından gerçekte hükmümün varlığının yokluğudur.

Mekan ise ‘şehir’ manasında insan eliyle inşa edilmiş olması bakımından onun yaratımını ifşa etmesiyle ona mahsus olan bir takdir ve tasarrufu ifade eder.

‘Kutsal mekan’ (tapınak) da Tanrı’nın genel mekanda kendisine yönelinmesi için işaretlediği özel yerdir. İnsan bu özel yer sayesinde Tanrı ile ilişkisini kalıcılaştırır, süreklilileştirir; dolayısıyla Tanrının işaret ettiği mekanda inşa ettiği şeyle insan aslında kendi zamanını kurgulamış, kendi hakikatini (kulluğunu) inşa etmiş olur.

Tanrı tarafından işaretlenmiş bir yer olarak Kudüs’e (onun içinde yer alan el-Aksa’ya) gitmek demek söz konusu bağlamda Kudüs (ve o işareti işaretleyen Peygamberler) vesilesiyle kendi hakikatine tanık olmaya gitmek demektir.

Şunu hemen ifade etmeliyim ki, Kudüs’ün kutsiyetine dair bir  arkeoloji yapmak istediğimizde, Tevrat ve İcil’de onunla ilgili yeri ve ölçüleri itibariyle birçok maddi bilgiye erişebileceğimiz gibi, harika tasvirlere, insanlığa dair sevincin ve acının kayıtlarına ulaşabiliriz.

Örneğin, Matta’da (23:37) yer alan “Ey Yeruşalim! peygamberleri öldüren ve kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuk, yavrularını kanatları altına nasıl toplarsa, ben de senin çocuklarını kaç kere öyle toplamak istedim, ve siz istemediniz. İşte, eviniz size ıssız bırakılacak. Çünkü size diyorum: ‘Rabbin ismiyle gelen mübarek olsun’ deyinceye kadar, artık siz beni görmeyeceksiniz.” kaydı bile Kudüs’le ilgili birçok hikayeye tek başına bir eşik oluşturur.

Ancak Kuran’a ve Hadislere ‘göre’ inanmak ve amel etmek zorunda olan bizler Kudüs’e ilişkin söz konusu bilgilere Tevrat’ta, İncil’de ve tarihlerde yer aldığı için değil, Kuran’da ve Hadislerde yer aldığı için itibar eder; Kuran ve Hadislerde yer almayan sair bilgilere itiraz etmemekle birlikte itibar da etmeyiz.

Kudüs’ün mekan olarak hikayesine gelince, bu Tanrı ile irtibatlı ve kadim zamanlardan başlayıp günümüze uzanan ve bizleri de içine çeken bir hikaye olması bakımında uzun ve yoğun bir hikayedir. Bir makalenin makul hacmi içinde biz ancak bu hikayenin önemli anlarıyla ilgili genel bilginin başlıklarını belirleyebiliriz:

-Tanrı, yeryüzünün kimi yerlerini bir takım meziyetlerle şereflendirmiş ve o bölgelerdeki ibadetlerin daha ecirli, bereketli ve makbul olduğunu peygamberleri (vahiy) yoluyla bildirmiş, onları da oralarda yaşatarak oraları esenlik, iyilik, inayet ve sevap mekanları olarak güçlendirmiştir.

-Bizim inanışımıza göre yeryüzündeki Mekke (Beytullah), Medine (Mescid-i Nebevi) ve Kudüs (el-Beytü’l-Mukaddes) bu yerlerden olup, emsallerine göre meziyetlerindeki farklar da Kuran ayetleri ve Hadislerle bildirilmiştir.

-Beytü’l Mukaddes’in, Zühre yıldızının altına dikilmiş bir heykelle belirlendiği Sabiiler zamanından beri bilinmektedir. Sabiiler buraya kurban adar, sundukları zeytin yağını Sahra’nın üzerine dökerlermiş.

