“Yürümek” eylemi üzerine düşündüğüm bir sırada, şimdi yeniden elime alıyorum Rahşan Tekşen’in Kırk Bir Kere İstanbul’unu. Saf İstanbul kokan kitap daha ilk sayfadan itibaren kütüphanelerinden çeşmelerine, bedestenlerinden sokaklarına her daim hassas bir yürüyüş düzeniyle varıldığının, bir cezbe ile mekânlara girildiğinin ifşası. Yürümenin ne kadar da zarif, insanın varoluşuna başka hiçbir mahlûka olmadığı kadar yakışan bir eylem olduğunu düşünmem tevekkeli değilmiş meğer. İ.Ö. 490 ‘da Perslerle Yunanlılar arasında gerçekleşen Maraton savaşının neticesini Atina’ya ulaştıran ve Yunan zaferini saraya bildirir bildirmez düşüp ölen ulağın koşusu zihnimi meşgul ediyordu (Eğer Perslerin Yunanlılarla tam da Maraton ovası kumsalında vuruştuğu doğruysa savaş alanından başkent sarayına kadar kırk km. lik bir mesafeyi durmadan koşarak zafer haberini ulaştırır ve ölür bu Yunanlı ulak.) Pers general Datis komutasındaki Akamenid ordusu ile Yunan orduları arasında gerçekleşen savaş, Pers yenilgisiyle sonlanır. Dünyadaki bu ilk koşunun sahibi olan adam, kuşkusuz Yunan ordusunun da en nahif savaşçısı olmalıdır. Kim bilir, göğsüne ağır demir pullu zırhlar takmamış, burnunu ve çenesini örten tolgası olmamıştı. Hatta belki özgürlüğü uğruna göğüs göğse vuruşan bir köleydi. Yürümenin insanı incelten, kendi içine ayna tutan tuhaf bir büyüsü var. Daha doğrusu toprak aynasından ruha işleyen zahiri tozla kaplı özge bir hat.
Esas, upuzak yolları daimi aşındıran, bütün bir hayatını çiçek çiçek yollara seren Pers kuryelerdi kafamın içini allak bullak eden. Kral Yolu üzerinden yedi gün boyunca hedefe yürüyebilirdi onlar. Lidyalılarla kesişme noktası artık nereyse, gecenin karanlığında, kar kış yağmur sıcak demeden mektup taşırlardı.
Osmanlı’nın ise peykleri vardı (Rahşan Tekşen, Kırk Bir Kere İstanbul-Şule yayınları Kasım 2013).
“Bütün Mektuplar İstanbul’dan Geçer” adlı yazısında anlatır peykleri, bu mektup kuşlarını zarif, özenli bir dil ile Tekşen. Haber uçuracağı menzile yollanmadan evvel kemerlerine ve dizlerine bağladıkları küçük çıngırakları şıngırdata şıngırdata rüzgâr gibi uçan, sırma işlemeli esvapları, mücevherli gümüş kuşakları, altın hançerleriyle elleri teberli, başları sorguçlu, hedefe varıncaya kadar gece gündüz demeden koşan, azıcık yorulsalar mendillerine sardıkları akide şekeri ve bademden alıp, aynı hızda yollarına devam eden bu tertemiz âdemleri.
Koynundaki haberi gideceği yere kuş gibi uçuran peyklerin ayağının çevikliği yanında muhtemelen yüreğinin berkliği değil inceliği, diğerlerine göre daha bir insan oluşu bu göreve getirilme nedeniydi. Ve işte peykler; azıtıp, posta tatarları gibi gördüğü ilgiden sermest olarak ne yaptıklarını bilmez hale gelmediler hiç. Gerçi hadleri tez bildirilmiş olup ihtiyaçları Lütfi Paşa cenahından giderildiği sürece bir daha sorun yaşatmamış âdemlerdi bu posta tatarları bile. Bu âdemlerin ise at yahut deve sırtında tükenen ömürlerine şu cümlelerle dürbün tutmayı sürdürüyor Tekşen: Her birinin ücreti saat başına on akçaydı ve onların saat sesi diye bildikleri şey yalnızca atlarının nal tıkırtısıydı. Bu sesin refakatinde tüketirlerdi ömürlerini. Sonra atlı posta tatarlarının nasıl bir sermestliğe kapıldığını ve bu yüzden muhtemel güzergâhlar üzerinde menzilhaneler açıldığını, Rumeli’den Anadolu’ya mektupların böylelikle salimen götürüldüğünü, kalpaklı, yemenili posta tatarlarının yola getiriliş macerasını neredeyse beş on cümleyle öğreniyoruz. Ve kimi güzergâhları birbirine bağlayan yollar olmadığından posta tatarları sayesinde mektupların önce İstanbul’a geldiğini ve buradan gideceği menzile yollandığını öğreniyoruz.
Sonra Büyük Postane’nin şiirsel bir dille ifşası geçiyor bir mektup gibi elimize; sözgelimi kimi yaş asma kütüğü gönderecektir kayınbiraderine buradan, kimi emmisine hayvan gübresi. Kimi güherçile, barut, dinamit nevinden bir anda patlayıp alev alıverecek şeyleri gönderecekti ille; kimi de balık, midye yahut ıstakoz salamurası. Arı, sülük, ipekböceği gibi hayvanatıyla kapıya gelen de vardı, altın, gümüş, mücevher gibi kıymetli taşlarıyla gelen de. PTT Posta İşleri Reisi Şekip Esin’in notlarından ışığı okurlarına çeviriyor Tekşen. 1860’lardan sonra ortaya çıkan posta müvezzilerini, sahipleri tarafından postaneden alınmayan mektup ve paketleri adreslerine götürüp karşılığında ücret-i kademiye denilen bahşişi aldıklarını da öğreniyoruz “Bütün Mektuplar İstanbul’dan Geçer” adlı şiirsel metinden. Şiir demişken kitap, Tekşen’in titiz dil işçiliğinin mührü olup eserin genelinde hâkim bir cezbe olduğu muhakkak. Öte yandan ata yadigârı değerlere bağlılık Tekşen’in zarif karakteriyle meczolunca işte ortaya bu güzelim kitap çıkmış.
