Sinema, tüm sanat türleriyle birlikte insanlığın dünyadaki macerasını anlatma telaşında olan bir sanat dalı. Ama diğer sanat dallarının yanında çağa seslenme, olayları ve insanlığın hikâyesini anlatma noktasında imkânlar açısından baktığımızda çok daha ileride diyebiliriz. Tabi edebiyatın ve sözün gücü hiçbir zaman tartışılmazdır, nihayetinde tüm sanat türleri birbirlerinden beslenerek ortak temalar ve amaçlar, ortak dertler ve sevinçler etrafında sanatın güçlü misyonunu omuzlamış durumdalar.
“Bir film bir şairin yüreğindeki bir göz olmadıkça asla gerçekten iyi değildir” derken, Orson Welles aslında sinemanın da bir şiir gibi dokunaklı, naif, derin, ironi yüklü bir anlatımla, tüm bu duyumsamaları seyirciye hissettirmesi gerektiğinin vurgusunu yapar. En son Mustafa Kutlu’yu ziyarete gittiğimde nasıl oldu ise konu sinemaya gelmiş ve sinemanın, romanın, şiirin, tüm anlatıların ötesinde, sanatsal anlatımı açısından daha güçlü ve imkânlar noktasında zengin bir sanat olduğuna dair anlamlı bir konuşma yapmıştı.
“Bugünün dünyasını anlamak için sinemaya ihtiyacımız var; yüz yüze gelmeye cesaret edemediğimiz ne varsa, anlamak için sinemaya bakmalıyız” diyor, Slavoj Zizek. Sinema, yaşadığımız çağda, sosyal ağların, internetin, küresel manada tüm sınırların görsel şovlarla mahrem olanı darmadağınık ettiği zamanlarda mutlaka çok daha önem arz ediyor. Özellikle gençler kendi dönemlerinde sinemanın dilini genç dünyalarına yakın bulurken, tüm dünyada ve kendi coğrafyalarında çekilen yapıtlara daha bir meraklılar. Belki de hız ve haz çağının insanlığı kuşattığı zamanlarda, her şeyin hızla tüketildiği bir dönemde, insanlar bir kenara çekilip bir romanın sayfalarına gömülerek iki yüz bilemedin üç yüz sayfalık bir romanı okumak, bir hikâye kitabının derin, ironi yüklü, imgesel anlamında boğulmak istemiyor. Bunun yerine seyredilmeye hazır hayatların film şeridinden akarak onların anlam dünyasında bir yer etmesini daha manidar buluyorlar ve bu durum kolaylarına geliyor. Nedense son zamanlarda artan dizi ve film sektörü de bu talebi karşılamak için ellerinden geleni yapmaktalar. Ama neticede nitelik her zaman önemlidir. “Sinema bir kişinin ve bir dönemin buluşu değil aksine insanlık tarihinin geçmişi kadar eski birçok buluşun her döneme bir miras olarak bırakılan birikimlerinin toplamından oluşan bir ürünüdür” derken Burçak Evren sinema sanatının ne denli önemli olduğunu ve miras kalabilecek kalitede çekilmesi gerektiğini vurgular.
Kim-Ki Duk yönetmenliğinde 2003 yılı Güney Kore, Almanya ortak yapımı İlkbahar Yaz Sonbahar Kış Filmi, Güney Kore sinemasının son dönem en başarılı ve oldukça çarpıcı örneklerinden. Film başladığı andan itibaren görsel bir tabiat şöleniyle muhatap oluyorsunuz. Yüksek ve dumanlı dağların, kuş uçmaz kervan geçmez hâlde kimselerin olmadığı tabiatın tam ortasında cennet soluklu bir yeşilliğin göbeğinde rüya gibi bir göl ve bu göldeki Budist Tapınağı… Film insanın tekâmülünü evrelerle anlatarak, bunu da mevsimlerle özdeşleştirerek gerçekleştiriyor. Görsel şölenin zirvelerinde, an an tabiattaki muhteşem tabloların büyüsü ile maneviyat merkezli bir yolculuğa, insanın özüne, olgunlaşma serüveni ile nefs terbiyesi, arınmanın duraklarına doğru derin ve dingin bir yolculuğa çıkartıyor sizi yönetmen. Film adeta dağların zirvelerinde cennet gibi bir gölün ortasında sade, temiz, fazlalarından arınmış bir mabette Keşiş ile öğrencisinin karşılıklı kurduğu usta çırak ilişkisi odağındaki, dayatmasız, gayet doğal bir anlatımla izleyiciye sunuluyor. Filmin kurgusal yapısı; dört mevsimin ayrı ayrı işlenerek, her bir mevsim, insanın gelişimindeki bir devreye karşılık gelecek şekilde, parçadan bütüne giden yoğun bir anlatım gücüyle insanı sarıp kuşatan ve sarsan bir hayat döngüsü ile anlatılıyor.