-Sabiilerden sonra bir süre unutulan bu yer, İsrailoğulları tarafından Kudüs’ün ele geçirmeleriyle birlikte kıble edinilmiştir. Bu uygulamanın kaynağı nebevi(ilahi)’dir: Hz. Musa, atası Hz. İshak’a vadedilen mukaddes beldeye tekrar sahip olmak için kavmini Mısır’dan çıkarmış, Tih Çölü’ndeki uzun ve meşakkatli o yolculukta Hz. Musa’ya sent ağacından bir kubbe yapması emredilerek, bu maksatla kubbenin ölçüleri, özellikleri, formu ve heykelleri vahiyle ayrıntılı olarak bildirilmiştir. İçinde tabut, çanak, kandil ve yemek sofrası (ma’ide) bulunan kubbede minare ve kurbanlar için sunak yer almıştır. Ayrıca Anlaşma Tabutu (Tabutü’l-ahd’) kbbeye yerleştirilmiş, yolda kırılmış olan Levhalar’ı temsilen her birinde on kelimenin yazıldığı yeni levhalar tabutun üzerine konmuştur. Kurban sunumlarının idaresi ise Hz. Harun’a (sa) verilmiştir. İsrailoğulları, Tih Çölünde’yken de önünde vahiy bekledikleri, kıble edindikleri, kurbanlarını kestikleri bu kubbeyi yanlarında taşıdılar, Şam’ı ele geçirdikten sonra da bu geleneği sürdürdüler ve Kudüs’e hakim olunca onu el-Aksa’daki Sahra’ya yerleştirdiler.

-Hz. Davut (as) söz konusu kubbenin de içinde yer aldığı Sahra’da bir mescid inşa etmek istedi ancak bu mümkün olmayınca onu Hz. Süleyman’a vasiyet etti.

-Hz. Süleyman (as), Hz. Musa’nın vefatından beş yüz yıl sonra o mescidi inşa etti. Sütunları tunç olan mescid billurlarla süslendi, kapı ve duvarları, heykelleri, tabak – çanakları ve minaresi altınla kaplandı. O zamana kadar Hz. Davut’un şehri Sihyun’da muhafaza edilen Anlaşma Tabutu, mescidin arka tarafında yaptırılan bir türbeye konuldu.

-İnşa edilişinden sekiz yüz yıl sonra bu mescid Buhtunnasır (Nebukadnezar) tarafınan yıkıldı; Tevrat ve Asa yakıldı, heykeller ve diğer kutsal emanetler eritildi.

- Buhtunnasır’ın esir olarak yanında götürdüğü İsrail kızlarının birinden doğan Hz. Üzeyr as), Fars krallarından Behmen’in de yardımıyla Kudüs’e dönerek ilk ölçülerine uygun şekilde mescidi yeniden inşa etti.

-İsrailoğulları Yunan, Fars ve Roma hükümdarlarının idaresinde, kahinlerinden Haşmeney, damatları Herudos ve oğullarının başkanlığında hüküm sürürlerken el-Aksa’da kimi tadilatlar yaptılar ve mescidi eskisi gibi süslediler.

-Roma İmparatoru Titus (39-81), İsrailoğulları’nın isyanını bastırdıktan sonra el-Aksa’yı ve mescidi, yeri ekilmeye hazır bir tarla haline gelecek şekilde yok etti.

-Romalılar’ın Hıristiyanlığı erken kabul etmelerine rağmen onunla kurdukları tereddütlü ilişki İmparator Konstantin’le (272-337) birlikte ancak sona erebildi. İmparatorun  annesi St. Helena (246-330), Titus sonrasında İsa’nın güya çarmıha gerildiği yerin yakınına Venüs adına yapılan tapınağı yıktırıp, İsa’nın gerildiği haçın bulunması için orada kazı yaptırdı. Kazı sonucunda üç haç bulundu ve ölüm döşeğinde yatan bir kadında test edildiklerinde onlardan birinin dokunmasıyla kadın iyileşiverince o haç gerçek haç olarak ilan edildi. St. Helena bununla da kalmadı, İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivilere de ulaştı ve hatta onların manevi gücünden yararlanması için bir kısmını oğlunun başlığına ve atının dizginine koydurdu.

