Menu
Vicdan aynasına bir “Kırık Sızı”
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Vicdan aynasına bir “Kırık Sızı”

Vicdan aynasına bir “Kırık Sızı”


Varlığın varlık olarak anlaşılmasını pekiştiren evrensel ihtiyaca hangi hissin, eksikliğin, ıstırabın, acının sebep olduğunu anlama ve anlatma görevinin felsefecilere; varlığın varlığındaki o hissi, eksiği, ıstırabı, acıyı harekete geçiren olgu ve olayları özleriyle birlikte idrak ederek deneyimleme ve bunları kurgulama, kurmaca yoluyla yeni bir biçimle (formla) yaratarak sunma görevinin ise sanatçıya verildiği malumdur. 

Her iki görev de his, eksiklik, ıstırap ve acı kelimeleri üzerinden belirlendiğine ve bu sayede hiç bitmeyen ve bitmesi de mümkün görülmeyen -hatta Heidegger’e göre henüz başlamamış bile olan- varlığın yorumuna ilişkin kavgayı paranteze alarak konumuzun öznesini sanat(la) yaratma esasında insan olarak belirdiğimizde söz konusu görevin ilk ifadesindeki gibi kolay -ya da sade- olmadığını görürüz. 

Zira, özne olarak insanın “…Varlık bölgeleri, yalnızca kendi özlerinde, bu özleri sınırlayan kategorilerde birbirlerinden farklı değildir, kendi varoluşlarında da birbirlerinden farklıdır. Var olma, burada bulunma olgusu, kendini diğerlerinden ayırabilme ayrıcalığına tek başlarına sahip olan özlere fazladan eklenmiş boş ve tek biçimli bir karakteristik değildir. Varoluş her yerde aynı anlama gelmez.” 

Varlığın yorumuna ilişkin kavganın eşiklerinden biri tam da bu varoluşun varlık bölgelerinin her yerinde aynı anlama gelmeyişidir. Bu “gelmeyiş” mezkûr özün kendisindeki bir eksiklikteki değil, onun tam tekmil ya da kendi varlığıyla mütenasip veya kendi hakikatini havi olarak söze girdirilemeyişindendir. Çünkü, varlığın varola-duruşu olarak “Bir hayatın hakikat düzeyi, eksiksiz olarak sözlerle tanımlanamaz, bir biçimde gizli kalmak zorundadır. Bu hakikat düzeyi, kendini daha çok, birçok olgu ile sahnenin kesiştiği sonsuz kaçış noktası olarak sunar. Söz konusu olgularla sahneler, bir biyografide söze dökülebilen yegâne şeylerdir. Bir hayatın hakikat düzeyi söze dökülemez olsa da o hayatı ‘figür’ olarak, yani gerçek, ama gizli bir anlama gönderme yapan bir şey olarak kurduğumuzda kendini ortaya koyar. Bir hayatı ancak bu anlamda figür olarak algıladığımızda, onu oluşturuyor gibi görünen bütün sahneler, muhtemel gerçeklikleri içinde bir araya gelirler: Başka bir deyişle, o hayatın hakikatine erişmemizi sağlamaya yönelik bütün iddialarını bir yana bırakırlar. Kendilerini yol-olmayan (a-methodos) olarak ortaya koyarken gene de araştırmacının bakışının takip etmesi gereken doğrultuyu tam olarak gösterirler. Bu yolla, bir hayatın hakikatine, gözlerimize kendini sunduğu olaylar ve şeylere indirgenemez haliyle tanık oluruz; o yüzden, gözlerimiz, bu olaylardan bütünüyle kopmamakla birlikte o hayatta yalnızca figür olanı izlemek zorundadır.” 

Ayrıca, varlığın hayatı karşısında sözün daha baştan eksik kalışı ve onun üzerinden yaratılan kaçış noktasının sanatçıların görü ya da biçimlendirme (yaratma) düzeylerine göre farklılaşması esasında konunun daha dallanıp budaklandığı da bir vakıadır. 

