Hayat, yaşamaya başlamadan önce çözülmesi gereken ağır ve sancılı bir sorun mudur? Colin Wilson’a göre, evet! Dahası da var: “Hayatı olduğu gibi kabullenmek yerine, nasıl yaşanması gerektiğini soran kişi kendiliğinden yabancı haline gelir.” Yabancı, yalnız, kaçık, bozkırkurdu… Kahramanlarını “yalnızca kaçıklar için” serlevhalı kapıların önünde uzun uzun bekleten Hermann Hesse, romanlarında hayatımızı nasıl yaşayacağımızı tartışır. Bana kalırsa bilge sanatçıdır Hesse, Márquez’in deha sanatçı olması gibi. Böylece şimdilik, yazımızın sınırları içinde sanatçıyı ikiye ayırmış olduk. Romanlarında göz kamaştıran, büyüleyen, sizi bir şölene davet eden romancıları, deha sanatçı kabul etmemek için bir sebep yok. Bilge sanatçılar ise hayatı yaşamadan önce çözülmesi gereken bir sorun olarak görür ve romanlarını ölüm kalım mücadelesinin yaşandığı bir laboratuvara dönüştürür. Bilge sanatçıları da ikiye ayırmamızda sakınca yok. Kaostan kozmosa doğru güvenilir bir yol çizenler ve kaosta gereğinden fazla oyalanıp bileti kaybedenler.
Hesse, 1901’den 1916’da kaleme aldığı Yolda’ya (Unterwegs) kadar yazdığı otobiyografik romanların ardından Demian’la birlikte entelektüel, huzursuz ve yabancı kahramanlarla çıkar karşımıza. Emil Sinclair, lise öğrenimi için başka bir şehre gider ve eve ilk dönüşünde hissettiği şey, huzursuzluğa attığı ilk ciddi adımdır: “Şu yaşam denen şeyin, ne kadar da yavandı tadı.”
Otobiyografik parçalar, büyük meseleleri tartışmak isteyen her sanatçının en mühim başvuru kaynağıdır. Bundan dolayı olsa gerek, roman kahramanlarını yazarın düşüncelerini dile getiren sözcüleri olarak görmek, roman tekniği açısından sakıncalı sayılsa da yapıtları varoluşçu bir bakış açısıyla, felsefi bir zeminde ele almak isteyenler için kaçınılmaz bir yöntem ve vazgeçilmez bir imkândır. Doğu’ya Yolculuk’un kahramanı, adının ve soyadının baş harfleri H. H. ile bilinir. Dikkat edilirse Bozkırkurdu Harry Haller’in de isminin baş harfleri bize bir şeyler fısıldar gibidir. Aşağıda yer vereceğimiz cümlelerin bizatihi Hermann Hesse tarafından mı yoksa roman kahramanlarından birinin ağzından mı söylendiğini anlamak güçtür: “Uyanık insanları bekleyen tek ama tek bir görev vardı: Kendini aramak, kendi içinde sağlamlığa kavuşmak, el yordamıyla kendine özgü yolda ilerlemek, yolun nereye çıkacağına aldırmamak. Ben şiir yazmak, vaaz vermek, resim yapmak için gelmemiştim dünyaya. Ne ben, ne bir başkası öyle bir amaç için dünyada bulunuyordu. Bunların hepsi arada başgösterip ikinci planda kalan şeylerdi. Herkes için gerçekten tek bir uğraş vardı: Kendini bulmak.”