Yine aynı dönemde Beytü’l-Lahim’de Hz. İsa’nın (as) doğduğu mağa üzerine Doğuş Kilisesi ile Zeytin Dağı’nda Hz. İsa’nın havarilerine ders verdiği mağara üzerine Elenora Kilisesi (333) ve erken Hıristiyanlık dönemiyle Orta Çağ’da yapılacak olan bir dizi kilisenin mimarisine öncülük eden Kutsal Mezar Kilisesi (325/6) yapıldı.

-St. Helena Haç’a yapılan kötü muamelenin karşılığı olarak da el-Aksa’nın imar edilen yerlerini yıktırdı ve Sahra’yı çöplüğe çevirdi, öyle ki zaman içinde Sahra’nın yeri bile belirsizleşti.

-Halife Ömer Kudüs’e geldiğinde Sahra’yı buldurdu. Bölgeyi temizledikten sonra Sahra’nın üzerine kendi adıyla anılan mütevazı bir mescid inşa ettirdi. Halife Abdülmelik bu mescidi şimdiki haliyle (Kubbetü’s-Sahra olarak) yeniden yaptırdı (687-691).

-Kudüs 1099’da Haçılar tarafından işgal edildi. Kubbetü’s-Sahra kiliseye çevrilerek yeni durumuna uygun bir tadilata maruz kaldı, kubbesine haç konuldu, Muallak Taşı’nın altındaki mağara ikonalarla dolduruldu.

-Selahaddin, bu işgalden seksen sekiz yıl sonra 1187’de Kudüs’ü tekrar fethetti ve  Kubbetü’s-Sahra’yı da aslına döndürdü.

Benim Burak Mescidi (Peygamberimizin miraç için burağa bindiği yer) ile Ömer Mescidi’nin yapısından edindiğim intiba odur ki, el-Aksa değilse de en azından Sahra (mescid) sanki dağ büyüklüğündeki tek bir taş kütlenin yontulmasıyla yapılmıştır.

Hz. Süleyman’ın Melike’yi (Belkıs’ı) şaşkınlığa düşürecek kadar görkemli köşkü ise (ilgili ayetten de anlaşılacağı üzere) kendi zamanını aşan bir yapı teknolojisiyle inşa edilmiştir (Neml, 27:44).

Tıpkı Mekke’yi mübarek kılanın Beytullah olması gibi, Kudüs’ü mübarek kılan da Sahra’dır. Bizim inanışımıza göre Beyte’l-Makdis (ki, bu isimlendirme Peygamberimize aittir), Beytullah gibi Mikatlarla belirlenmiş bir hareme sahip değildir, buna rağmen Kanuni Sultan Süleyman tarafından onarılarak güçlendirilen surların içi, insanların davranışlarında hürmeti zorunlu kılan bir alan niteliğinde olup, bu surların içinde Kubbetü’s-Sahra, Kıble, Ömer, Mervan ve Burak mescidlerinin bulunduğu (Batı yönü ağlama Ağlama Duvarı’yla kesilen) 144 dönümlük alan ise asıl Beytü’l-Mukaddes olarak isimlendirilen yerdir.

Hz. Süleyman’ın (as) inşa ettiği tapınağın yeri (Allahu-alem) Sahra’dır. Yeri belirsiz olan köştür. Nitekim İsrailoğulları Kudüs’ü işgal ettikleri 1947’den beri hem ilk tapınağa hem de köşke ait kalıntıları bulma hırsıyla Beytül’l-Mukaddes’in altını oymaktalar.

Bu bilgilerden sonra, ‘Mekan olarak Küdüs’ ara-başlışımızı şu özetle tamamlayabiliriz:

İsrailoğulları için Hz. İbrahim (as), Hz. İshak (as), Hz.Yakup (as) ve ‘Krallar’ devrine, Hıristiyanlar için Hz. İsa’nın doğumundan göğe çekilişine, Müslümanlar için yirmi sekiz peygamberin kıssalarına, Peygamberimizin (sav) miracına, Hz. Ömer’in fethine ve ziyaretine, Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman devrine, Abdülhamid’in uğrunda hal edilmeyi göze alışından şimdiki zulüm zamanlarına en önemli an ve anıları uhdesinde toplayan Kudüs neredeyse her taşı (hangi Şeriat’a ait olursa olsun her tapınağı) ile ayrı bir değeri ifade eden ve bu manada örneği olmayan bir mekandır.