Kırk Bir Kere İstanbul’la Tekşen, kendine has bir öykü biçimini kullanarak yirmi bir tarihi mekânı metne dokumuş, bir gezi-inceleme çalışmasının bal gibi ürün olabileceğini göstermiş. Yalnızca fiziksel varlık dünyasının göstergelerini değil, insanın anlam dünyasının simgesel parçalarını örmüş bu yolla. Bunun için “Şehrin Gelinleri” adlı metne şöyle bir bakmak bile yeter: “Taşçı mermeri önüne çekti. Alın yazısını yazacaktı sebilin. Ahenkle vurmaya başladı çekici…Kitabenin ilk parçası tamam olunca, bir tabaka daha çekti taşçı önüne. Hayrat sahibine gelmişti sıra. Süleyman Peygamber’in veziri Âsaf’a benzetti Sadrazam Yusuf Paşa’yı: Bu semtin âb-u tâbın virdi âsaf-ı yektâ, dedi onun için. Sebil o kadar yakışmıştı ki sahile, Fındıklı bu sebille ne kadar övünse azdır, diye yazmak için besmeleyle bir kez daha kaldırdı çekicini: Şerefle sahil-i Fındıklı fahr itse revadır bu. Sebilden akan su, cennetin selsebil ırmağıydı sanki; öyle diyordu kitabe. Tertemiz, berrak suyunu içmeye davet ediyordu yoldan gelip geçen susamışları. Zülâl-âsâ için ey teşne-gân âb-ı musaffâdan. Yirmi sekiz satır yazdı taşçı, sebilin soğuk suyunu yazarak mermerin yüzüne.”
“…Su insanın ayağına geldiği gün çeşmelerin bir daha hiç konuşmayacağını anladı sakalar. Beyaz sorguçlarını, çizmelerini çıkarıp kaldırdılar tavan arasına. Özene bezene süsledikleri atlarının sırtından kırbalarını indirdiler. Zira hâcet kalmamıştı sokak sokak dolaşıp ‘şehidan-ı deşti kerbelâ ervahları için sebiiil!’ diye bağırmaya. Hafızı-ı taslar, çeşmeleri alınlarından öpüp onları Allah’a emanet ettikleri günden sonra kimse aklayıp paklamadı hazneyi, kimse kalaylamadı tasları…”
Kitabı oluşturan yirmi bir mekânın bütününde bu orijinal anlatım dikkatten kaçmasa gerektir. Eserin özyapısı ve estetik değeri açısından sezgisel anlatımın gücüne vurgu yapmadan geçmeyelim. Yani kitabı oluşturan metinler yalnız anlatım değil, aynı zamanda yeniden dillendirme ve bir yorumu içeriyor. Yani, biçimin öne çıktığını düşünmek bir yanılgıdan ibaret olur. Bu bağlamda her metne kokusu sinmiş buram buram çarşı, kütüphane, sokak, çeşme tüten lirizmi kitabı kıymetli kılan diğer husus. Sözgelimi: “…Hattat kaf’ın keşidesini çekerken tuttuğu nefesini salıverse bir anda. Onun nefesine eşlik etse bir ney. Başka bir köşede mızrap dügâha çarpıp karar kılsa hicaz makamında. Bizden kırmızı bir damla düşse tekneye. Suya değer değmez dönüşüverse bir laleye” cümleleri. (s.15)
“…Derdini bildiği gibi devasını bilenler de olurdu. Kimseye sormadan, danışmadan girerdi mesela biri kakulenin başına. Midesini yakıp kavuran ateşi söndürsün diye. Bronşitine aşina olan berşiyavşan isterdi. Hatta öyleleri vardı ki saray eczanesinin defterini hafızasında taşırdı. Kâfur alırdı. ‘Kâfuru su ile ezüb başa sürseler, asi baş ağrısına şifadır’ nasihati üzre Hekim Nidâî’nin. Atalar şifanın hangi çiçekte, hangi yaprakta, hangi kökte saklandığını bildiklerinden her derde bir deva bulmuşlardı: Diş için kerpetân, göz için çeşmezân dedikleri gibi.”(S.46)
Velhasıl kitapta yer alan ilk metinden son metne muazzam bir yapı ustalığı, ses hassasiyeti bizi sarıp sarmalar, tadına doyulmaz bir kitabı okumanın hazzını yaşarız. Aksi halde günlük duyu yaşantısı algılanmadan kalan sonsuz olanaklara gebedir. Alıntı cümleleri metne öyle engin bir deneyimle ve doğallıkla bağlanmıştır ki yazarın kendi cümleleriyle mecz olmuş günlükler, seyahat kitapları, mektuplar, bazı belge ve bilgilere hayretle tanıklık ederiz. Yâ Kebikec’ adlı metinde mezkûr kelimenin ve Süleymaniye Kütüphanesi’nin kederli el yazması kitaplarının öyküsü karşılar bizi: “…Her şeye rağmen kurtlar tarafından yenmiş, ciltleri parçalanmış, sayfaları dağılmış bir sürü eser vardı Süleymaniye Kütüphanesi’nde” cümleleriyle yazarın estetik algısındaki derin birliğin ve sürekliliğin kitabın sonunda dahi dışlaştığını görürüz.