Çizdiğimiz bu perspektifi (oluşturduğumuz bakış açısını) Hüseyin Su’nun Kırık Sızı adlı kitabının ilk öyküsü olan Sesime gel, Sesime! öyküsü üzerinden okumak istediğimizde malum çeşitlilik kendisini daha çok ele verecektir. 

Yazımızın ilk paragrafındaki görevlendirmeleri hatırlatarak söyleyecek olursak ele alacağımız konuda dört görev ortaya çıkmaktadır: 1-Bir varlık durumu olarak felsefecilerle sosyologların; 2-Bir insanın doğuşunda ya da hayatının bir safhasında “yaratılan” bir hastalık olarak deliliğin zihnî bir arızanın konusu olarak ele alması ve tedavi yollarının aranması ezelden beri tıpçıların, modern zamanlarda psikolog ve psikanalistlerin; 3-Reşitlik ve mükelleflik esasında hukukçuların; 4-Zihni arızanın bir delideki his, eksiklik, ıstırap, acı gerçeği einfühlung / empati yoluyla kavrayarak ya da bu arızanın toplumdaki karşılıklarını belirleyerek onunla ilgili gerçekliği kurgulama ve kurmaca yoluyla yeni biçimde yaratmak / sunmak ise sanatçıların görevidir

Deliliğin, toplumla ilişkilerini düzenleme ve/ya da toplumsal bir gerçeklik olarak olumlama, kültürel ve sosyo-ekonomik kodlarını çözme tahtında Platon (ö. MÖ 347), Erasmus (ö. 1536), Émile Durkheim (ö. 1917), Max Weber (1920), Michel Foucault (ö. 1984) düşüncelerindeki gibi felsefî; Bergamalı Galenos / Calinus (ö. 216) ve İbn Sînâ’nın (ö. 1037) çalışmalarındaki gibi tıbbî; ceza, miras ve veraset bağlamında Fıkhî, modern zamanlarda ise Sigmund Freud’tan (ö. 1939) itibaren psikanalistik yönden ele alındığı malumdur.  

Michel W. Dols, Mecnun - Ortaçağ İslam Toplumunda Deli adlı kitabında deliliği şu şekilde tasnif etmiştir: 

1-Romantik Deli: a)Leyla ile Mecnun, b)Yusuf ile Züleyha, c)Kameri’z-Zaman ile Büdür; 2-Akıllı Deli; 3-Kutsal Deli: a)İsa Uğrunda Deliler, b)Tanrı Aşkıyla Delirenler: b1)Çileciler, b2)Sahte Delilik ve Eğitimle Kazanılan Delilik, b3)Tasavvufî Delilik, b4)Ahir Zaman Azizleri. 

Bu başlıkların da hemen ele verdiği gibi delilik ve deli, Müslüman toplumlarda çok yönlü ve çok yaygın bir edebi ilginin konusu olagelmiştir. Leyla ile Mecnun ve Yusuf ile Züleyha hikayelerini mesnevi tarzında yazmak büyük şairliğin alameti sayılırken; hikmet ile deliliğin ilişkisi, madde ile ruhu / zahir ile batını / dünya ile ahireti birleştiren bir ara (berzah) olamamanın karşılığı olarak zamansızlık ve mülksüzlük nispetleri esasında temellükte, duyuşta, bakışta ve söyleyişteki perde(sizlik) analyışı üzerinden kurulmaya çalışılmış ve daha çok tasavvuf sahasında yer tutan bu yaklaşım, deliliğin ve delilerin Ferîdüddîn Attâr (ö. 1221) başta gelmek üzere mutasavvıf şairlerin hemen hepsi tarafından hakikat ve hikmet merkezinde işlenmelerini mümkün kılmıştır. 