HEP YUKARI BAKMAK

Salem, Sion, Daru’s-Salem, el-Kuds, Yerushalaim, Ir-Davud, Yerusalim, Ursalem, Hierusalem, Ilya, Yebuz, Beytü’l-Makdis, Medinetü Beytü’l-Mukaddes isimleriyle maruf olan Kudüs, Tanrı tarafından işaretlenmiş mekanları, O’na şükürlerini ifade etmeye güç yetirebilenlerin inşa ettikleri havra, kilise ve mescidleri, resullerin, nebilerin, velilerin, ermişlerin, aziz ve azizelerin kabirleriyle, ziyaretçilerini yukarıya hep yukarıya bakmaya davet eden bir şehirdir.

Peygamberimizin (sav) veliyi kendisini gördüğümüzde bize Allah’ı hatırlatan kişi olarak tanımladığını göz önüne alır ve bu kelimenin anlamını seçilmiş kişilerle (peygamberlerle), yönlendirilmiş kişileri de ekleyerek genişletirsek, Kudüs’te her işaretin velileri görmekle eş değerde olduğunu ve onları görmekle de Allah’ı hatırladığımızı ileri sürmemizin bir sakıncası yoktur.

Bu yaklaşımla Kudüs bakışlarımızı (nazarımızla birlikte basiretimizi) yukarıya yöneltmemiz gerektiğini bize söyleyen bir mekandır; ufkunda sadece ve sadece Tanrı’nın durduğu bir mekan… Peygamberimizin (sav) miracı da bunun böyle olduğunun karinesidir.

El-Aksa, uzak olmak ya da uzaklaşmak anlamındadır. İlk bakışta sahabenin mekan ve mesafe bilgisiyle uyumlu bir söyleyiştir. Ancak kelimeyi miraç (uruç=merdiven; yükseğe çıkma) ile birlikte düşündüğümüzde uzaklığı / uzaklaşmayı yerden yukarı’ya izafe etmemiz; onu yakınlaşmanın nedeni olarak almamız mümkündür. Buna göre uzaktaki mescid’e (el-Aksa’ya), yukarıya en yakın yer ya da Tanrı’ya en fazla yaklaştığımız yer anlamı yüklenebilir.

Öte yandan, miracın gerçekleştiği geceyi ifade eden “İsra” kelimesinin, “seratü” olarak “Her türlü şeyin bir üst kısmı” anlamını taşıması da bu kanaatimizi destekler.

Kaldı ki, Kudüs dendikte aklımıza gelen ilk şey olan Kubbet’ü-Sahra da altın renkli kubbesinin albenisiyle (ya da tanımlanması zor cazibesiyle) bakanı doğrudanyukarıya bakamaya adeta teşvik eder ve onda İlahi olana dair sezgileri doğrur.

Daha da ilginci bu kubbe yanı başındaki Kutsal Mezar Kilisesi’nin kubbesinden sadece bir santim büyük olduğu halde ondan iki misli daha büyükmüş gibi görünür. Elbette Kudüs’e hakim bir yükselik ve açıklıkta yapılmış olmasının bunda bir etkisi vardır ama söz konusu durumu tek başına bununla izah etmek yeterli değildir.

Kendi adıma Kubbetü’s-Sahra’nın bu niteliğinden çıkardığım sonuç öncelikle onun Hz. Süleyman’ın (as) inşa ettiği tapınağın yerine bulunuyor ve dolayısıyla ona tecelli eden ilahi enerjiyi hâlâ taşıyor olmasıdır.

İşaretlenene işaretleyenden bir yüceliğin, ihtişamın ilişmiş olması işaretlenin hakikatiyle bağdaşan bir durumdur ki, onu emsallerinden farklı kılan ilk şey bu olsa gerektir.

İkinci olarak Kubbetü’s-Sahra, Muallak Taşı’nın (Hacer-i Muallak’ın) zarfıdır ve mazrufunun kıymeti ona da yansır.