Arka arkaya gelen mevsimlerle, insanın tekâmül yolculuğunu anlatan filmdeki mekân oldukça dikkat çekici ve seyirciyi adeta büyüleyen, içine alan bir atmosfer kazanmış. Öncelikle yaratılmış olan insan Budist Tapınağı’nın görsel şölenlerin ortasında yüzen dingin sadeliğinde şunu fark ediyor; aslında hiçbir beşer inançsız değildir. Her insan özünü arar, özündeki ruhsal arayışa doğru kıldan ince kılıçtan keskince sorgulayan bir yolculuğa râm olur. Tapınağa gitmek için geçilen tabiatın ortasında, gölün başlangıcında temsili büyük oymalı bir kapı vardır. Bu kapı aslında tapınağı doğadan ayırmadan, temsili, gölün ahengiyle bütünleşen sembol bir kapı gibidir. Ama adeta içerisi ve dışarısı diye mekân ayrımını da gerçekleştirdiğini anlayabiliriz. Şeffaf, sınırsız bir gölün ortasında yer alan mabed; burada yaşayan Keşiş ‘in duruşunda, doğayla ve eşya ile kurduğu muhataplıkla inancını yansıtması, mülkiyetin çok ötesinde, kuşatan bir teslimiyetle aslında çok farklı anlamlar yüklenmiş gibidir.
İlkbahar mevsimi doğuştur, tüm tabiatın yeniden dirilmesi, tohumların çatlaması ve muhteşem bir uyanıştır. Yeşilin ve mavinin yaslandığı doğa manzaraları ile muhteşem bir görsel şölen eşliğinde ilerleyen film, ilkbaharın uyanış yüklü, çılgın ve dizginsiz anlarına taşır gibi. Bu süreçte yönetmen çocukluk devresiyle, keşfetmeye, öğrenmeye, tanımaya, aramaya doğru yönlendiriyor. Çocuk, kendine doğru anlaşılmaz bir yolculuğa çıktığında ise onu tam da tabiatın ortasına bırakıyor. Sade, yalın bir yaşantıda eşyadan yalıtılmış, mahremiyetin görünmez duvarlarla sağlandığı, temsili kapılarla sınırların çizildiği küçük mabedin dışında bir dünya vardır. Çocuk bu dünyayı keşfe çıkıyor, aslında kendini keşfe çıkıyor. Ve dikkat çekici olan da tanıdığı, gördüğü, ellediği balığa, kurbağaya, yılana çocuğun adeta işkence yapması. Vuku bulan olaylarla dikkat çeken asıl vurgu, şiddetin ilk olarak çocukluğa yaslandırılan bir bilinçsizlikle özdeşleştirilmesi. Bu durum, küçük çocuğun hayvanlara işkence etmesi, bu işkenceleri yaparken de onlara gücünün yettiğini görebilmesi üzerinden işleniyor. Filmin ilerleyen zamanlarında, gençlik döneminde yeniden rastladığımız şiddetin; tohumlarının atıldığı çocukluk döneminden farklı olarak karşımıza bilinçli bir tercihle çıkması, insanın varoluşuna atıf yapan bilinçli bir tercih olduğunu da ispatlamış oluyor. Yönetmenin neredeyse bütün filmlerinde işlediği şiddet ve varoluş ilişkisinin ilk ipuçlarını, Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring’te temaşa etmiş oluyoruz. Bir diğer önemli durum da her olaya büyük bir olgunlukla yaklaşan Keşiş’in, çocuğa anında müdahale etmeden, sonrasında onun empati kurmasını sağlayarak, vicdanını harekete geçirmesi.
İlkbaharın arkasından gelen yaz mevsimi ile çocuk da gençliğe adım atmış oluyor. Kendini keşfetme noktasında, artık sınırlarını zorlayarak hayatı farklı yönleriyle algılama durağına gelecektir. Yazın, coşkun, zengin atmosferi gençliğin simgesi olarak, beraberinde cinselliği, karşı cinsi tanımayı, bağlanmayı, tutkuyu gencin hayatına taşıyacaktır. Hasta bir genç kızın mabede iyileşmek amaçlı gelmesi gencin dünyasını değiştirecek, onun ruhsal ve bedensel duyuşlarına farklı kapılar açacaktır. Dış dünyadan soyutlanarak yaşadığı mabette dürtüsel veya fıtri olarak karşı cinsi ilk gördüğünde ona karşı olan, arzulu çekim gücüyle oluşmuş hislerine engel olamayacaktır. Fakat yönetmenin asıl atıf yaptığı ruhsal, derin bir bağlılıktan ziyade daha çok cinsel bir dürtüsellikle iki karşı cinsi yakınlaştırmasıdır. Burada gencin günah durağında, sorgulamalarla tövbeye ve ibadete yönelmesi. Yaptığının yanlışlığını anlamasına rağmen tutkulu bir halde karşı cinse yönelmesi ve onu sahiplenme duygusu. Yönetmen erkek egemen bir bakış açısını diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de sürdürür. Sakin, dingin bir mabette eşyayla aralarına mesafe koymuş olan Keşiş ve öğrencisi, sade kıyafetleri, az yemeleri, az konuşmaları ile de dikkat çekerler. Aslında bu durum gerçek dünyadan kendilerini ne kadar soyutladıklarının da göstergesi gibidir. Mülkiyet noktasında, sahiplenmenin kadın üzerinden işlenmesi yine erkeği ön plana çıkarıyor. Keşiş öğrencisinin tutkulu halde karşı cinse bağlılığını anladığında ve hayvanlarla özdeşleşen karşı cinsle birlikteliği sonucu onları uygunsuz halde görmesiyle; “Tutku bağlanmayı doğurur, bağlanma (sahip olma) da öldürme isteğini” diyerek anlamlı bir uyarıda bulunacaktır.