Bu tema, Cumhuriyet devri Türk Edebiyatı’nda şiirden çok roman ve öykü türlerinde işlenmeye devam edildiği gibi, F. Celâlettin (F. Celâl, Fahri Celâlettin) ile Fikret Ürgüp gibi ruh hekimi ve psikiyatr öykücülerin etkileri; delilik ve deliye dair Don Quijote (Cervantes), Bir Delinin Hatıra Defteri (Nikolay Gogol) Ses ve Öfke (William Faulkner), Fareler ve İnsanlar (John Steinbeck) vb. Batılı edebi metinlerin popülerleşmesiyle daha da zenginleşmiştir. 

Mehmet Narlı, Türk roman ve öyküsünden seçtiği seksene yakın deli tipi üzerinden Türk edebiyatında hem delilik ve delilerle ilgili ilk envanteri yapmış hem de edebiyat-delilik ilişkisini incelemiştir. Gerek bu gerekse sonradan daha çok yüksek lisans tezi düzeyinde yapılan çalışmalarda Çengi (Ahmet Mithat), Kalp Ağrısı (Halide Edip Adıvar, 1924), Ben Deli miyim? (Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1924), Yeşil Gece (Reşat Nuri Güntekin, 1928), Deli (Refik Halit Karay, 1930), Çamlıca’daki Eniştemiz (Abdulhak Şinasi Hisar, 1944), Matmazel Noraliya’nın Koltuğu Peyami Safa, 1949), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Ahmet Hamdi Tanpınar, 1961), Dama Taşları (Ömer Seyfettin), Hayalet (Necip Fazıl), Acı Badem’deki Köşk (Ahmet Hamdi Tanpınar), Reis (Kamil Doruk) vb. roman ve öyküler öne çıkarılmıştır. 

Hüseyin Su’nun delilik - deli temalı Sesime Gel, Sesime! Adlı öyküsü, mezkur devamlılığa tabi olarak, yukarıda zikrettiğimiz dört görev esasında tartışmasız şekilde 4. Maddedeki sanata (ve dolayısıyla edebîliğe) has olmakla birlikte, ilk üç maddede zikredilen düşünceler ve disiplinler ile yer yer eleştirel ya da ironik bir tutum içinde dirsek bağı kurmasıyla Türk edebiyatında özel bir konuma oturmuştur. 

Kitaba da ad olan kırık sızı terkibinin içinde beş kez tekrarlandığı öyküde, “im imlediği şeydir” (Maurice Merleau-Ponty) esasınca bu terkip üzerinden, okurunu delilik durumunun mahalle-kasaba halkı tarafından hoyratça, rikkatten ve hassasiyetten yoksun olarak algılanışı, bu algılanışın anlatıcıda neden olduğu derin kalbî ve vicdanî sızı ile deliliğe maruz kalan kişinin tam bu perspektiften yani kırık sızının bizzat içinden geçerek varoluşu anlatılmaktadır. 

Kırık sızı terkibinin ilk kelimesi hem maddi hem manevî bir durumu birlikte imler. Buna göre kırık 1. Kırılmış, 2.Gücenmiş olandır (Çağbayır Sözlüğü). Kırık, gerek mecazî gerekse ek olarak kabul ettiği kelimelerle (Örn.: Kırık dökük, kırık gönül, kırık hava, kırık kalp vb.) anlam yelpazesini çokça genişletmiştir.    

Yokluk bildiren sıfatların türetilmesini sağlayan ek olarak “-sız” kelimesinin, “ı” ilavesiyle varlığının kendisine mahsus hakikati gereğince asıl o varlığı nedeniyle yok olan “sızı” kelimesine eşik oluşturması Türk dilinin güzel inceliklerinden biridir.  