Muallak Taşı Peygamberimizin (sav) miraç için ayağını bastığı ilk yerdir. Museviler onu ‘Başlangıç Kayası’ olarak tanımlarlar, Hz. İbrahim’in (as) Hz. İshak’ı (as) kurban etmek için bu kayanın üzerine yatırdığına inanırlar ve Hz. Süleyman’ın (as) mabedinin merkezi olarak bilirler. İseviler ise Mesih’in dünyaya yeniden indiğinde ilk tebliğini bu taşın üzerinde gerçekleştireceğine inanırlar.

Bu bilgilerin ve inanışların verisi de yine mekana ve onun içkin olduğu değerli nesnelerin, anıların varlığından hareketle müminleri yukarıya baktırmasıdır.

Deyim yerindeyse bu manada Kubbetü’s-Sahra belirli bir boşluğu değil, bilakis mukaddes bir doluluğu çerçeveleyen bir zarftır.

KUDÜS HÜZNÜ

Söz konusu doluluğu Kudüs’ün kendisi olarak düşünmek de mümkündür, çünkü başta Kubbetü’s-Sahra olmak üzere o bünyesindeki yüzlerce zarfın da zarfıdır.

Nitekim, kökleri kadim zamanlara uzanan çok değerli şeylerin çok değerli zarfı olmasından değil midir Kudüs’ün dehre / devrana ödediği ağır bedeller?

Tarihi kayıtlara göre 44 defa el değiştirmiş, 52 defa kuşatılmış, 23 defa işgal edilmiş ve 2 defa yerle bir olacak şekilde yıkılmış olması onun İlahi değerinden, dini kıymetinden dolayı değil midir?

Ve şimdi Kudüs 1947’den beri 24. işgalini yaşamaktadır.

Filistinler utanç duvarlarının gerisine itilmişlerdir. O duvarları aşmalarının bedeli ölüm olduğundan üç kilometrelik mesafedeki el-Aksa’ya hasrettirler.

Hz. İbrahim (as), Hz. İshak (as), Hz. Yakup validelerimiz olan hanımlarıyla birlikte el-Halil’de medfundur. Ama İsrailoğullarının işgal ettiği alanın içinde küçücük bir ada gibi kalan el-Halil, Filistin’li bir Müslüman için, Kudüs’ün Mekke’deki bir Müslüman’a “el-aksa” oluşunca bir “el-aksa” hükmündedir.

Bu yüzden bir “Kudüs Hüznü” sarmıştır Kudüs ve çevresini. Çarşaflı kadınların mütereddit adımlarıyla, Filistinli bir çocuğun gözlerinin siyahlığıyla yarışan korkulu bakışıyla, bastonlarıyla taşları dövmekten başka bir şeye gücü yetmeyen ihtiyarların mırıltılarıyla gelip sizi de bir sarmaşık gibi sarar o “Kudüs Hüznü.”

SONUÇ

…/.
İşte Kudüs…
Toz bulutunun içinde duvağı dağılmış bir gelin gibi…
Kırılmış parmaklarından sızılar damlattığı ağzı kırık bir testiden
Bakır bir maşrapaya su dolduruyor.
Cebelü’l-Mükebber’den bir Bilal sesi bir Ömer gülüşü
Kıble Mescidi’nden yükselen ezan ağıdına karışıyor.
Yollar düğümleniyor yolcunun hançeresinde
Bir dua ritmiyle kaldırıp ellerini
“Lahavlevelakuvveteillabillah” diyerek
Bakıp Yukarı’ya
Bir pervanenin kandilin alevine dokunduğu gibi
Dokunuyor Kudüs’e
20.06.2014

NOT: Metinde yer alan mekan ve tarih bilgilerinde İbn Haldun’un Mukaddime’, Robert Hillenbrand’ın ‘İslam Sanatı ve Mimarlığı’, Guntram Koch’un ‘Erken Hıristiyan Sanatı’ndan yararlanılmıştır.

(İTİBAR DERGİSİ, EYLÜL 2014)

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.