Menu
İNKITA GÜZELLEMESİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İNKITA GÜZELLEMESİ

İNKITA GÜZELLEMESİ

Lügatte ayrılmak, kesilmek, kesintiye uğramak, yarım kalmak, sona varmak gibi anlamlara gelen “inkıtâ” kelimesi, dünya hayatında sıklıkla karşılaşılan bir durumu tasvir ediyor aslında. Klasik Mutezilî kelâm algısındaki ecel-i maktû‘ (kesik/kopuk ecel) çerçevesinde temellendirilen ve böylece daha rahat anlaşılabilecek olan inkıtâ, öncelikle devamı olan bir şeyin yarıda kalması demek. Yani normal şartlarda devam etmesi gereken herhangi bir şeyin, ârızî bir sebeple kesintiye uğraması. Mesela genç bir insanın bir kaza sonucu veya amansız bir hastalıkla ölmesi, muhtemel bir âfetle pek çok insanın yaşantısının sona ermesi bu bağlamda ele alınabilir.

Ecel-i müsemmâ, kişinin normal şartlarda yaşabileceği azâmî hayatı temsil ederken; ecel-i maktû‘ bu sürenin, kaza, katl, âfet gibi olağandışı hâdiselerle sonlanması için kullanılıyor. Dolayısıyla kazâ, katl ve âfet gibi, kişinin hayatının bir bölümünü -yani tabii olan hayat hakkını- alıp götüren durumlar, bazı sorgulamaların da beraberinde getiriyor. Mesela kazada ihmali bulunan kimse var mı, katl olayında kasıt var mı, âfetten zarar görülmesinin müsebbipleri kimler? Sonuç olarak ecel-i maktû‘ daha aktif bir hayat algısına kavuşma imkânı veriyor. Tabiî ki bunun yanında, insanın bırakın yıllar, aylar, günler sonrasını, bir adım ilerisi için dahi plan yapmaktan âciz bir varlık olduğunu anlamaya imkân veriyor.

Öte yandan modern insanın özelde inkıtâ yani ecel-i maktû‘, genelde ise (ölüm ve sonrası gibi) bunun sonuçları ile ilgili tutarlı herhangi bir öngörüsünün olmadığı anlaşılıyor. Çünkü o, sadece ve sadece bu dünya hakkında müteyakkız bir pozisyona sahip. Bizatihi gördüğü, içinde yaşadığı, duyu organlarıyla kavrayabildiği “şimdi” ile hemhâl. Hâlbuki her sene bir defa veya birden fazla olmak üzere çeşitli hâdiseler ile karşılaşıyor. Galiba asıl problem, insanın karşılaştığı “alışık olunmayan” durumları sıradanlaştırması, normalleştirmesi ve önemsiz bir kisveye büründürmesi. Mesele bir diğer açıdan değerlendirildiğinde ise, insanın bizâtihi tecrübe etmediği şeyler ile ilgili kronik şüphesi dikkat çekiyor. İnsan, en yakınına veya kendi başına gelinceye kadar bazı şeyler hakkındaki mesafeli tutumunu her dâim sonuna kadar koruyor. İlkinde kanıksama, ikincisinde ise umursamama hali baskın. Her ikisinin sonucu ise aynı: İnkıtâdan faydalanamamak.

İnsanın pek çok hayali var ve bunlardan büyük bir kısmı bu dünya (ed-dünyâ) ile ilgili, ilintili. Daha iyi bir yaşam standardı, bunun modern dönemde en çok dile getirileni olsa gerek. Daha iyi bir araba, daha iyi bir ev, daha iyi bir iş gibi taleplerle süsleniyor bu anlayış. Özetle insan, her şeyin dahasını istiyor. Açıkçası “daha iyi bir âhiret” diyenlerin sayısı gitgide azalıyor. İşte bu bilinçlilik halinin yitirilmesinin önüne geçmenin belki de en etkili yollarından biri, insanın kendisi dışında gerçekleşen; âcizliğini, zaman, zemin, makam, mevki, ideal gözetmeksizin ortaya koyan ve inkıtâ kavramı içerisinde mütalaa edilebilecek hâdiseleri mantıklı bir surette anlamlandırabilmesi.

Bu noktada insanın bazı sorunlarla karşı karşıya kaldığı da ifade ve itiraf edilmeli. Nitekim onun “daha iyi bir âhiret” düşüncesini sindirebilmesi için gerekli olan araçlar ve işaretler de günden güne sosyal hayattan siliniyor. Ezân sesleri şehrin içinde yiti/rili/yor, pragmatik kaygıların hâkim olduğu şehir planlamaları sonucunda İslâm şehrinin ibâdethâne merkezli estetiği kayboluyor, mezarlıklar şehir dışına sürülüyor, torunlarına şifâhî olarak İslâm kültürünü aktaran ak sakallı dedeler artık yetişmiyor, insan ve dolayısıyla güven ilişkisi azalıyor, maddî olan fazlaca önceleniyor ve diğer yandan insanın sosyal çevrilmişliği öte-dünya merkezli bir hayatı ve ölüm düşüncesini engelliyor, insanı tek bir dünyaya mahkum ediyor. Tek dünyası olan insan ise, varını yokunu buraya tahsis ediyor.