Buna göre kırık ve sızı kelimeleri, sözlüklerimizde müstakil bir terkip olarak yer almamakla birlikte, öykücüğünün yanı sıra sözlük çalışmalarına da büyük emek harcamış bulunan Hüseyin Su’nun bu kullanımıyla dil dağarcığımıza dahil olmuş ve içinde geçtiği öyküde a)bir durumu / olguyu, b)bunlara tabi olayları, c)mevcudiyetini namevcut oluşundan alan duygu ve duyuşları… tek başına imleme özelliği kazanmıştır. 

Sesime gel, Sesime!’de kırık sızı bağlamında neler, nasıl anlatılmıştır?

Öykünün ana teması delilik ve bir deli olmakla birlikte, bu iki husus kendi iç dinamikleriyle değil anlatıcının tanıklık, değerlendirme ve yorumları eşliğinde tahkiye edilmişlerdir. 

Şöyle ki, -yukarıda da kısmen zikrettiğimiz gibi- Çarşı cami vurgusuna göre (genel bir tanım olan bu vurgunun en çok ona yakıştığı) Kırıkkale’de mukim İsmail adlı bir deliyle, anlatıcının einfühlung / empati düzeyinde kurduğu ilişki, anlatıcının ailesinden, mahalle / kasaba halkına doğru genişleyen tepki korkusu içinde bir vicdan sorununa dönüşmüş olarak okurlara nakledilmiştir. Dolayısıyla bunlardan kaynaklanan bir kırık sızı anlatıcının vicdan aynasından okura yansımış, deli sadece öykünün sonuna doğru namaz ve oruç konularında nakledilen iki sözü sayesinde ancak “kendisi olarak” öyküde doğrudan yer almıştır. 

Vicdan aynasından kastımız, bir oluşu beş duyu, şehvet kuvvesi, gazap, akıl ya da akıl aracılığıyla zuhura çıkarma, yani “bulma” anlamındaki “vcd” kökünden gelen vicdan, Doğan Sözlük’te iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan duygu, ahlak şuuru; his, duygu; din, inanç olarak anlamlandırılmıştır. 

Vicdanın ayna metaforuna tabi kılınması ise, aynanın kendisine yansıyan etkinlikleri kendi pür edilgenliğinde yansıtmasındandır. Bu manada ayna aynalığını bilmemekle birlikte kendisine yansıyanların bilgisini talep edenlerine dolaysız olarak ulaştırdığı için duygu, duyuş ve ahlak şuurunun aracı-sı olma niteliğini taşımaktadır. 

Sesime gel, Sesime!’de anlatıcının deliliğe ve deliye mahsus kırık sızıları, hem onun vicdan aynasına yansıyan şeylerden olması hem de ilgili tepkilerinin o şeyleri ona öyle naklettirmesi bakımından aynayı vaz geçilmez bir duyma zeminine ve dil imkanına dönüştürmüştür. 

Anlatıcının öykünün sekiz yerinde okura doğrudan hitap etmesi, hafızasının tek bir göz olduğunu belirtmesi, yer yer bilememe güçlüğünden söz etmesi, hüzün, yara, kördüğüm, acı, acı düğümü, derin acı, kaygı, kalp parçalanması, dokunaklılık, burukluk, kederlilik, örselenmiş, yara-bere içinde kalmışlık, yükünü sevmek, silmek, kederli nağmeler, vicdan, ihtirassızlık, ihtiyaçsızlık, kırık bir dal, korku, kördüğüm sarmalı, gölgesi olmak, yoksulluk, kalbin ve vicdanın sesi, merhamet, üzülme, çaresizlik hissi, ürperiş, içimdeki karabulutlar, ürkünçlük, gem vurulmak, içindeki uğultu… şeklinde kelimelere ve terkiplere başvurması öyküsündeki vicdan ve aynanın müşterek bağlamını daha da pekiştirmiş; delinin kendi olarak öyküdeki yokluğunu da bu dil dinamizmi içinde massetmiş, hatta -kurgu diliyle ifade edecek olursak- bunu kendiliğinden normalleştirmiştir. 