Sonbahar mevsimi geldiğinde genç artık yirmili yaşları geride bırakmış, olgunlaşmış, Usta’sının deyimiyle “büyümüş” tür. Ama bu büyüme ile birlikte sahiplenmenin getirdiği hınç, öfke ve nefretle ölüme, intikama, silaha, acıya, tutsaklığa doğru sancılı bir yolculuğa çıkacaktır. Öğrencisinin içinde bulunduğu karmaşayı anlamaya ve bu öfke nöbeti içinde, yaşadığı mabetten farklı olarak dışarıdaki gerçek hayatın ne kadar acımasız olduğunu söylemeye çalışır. “Bazen sahip olduğun şeylerin gitmesine izin vermelisin” der. Sonbahar bir tür ölümdür, bedel ödemedir, kayıptır aslında. Ama yeniden dirilmek için ölmek gerekir. “Birini öldürebilirsin ama kendini bu kadar kolay öldüremezsin” dediği öğrencisine aslında vicdanına doğru bir yolculuğa çıkmasını öngörür gibidir. Arınmanın, kafasındakilerden kurtulmanın başka yolu yoktur. Artık katil olan öğrenci bir tutuklu olarak mabetten ayrılır. Keşiş için bedel ödettiği, daha çok bedenine acı çektirerek ruhunu arındırmaya çalıştığı öğrencisinin gitmesinden sonra ölüme yolculuk başlamış olur. Yanarak ölen Keşiş, bir yılan olarak geri döner mabede. Filmde, birçok hayvan sembol olarak kullanılır. İlkbahar da horoz vardır mabette. Genç mabetten kaçarken horozu da ormana salar. Yaz mevsiminde, beyaz bir kedi vardır Keşiş ‘in kucağında. Tutuklu olarak genç adam gittiğinde kedi de ormana salınır. En son Keşiş öldüğünde bir yılan, tam da öldüğü yerden çıkıp gelir mabede yerleşir. Burada reankarnasyon inancını da görmekteyiz. Son bölümle artık kış mevsimi de gelmiş olur. Kış gelmiş, adeta tabiat beyaz bir örtüye bürünmüştür. İnsan doğa ilişkisi üzerinden yürüyen film bir bakıma bitimsiz bir beyazlıkla, arınmayı, silkinmeyi, temizlenmeyi, fazlalıklarından kurtulmayı da beraberinde getirmiş gibidir. Artık kahramanımız olan öğrenci yetişkin bir bireydir, olgunluk dönemini yaşar. Kim Ki – Duk’ un rol aldığı bu bölümde olgunlaşmış hali ile artık tekâmül yolunda mesafe katetmiş insan anlatılır. Gizemli bir halde, yüzü görünmeyen bir kadının getirdiği bebekle yeni bir başlangıç yapar genç adam. Tıpkı Usta’sının geçtiği yollardan o da geçecek, kendisi gibi mabede bırakılmış olan küçük çocuğa mihmandarlık yapacaktır. “Ve Bahar…” bölümüyle kıştan sonra gelen baharın müjdesi gelir. Bahar yeniden diriliştir. Ve yaşamsal döngü tekrar başlamış olur.
Yaşadığımız modern zamanlarda eşya ile arasını sağlıklı kuramamış, mutlak hakikate çıktığı yollarda bir türlü huzuru bulamayan insanoğlunun muhayyilesine anlamlı ve arayış yüklü sorular bırakır gibidir film. Eşsiz manzaralar eşliğinde büyük bir görsel şölene dönüşen tabiatın varlığı ile ne kadar tabiattan, doğadan uzaklaştığımızı da anlamış oluruz sarsılarak.
Hakikat yolculuğuna bir bakıma anlamlı bir çağrıda bulunan film, insanı tüketen tüm varsıllara, moderniteye karşı, sadeliğe, kendine doğru derin ve dingin bir yolculuğa, vicdanın masum ve temiz dünyasına, inanmanın ve teslim olmanın huzuruna çağırır gibidir…
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.