Emil Sinclair’ın karşısına çıkan herkes onu bir sonraki merhaleye taşır. İlkokulda Demian, lisede kilise orgcusu Pistorius ve ileriki yıllarda Demian’ın annesi Bayan Eva. Kaos yüzünü gösterir her aşamada. Sinclair düşe kalka ilerler. Dostu Demian’ı düşünmediği bir saat bile yoktur. İlkokulda Frank Kromer adında bir çocuğun eline düşer, her istediğini yapmak zorunda olduğu kâbus dolu günler yaşar. Kumbarasından para çalar. Ailesinden ilk kopuş böyle başlar. Kendinden kaçmayı da bu dönemde keşfeder. “Kendini bulmak” ise yıllarını alacaktır. Zamanla bu kaybediş ve arayış ikileminin aslında bir insanlık sorunu olduğunu fark eder. “Benim sorunumun tüm insanlığın sorunu, tüm yaşamın ve düşünmenin sorunu olduğunu kavramıştım. Bu kavrayış, ansızın bir gölge gibi geçti üzerimden. Alabildiğine kendine özgü ve kişisel yaşam ve düşünüşümün, o büyük düşüncelerin ezeli ve ebedi ırmağında ne köklü bir pay sahibi olduğunu ansızın görüp hissetmem, korku ve derin bir saygıyla doldurdu içimi.”
Huzursuzluğu tatma ve bir yabancı gibi yaşama duygusu bünyeye git gide yayılır. Her şeye rağmen bir delikanlıdır Sinclair. Yabancının toplumla karşı karşıya gelişi Bozkırkurdu’nda daha çetin sonuçlar doğurur. Harry Haller elli yaşlarında, kitapları ve gramofonuyla yalnız yaşayan bir aydındır. Toplumu daha yakından ve derinlemesine tanıma fırsatı yakalamış ihtiyar bir Sinclair’dır bir bakıma.
Harry Haller, uyruklar içinde uygunsuz biri olarak, kentin ıssız ve eski semtlerinden birinde dolaşırken caddenin karşısında, gözüne gri bir taş duvar çarpar ve orta yerinde sivri kemerli bir kapı vardır. Yaklaşır ve tabelada yanıp sönen yazıyı okumaya çalışır. Kolay olmayacaktır fakat sonunda söker yazıyı. Şöyle yazıyordur: “Yalnızca kaçıklar için.”
Kapıyı ne kadar zorlarsa zorlasın açamaz. Islanmış, üşümüş ve aklı karışmıştır. Yirmi beş yıl önce kapısından adım attığında nasılsa hâlâ öyle kalmayı başarabilmiş emektar bir meyhaneye atar kendini. Evlerinde yarı memnunluklar tanrısının önünde diz çöken ve iflas etmiş idealler karşısında seslerini çıkarmayıp düşüncelere dalarak kafayı çeken insanlarla karşılaşır. Onlarla arasında nasıl bir benzerlik olduğunu düşünür. Daha doğrusu gerçekten farklı olup olmadıkları konusunda kuşkuya düşer. Çünkü Bozkırkurdu’nu da diğerlerini de oraya çekip getiren bir nostalji duygusu, bir düş kırıklığı, elden çıkıp gitmiş bir şeyin yerini tutacak başka bir şey bulma isteğidir. Soruları vardır ve cevabı hep Bozkırkurdu’dur: "Kim yaşamın kalıntıları üzerinde uçup gitmekte olan anlamın peşine düştü, saçma görünen şeylere katlandı, kaçıkça görünen şeyleri yaşadı? O en son çılgınca karmaşa içinde bile vahy-i ilahiyi ve Tanrı yakınlığını bulacağı umudunu kim gizlice barındırdığı içinde?"
Yalnızca kaçıklar için, yabancı ve bozkırkurtlarına uygun bir hayat arayışıdır sanatçınınki. Başka insanlar göze alabildikleri takdirde bu daireyi genişletir, sınırları esnetir ve sığınma talepleriyle kalabalıklaştırırlar. Vatandaşlık şartlarını haiz herkesin barınabileceği kadar uçsuz bucaksız, şen şakrak günlerin müdavimleri için göze görünmeyecek kadar küçük bir dünyadır burası.