Anlatıcının İsmail ile olan ünsiyeti ve ülfeti önce kendi ailesinin şiddetli itirazlarına konu olmuş, onu özellikle İsmail ve ayrıldığı kadınla (Ayşe ile) ilgili aşırı bir yakıştırmanın nesnesi mahiyetindeki dedikoduları üreten ve yayan olarak “yakalaması” ise nerdeyse bir travmanın sebebi haline gelmiştir. 

Çok şey bildiğine ve bir eğitimci olarak değerliliğine inandığı öğretmenin, İsmail’i kızdırmak, öfkeden tepindirmek ve küfrettirmek için sergilediği orantısız saldırganlık da anlatıcıyı büyük soruların ve sorgulamaların sahibi kılmış, buda da yine anlatıcının bizzat muhatap olduğu ikinci büyük sarsılma tarzında somutlaşmıştır. 

Ruhsal olarak, şeyleri şeylikleri ve öncelikle kendilerinden bize verdikleri bilgilerle bilme özelliğinde oluşumuzu tahkiyesinde çok iyi değerlendiren anlatıcı, İsmail’i tam da buna elverişli yönleriyle sûretlendirdiği gibi, özellikle onun İstanbul’daki tedavisinden sonraki halini ifşa eden “Götürüldüğü hastanede İsmail’in ruhuna bir gem vurulmuştu. O da şimdi dişleriyle bu gemi sürekli geviyordu. Kulak veren duyabilirdi sesini…” şeklindeki cümlelerle vicdan aynasını da aşıp doğrudan vicdanını kanatan bir bıçağın soğukluğuna es bir gerçekliği inşa etmiştir.

İnsanların sadece birine deli demediklerini, asıl böyle demekle onu delirttiklerini belirleyen anlatıcı, İsmail’in durumu hakkında feraset gösteren tek kişi olarak dedesini de işaretlediği şu satırlarda, fenomenolojiyi dışa iten geniş bir sosyolojik bakış sergilemiştir: 

“İsmail'in aklını kaybettiğini kimler söylemişti, neden ve ne zaman söylemişti bunu biz yaştaki çocuklar tam olarak bilmezdik ama bildiğimiz, her kim söylemişse işte o günden itibaren insanlarla ilişkisinin koptuğu, böylece herkesin tanıyamamaktan şikâyet edip durduğu dünyanın ağırlığının onun sırtından indiğiydi. Dedem, bu İsmail var ya bu İsmail, akıllı adam o, şeleğini sırtından attı, derdi. Onun hâlini onayladıkları, onun gibi olmak istediklerinden değil şüphesiz. İsmail'in hayatına bakarak dünyaya ve kendi kaderlerine, hayatlarına dair bir kahırlanmaydı belki söylemek istedikleri. Herkesin bin bir çileyle taşıdığı, adına hayat denilen o yük, İsmail için hiçbir değeri olmayan, elinde tuttuğu küçük bir kâseymiş gibi nasılsa düşüp kırılmış ve o da gereksiz yere onu taşıyıp durmaktan kurtulmuş gibi görünürdü insanlara. Gördüğünüz gibi bu da öyle pek akıl karı bir şey sayılmazdı tabii… (…) “Kurtuldu canım kurtuldu” diye söz ederlerdi. Demesine derlerdi ama yine de kimse onun yerinde olmak ve onun gibi kendileri de yüklerinden kurtulmak istemezlerdi.” 

Hüseyin Su’nun kırık sızılara zarf olan Sesime Gel, Sesime! adlı öyküsü, İkinci sigarasına yapılan vurguya ve “yumuş” kelimesinin tedavülde tutuluşuna göre zaman olarak yetmişli yıllara denk düşmektedir. 

Yukarıda vurguladığımız şekliyle imlediği şeyin kendisi olma değerini öyküsel düzeyde temsil eden mezkûr öykü, hakikati nedeniyle tabiri asla tam mümkün olmayan bir rüyanın öykü formunda yetin bir tabiridir. 



ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.