Menu
AKIL: YALNIZCA KAÇIKLAR İÇİN
Deneme/İnceleme/Eleştiri • AKIL: YALNIZCA KAÇIKLAR İÇİN

AKIL: YALNIZCA KAÇIKLAR İÇİN

1605 yılını yalnızca romanın sahneye çıkış tarihi olarak görmek yanlış, daha doğrusu eksik olur. O tarihten sonra destanlar, efsaneler, şövalye ve ulu kişi hikâyeleri artık anlatılan ve dinlenen değil, yazılan ve okunan bir forma dönüşmeye başladı. Yeni bir “okuma” biçimi dayatan, bu okuma biçimine koşut “çevre”yi de biçimlendiren tür, içeriye de müdahale etmiş, radikal bazı değişikliklere yol açmıştı. Bu cümleden olarak, Don Kişot’la beraber kahramanlar da sahneden inmiştir diyebiliriz. Roman, “kahraman”ı inkâr ederek varlığını ispat etmeye yoluna gitmiştir.

17. yüzyıldan bu yana, edebî kamunun saygınlığını kazanmış romanların hatırı sayılır bir kısmının kahramanları için şu tespitleri yapmak mümkün: nevrotik, histerik, tutarsız, ikircikli, tuhaf, silik, yoksul, hasta, yalnız… Büyük ideallerden yoksun, ülkesi ya da halkı için tarihî bir rol üstlenmekten uzak; çatı katında, otel odasında ya da apartman dairesinde yaşayan beş parasız ve itibarsız bir “öteki”. Kutsalları uğruna savaşıp şehit düşmez; korkunç bir dehlize dönüşen benliklerine hapsolup ya Rus ruletinde kaybeden taraf olurlar ya da kirasını ödeyemedikleri bekar odasında intihar ederler. Raskolnikov nihayetinde bir katildir, Meursault da öyle. Gregor Samsa bir böceğe dönüşür. Şizofren, kumarbaz, budala, tembel, yabancı olmayı kabullenmiş gibi görünürler. Gerçi bu romanların yazarlarının hayat hikayeleri de dikkate şayandır. Ayrıksı kişiliklerdir, toplum ve devletle kavgalıdırlar, Tanrı ve kendileriyle çatışma hâlinde, deliliğin sınırlarında yaşarlar ve intihara meyillidirler. Parçalanmış imparatorlukların, dünya savaşlarının, ihtilallerin, ekonomik buhranların, rejim değişikliklerinin belirsizliğe ve karamsarlığa sürüklediği bir atmosferde yaşamış ve yazmışlardır. Böylece modern insan ve roman kahramanları gitgide bütünleşmiş, birbirini beslemiş, aynı yalnızlığın ve mutsuzluğun sözcüsü olmuşlardır.

Hermann Hesse, “yalnızca kaçıklar için” yazılı bir tabela bulunan kapıdan geçirir Harry Haller’i. Bu, bozkırkurdu için çok kritik bir eşiktir. O güne kadar sürdürdüğü entelektüel orta sınıf hayatı geride kalmıştır artık. Bir kırıntı kadar olsun akıl, iç cebinde, kendinden bile gizli olarak bulunur. Kaçık, melankolik, bunalımlı da olsalar modern kahramanların son sığınağı akıllarıdır çünkü. Batan bir geminin yolcuları için filika neyse modern roman kahramanları için akıl odur. Muvazenesini kaybetmiş gibi yalpalasalar da bir melami dervişi gibi başka türlü görünmekten haz duyarlar. William Black, “Aptallar, aptallıklarında ısrar etse akıllanır.” der. Modern kahramanlarımız akılda ısrar ettikçe yalnızlaşır, ötekileşirler. Kolay inanamaz, ikna olamazlar. Kimseye güvenemezler; kişilere, kurumlara, fikirlere… Bunun bir kusur mu yoksa yetenek mi olduğuna karar veremezler. Yabancı ve yalnızda, pusulanın daima kuzeyi göstermesi gibi bir inat ve fikrisabit vardır; o da kendilerine olan bağlılıktır.