“Bu hoşnutluk, bu ağrı ve sızılardan uzaklık, bu katlanılabilecek, bu yılgın günler, güzel şeylerdir doğrusu; öyle günler ki ne ağrı sızılar, ne sevinçler seslerini fazla çıkarmayı göze alabilir, her şey fısıldayarak konuşur ve ayak parmakları üzerinde bir gölge gibi devinir usulcacık.” Fakat bozkırkurtlarına göre değildir böylesi. Kimi zaman hazları kimi zamansa ağrı ve sızıları yol yaparak başka iklimlere sığınmaktan kendini alamazlar. Sözde iyi günleri “yarı memnunluklar tanrısı”nın yüzüne fırlatır ve şaytani bir acıyı, sağlığa yararlı oda sıcaklığına yeğ tutarlar. Anlamını yitirmiş yaşamı, yeni bir anlama kavuşturma özleminin damgasını taşırlar alınlarında. "Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım! Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman stadlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü. İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan."
Alman edebiyatına özgü bir form kabul edilen gelişim romanının (bildungsroman) önemli bir temsilcisi olan Hermann Hesse, 1916’ya kadar otobiyografik romanlarla adından bahsettirir. Fakat asıl ününe 1919 ile 1945 yılları arasında kaleme aldığı Demian, Siddharta, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund ve Boncuk Oyunu adını taşıyan beş ana romanıyla kavuşur. Savaş, ağır kayıplar ve Almanya’nın mağlubiyeti Hesse’de ruhsal çöküntüye neden olur. Psikolojik sorunları geride bırakan Hesse’de bir inşa süreci başlar. Değerlerin sorgulanışı sırasında hiç olmadığı kadar cesurdur. Dünya edebiyatının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kesinkes yakalanacağı burgaca o, evvelden yakalanır, yerleşik değerlere neşter vurma modasında öncülerden biri olmayı üstlenir. Bu bağlamda Demian, Siddharta, Bozkırkurdu romanlarında “yeni insana” ve “yeni dünyaya” dair gözlerden ırak tutulmaması gereken yaklaşımlar vardır. Düşüşü betimlerken kusursuz işleyen düş gücünün, söz ayağa kalkmaya gelince nazlandığını, omuz silktiğini hatta şapşallaştığını hayretle izleriz. Colin Wilson’a katılmamak elde değil. “Hesse’nin hikâyenin başını yazarken sonunu öngöremediğini hissediyoruz.” Bu kadarla da sınır değil. Hikâyenin sonunda, Hesse’nin teklifinin ne olduğunu anlamak güçleşir. Toplumla arasına mesafe koyan, hükûmet politikalarına karşı çıkan, aydın takımıyla arası bozuk bir bozkırkurdu olarak başlayan hikâye, ister benlik fantezileri deyin ister kurgu oyunları deyin, giderek etkileyiciliğini yitirir. Siddharta, hiç kimsenin bir başkasına Buddha olmayı öğretemeyeceğini, ancak kendi kendine öğrenebileceğini mırıldanarak kutsal keşiş cübbesini çıkarır ve yoluna çıkan ilk kasabada bir metres edinir. Siddharta önemli bir karar vermiş, keşişlikte karar kılan dostu Covinda’dan ayrılmış, “öncekinden daha fazla ben” olma yolculuğuna çıkmışken, müşterisi çok olan bir yatakta arzular içinde bulur kendini. “Bana öğretmenlik yapmanı istiyorum” diyerek dostluğuna girdiği kadından adım attığı yeni dünyanın kurallarını öğrenir. Benzer bir sahneye Bozkırkurdu romanında da tesadüf ederiz. Goethe bahsinde görüş ayrılığına düştüğü profesör arkadaşının evinden apar topar ayrılır Harry Haller. Burjuva dünyasına, ahlak ve bilim dünyasına sırt çevirmiştir, yaklaşmakta olan savaşa karşıdır, savaş naraları atan gazetelerde hakkında ileri geri yazılar çıkmaktadır, yeterince vatansever olmamakla suçlanır. Ölesiye üzgündür, canına kıymayı düşünür. O sokak senin bu