İnkıtâ kavramının çağrıştırdığı ilk ve muhtemelen en dikkat çekici şey, şüphesiz ki ölüm. Özellikle normal bir ölümü (aslına bakılırsa hiçbir ölüm normal değildir), normal olmayan bir ölümden ayıran her şey inkıtâ kapsamında değerlendirilmeli. Modern dönemle birlikte insanlar, sadece yaşları dikkate alınarak ayrı birer kategori şeklinde sınıflandırıldı. Bu kategorizasyon da, diğerlerinde olduğu gibi her türlü geçişgenliğe kapalıydı. Yani çocuk, genç, orta yaşlı ve ihtiyar kimseler, artık birbiriyle ilintisiz kimseler olarak anlamlandırılıyordu (tıpkı kadın, erkek, anne, baba, sevgili, öğretmen vb. gibi). En rağbet gören grupların, gençlik ve orta yaşlılık olduğu da aşikârdı. Dolayısıyla insanlar sürekli genç kalmanın ve mümkünse hiç yaşlanmamanın yollarını aradılar ve hala arıyorlar. Bu kategorize etme biçim/ler/i, her bir grubun ayrı bir tüketici ve pazar teşkil etmesi bakımından önemli olduğu gibi, ölümün ötelenmesi bakımından da dikkat çekici. Çünkü ölümle yaşlılık arasında yarı-zorunlu bir ilişki var ve modern dönem bundan olabildiğince uzaklaşmak istiyor. İşte bu bakış açısına göre yaşlanamadan ölümle tanışılması durumu, normal olmayan bir ölüm biçimi.

İslâm bakış açısına göre ise insan, can emânetini taşımakta ve onu ne zaman sahibine teslim edeceğini bilememektedir. Bilememe durumu modern insan için de geçerli ancak bu bilememeyi anlamlandırma tarzı iki tasavvurda oldukça farklı. Bu bilinmezlik ilkini, dünyadan daha fazla kâm almaya iterken; ikincisini, ölüme ve âhirete her dâim hazır olmak gibi bir yükümlülükle karşı karşıya bırakıyor. Çünkü o, emâneti en az zâyiatla sahibine iâde etmenin sorumluluğunu taşıyor. Bunun sonucunda ise bu dünyada tattığı/yaşadığı nimetlerin asıllarına kavuşmayı arzuluyor.

Ancak nereden bakılırsa bakılsın her iki tasavvur için de inkıtâ farklı açılardan da olsa söz konusu. Modern insan inkıtâı değerlendirirken sebepler dışında hareket edemiyor. Hayat algısı, inkıtâ ve ölüm telakkisini de etkiliyor. Böylece ölüme sebep olan hâdiseler etrafında, sadece ölüme sebep olmak bakımından ayrıntılı bir tahlile girişiliyor. Yaşı, hastalığı, hastalık sebepleri, doktoru, tedavisi, tedavi süresi veya kaza, kaza yeri, kaza tarafları, ihmal ihtimalleri, ilk yardım sorunları ya da katil, maktul, katl sebebi, deliller gibi unsurlar bizâtihi dikkat edilesi bir şey olan inkıtâı ve ölümü gölgeliyor. Hâlbuki her bir ölüm, o an ölmeyenler için bir âyettir ve bizzat ölüm olduğu için dikkate alınmalı, üzerinden öte dünya adına dersler çıkarılmalıdır. Bu, insan açısından bakıldığında böyle.

Toplumlar açısından değerlendirildiğinde ise deprem, sel, yangın gibi âfetler süregelen bir şey/ler/i kesiyor ve yarım bırakıyor. Geride ise tamlığını yitiren onlarca aile, ev, iş, insan, umut, sevgi, hayal hasılı hayat kalıyor. Modern insan bunları anlamlandırırken de kendi hayat algısının içerisinde hareket ediyor ve zemin etüdü, yapı malzemesi, yapı denetimi, halkın bilinçlendirilmesi veya yağış miktarı, kanalizasyonların yeterliliği, şehir planlaması ya da ahşap, çelik, yanmaz yapı malzemeleri, yangının nasıl başladığı, kaç itfaiye aracının olaya müdahale ettiği gibi ikincil sorunlarla fazlaca meşgul oluyor. Hâlbuki asıl olan âfettir ve her bir âfet ilgilisine çok şey söyleyen birer âyettir. Âfetler, hem insanın ne kadar ilerlese de (“ilerleme” paradigmasının sorunları ayrı bir konu) tabiat karşısında hala bazı yönleriyle âciz olduğunu hem de toplumsal ve/veya küresel güç sahibi olmanın, bir imtihândan başka bir şey olmadığını, bunların, gelip-geçisi iktidar günleri (eyyâmullâh) olarak değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor.

Her şeye rağmen inkıtâı anlamlandırmaktan ziyâde ondan uzaklaşmayı yeğliyor insan. Ancak imtihân sahnesinde olunduğu kavranıldığı zaman, “mallar, canlar ve ürünlerdeki eksiltilmeler” anlam kazanabiliyor. Özetle, dinamik bir hayat ve tutarlı bir ölüm algısına imkân veren inkıtâ bağlamında değerlendirilebilecek şeylerin tamamı, kişinin dikkatini kendi âcizliğine çekmek için ciddî bir imkân sunuyor. Bu bakımdan o, ötelenesi değil güzellenesi bir şey olarak anlamlandırıldığında aslî yerini buluyor.