sokak benim seğirtip durur kenar mahallelerde. Bir yandan eve gitmek ve hesabı kapatmak ister ama bir yandan da yaşamak ağır basar. Geç vakit, pek bilmediği sapa bir semtte gümbür gümbür dans müzikleri çalınan bir meyhanede alır soluğu. Kapısında “Kara Kartal” yazan bu ucube mekanda bir kızla tanışır. Hermine, bozkırkurdunun intihar etmek niyetinde olduğunu hemen anlar. Bir mürebbiye gibi azarlar, akıl verir, Harry’nin başından geçenleri sokak ağzıyla ama derinlemesine yorumlar. Harry, dünyasını terk etmiştir ve Harmine’e, ”Emret, bütün emirlerini yerine getirmek benim için zevk olacaktır.” demeye varacak kadar kaybeder kendini. Tıpkı Kamala’nın Siddharta’ya hayat dersi vermeyi kabul etmesi gibi Hermine de bozkırkurduna bambaşka bir hayatın kapılarını açmaya razı olur. Kırılma noktalarında sürpriz bir tanışma, süratle ilerleyen yarenlik ve bir kadının kılavuzluğunda, önceleri iğrenilerek bakılan, aşağılanan bir dünyaya adım atma seremonisi ile karşılaşırız. Hem Siddharta hem de Bozkırkurdu okuru, kendini bir anda hazların, sınırsız arzuların ortasında bulur ve Hesse’nin şehvet kavramına fazladan bir anlam yükleme telaşının hikâyeyi zayıflattığını üzülerek takip eder. İyimser bir bakışla Hesse’nin, kahramanlarını duyuların eğitimine tabi tuttuğunu iddia edenler çıkacaktır fakat biz Wilson’a başvurmayı yeğledik: “Hesse’nin tam sihirbazlığını yapacağı yerde başarısız olduğunu görebiliriz. Okur nihayete varan bir çözümün söylenmesini bekler ama romanın sonunda Hesse’nin verecek hiçbir şeyi olmadığını fark eder.” Hesse, Siddharta’nın başarısız bir sona mahkûm olmasını, Budizmin özünü kavrayamamasına bağlayan çevrelere hak vermiş olacak ki, Bozkırkurdu’nda benzer bir gerilime yeniden başvurur. Böylece benzer zaaflarla malul iki romana imza atar; büyük meselelere parmak basmak isterken aynı anafora yakalanan iki ciddi teşebbüs. Demian ve mühim son iki romanı Narziss ve Goldmund ve Boncuk Oyunu’nu da katarsak kendini gerçekleştirmek derken neyi kastettiği anlaşılmayan bir yığınak, bir korpus çıkar karşımıza. Teolojik yorumlar, mistik kokular, abartılı tabiat övgüsü, çarpık cinsel yönelimler, ben’i ile toplum arasına sıkışmış bireylerin tutarsızlıkları, sanatçı kahramanların kaprisleri meselenin anlaşılmasını zora sokar. Fitilin Demian’la yakıldığı açıktır. Hesse, bunalımdan yeni çıkmış, bir arayış içindedir. Yahudilik ve Hıristiyanlık temel referanslarıdır. Gnostizm, Zerdüştlük ve uzak doğu inanışlarına ait ıstılahlara başvurur, çoğu yerde sözlük kullanmanız gerekir. Nietzsche’yi sık sık anar, belli ki Tolstoy da dikkatini çekmektedir o yıllarda. “Tanrısal ile şeytansal arasında bağlantı kurmak” Sinclair için görkemli bir düşüncedir. Tanrı’ya tapınmanın yanı sıra şeytana tapınmanın da yollarını arar, müziği bile ahlakî bir arka planı olmadığı için sevdiğini söyler. “Haz ve dehşet, erken ve kadın, alabildiğine kutsal ve alabildiğine iğrenç içe içe geçmişti; derin bir suçluluk duygusu, ince ve narin bir masumiyetin içinden göz kırpıyordu.” Demian’in Siddharta ve Bozkırkurdu’nun bir provası olduğu her halinden bellidir. Bir kadının [Bayan Eva] sahneye çıkarak bütün meselelere açıklık getirmesi, bir nüve halinde toprağa atılır. Rüyaların yol göstericiliği, birden çok kişiliği bir arada barındırma, birbirine zıt karakterlere bir anda bürünebilme gibi ortak yönleri ya da işlevsel görünen kusurları diğer romanlarına da taşımıştır.
Hesse’yi önce Alman sonra dünya okuru ve en son Nobel jürisi nazarında değerli kılan şeyin, toplumsal mutabakatlardan elini eteğini çekmiş bireyi kutsayan dünya görüşü ve sınır tanımaz hümanizmi olduğunu düşünebiliriz. Ayrıca 1911’de, Anadolu ve Orta Doğu’yu atlayarak Hindistan’a yaptığı yolculuktan etkilenerek, İslam’dan tamamen arındırılmış bir Doğu kültürü propagandasına girişmesi de elbet ödüllendirilmeliydi. İlaveten, Alman militarizmine karşı çıkan ve milliyetçiliği yeren tavrının da altının çizilmesi gerekir. Hermann Hesse, Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız tutum sergileyen İsviçre’ye yerleşir ve 1962’de yine orada hayata veda eder.
Hesse’ye yakın bir rahatsızlığı, çağdaşı ve kendisi gibi Alman olan Thomas Mann’da da buluruz. “Sarsılmaz bir sıradanlık” içinde yüzen insanlara bakışlarında uyum vardır: “Neden ben böyle farklı, herkese ters düşen biriyim? Bak şunlara, hepsi de iyi öğrenciler. Öğretmenleri gülünç bulmuyor, şiir yazmıyor, gerçekten düşünülecek ve yüksek sesle söylenebilecek şeyleri düşünüyorlar. Her şeyler ve herkesle nasıl da barışık, nasıl da düzenli buluyorlardır kendilerini! Böylesi iyi herhalde. Peki benim neyim var, bütün bunların sonu nereye varacak?” Hesse, otobiyografi alışkanlığının gereği olarak içe doğru bakış atarken Mann gözlemciliği seçer.
Uçarılıkla, bıktırıcı tekrarlarla ve yersiz arzularla daralttığı, “dünyayı küçülten ve ruhu basitleştiren dinsel disiplinlere” başkaldırayım derken elle tutulur bir öğütten mahrum bıraktığı hikayelerinde kaçıkların yalnızlığına, yalnızların kaçıklığına, hayatı olduğu gibi kabullenmek yerine, nasıl yaşanması gerektiğini soran yabancının seyrüseferine ve yine hayatı yaşamaya başlamadan önce çözülmesi gereken ağır ve sancılı bir sorun olarak gören bozkırkurtlarının medcezirlerine dair çıkarımları ve nihayetinde sanatçının huzursuz bir adam olarak portresini çizmede gösterdiği çileli uğraşları, Hermann Hesse’yi yanılma payının iki kefesine birden oturtuyor. Yergimizi de övgümüzü de yanılma payı ile mimliyoruz.
1990 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğrenimini Adana Erkek Lisesi’nde tamamladı. Türkçe Öğretmenliği ve Medya ve İletişim okudu. Öyküleri ile İtibar, Muhayyel, Muhit, Edebî Müdahale, Aşkar, Dil ve Edebiyat, Fayrap, Yediiklim, Berhava, Ve Sanat, Olağan Hikâye, Hece Öykü, Mahalle Mektebi gibi dergilerde yer aldı.Berhava Öykü dergisinin yayın yönetmenliğini yürüttü. Ayraç, İtibar ve Muhayyel edebiyat dergilerinde editör olarak görev aldı.Evli ve bir oğlu var. Adana’da yaşıyor.Kitapları:Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız, 2018 (Öykü)
Bozdünya, 2021 (Öykü)
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı - Bir Tahlil, 2023 (İnceleme)