Coşkun bir zekayı kaçıklıkla, delilikle gizlemenin çarpıcı örneğidir Emile Ajar ya da Romain Gary ya da Paul Pavlowitch. Hepsi aynı kişiyi işaret eden bu kimlikler Yalan-Roman’ı ortaya çıkaran karmaşık yapının künyesidir. Hatta yazar ya da roman kahramanı şöyle der: “Ben ortak bir yapıtım, birçok kuşak işin bir ucundan tutup yardım etti.” Otoriteler, parçalanmış benlik demeyi uygun görürler. Biz parçalanmış benliğin örtük deha olduğunu iddia etmekte bir beis görmüyoruz. Daha insaflı olmamız istenirse şöyle deriz: Parçalanmış benliği besleyen, örtük, sivri ve taşmaya hazır bir zekâ vardır.

1956 yılında yayımlanan Cennetin Kökleri adlı romanıyla Goncourt ödülünü kazanan Romain Gary, ilerleyen yıllarda eleştirmenlerin gadrine uğrar. Soluğu kesilmek, tekrara düşmek ve heyecanını yitirmekle itham edilir. Gary, eleştirmenlerin bu tutumuna bir tavır olarak 1974’ten itibaren Emile Ajar takma adıyla romanlar yazar ve kuzeni Paul Pavlowitch aracılığı ile yayıncısına ulaşır. Parisli küçük bir memur ile yılanı arasındaki dostluğun öyküsünü anlattığı Koca Tembel, edebiyata taze bir soluk getirdiği yönünde övgüler alır. 1975’te yazdığı ve yine Emile Ajar adıyla yayımladığı Onca Yoksulluk Varken romanıyla Goncourt’u ikinci kez alır. Yazın dünyasının çürümüşlüğüne ve acımasızlığına teatral bir karşılık vermek niyetindedir.

Yalan-Roman (Pseudo) bu çalkantılı sürecin kurgulanmış hâlidir ve 1976’da çıkar. Yalan-Roman’ın kahramanı Pavlowitch, aynasızlardan şöyle bir öğüt alır: “Hiç değilse deli gibi davran. O zaman seni rahat bırakırız.” Ta başından beri yaptığı -ya da içten içe karşı çıktığı- da budur zaten. “… rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz. Hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada, oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim, ama o zaman da olgunlaşamadığımı düşünürsünüz.”

Halüsinasyonlarla gizlediği akıl, “yazarken” gün yüzüne çıkar. Pavlowitch yazarak sağaltır kendini, sırtını dayayabileceği tek şey yazmaktır. “Her şeye rağmen, bir kez daha yazmaya koyuldum, çünkü yazmasam ilaç tedavisi görecektim. Beni normalleştirmek için bilmem ne iğneleri.” Yazma eylemine saygı duyup duymadığından emin değiliz yine de. Nihayetinde Yalan-Roman, dönemin Fransız yazın dünyasının parodisidir. Yazmak bir tutkudur onun için fakat debelenip durduğu bataklığıdır da. “Gerçekleri bulacak hayal gücüm yoktu Jeannot Lapin. Gerçekler, kendi yıkıntılarından oluşan bir düzmecelik yığınının altına yalanlar tarafından gömüldü. İşte bu yüzden durma, yaz. Ne kadar içten olursan o kadar balon sanıp alkışlayacaklar seni. Gerçeği söyledikçe gizlemiş olacaksın, Jeannot Lapin, Durma. Yaz. Yayımla. Açığa çıkma tehlikesi yok.”

Şunu iyice anlamış olduk ki modern edebiyatta sıkça başvurulan şizofreni, sanrı, nöbet gibi aklı gölgeleyen belirtiler, aslında kahramanın keskin zekasını pazarlamak için kurulan bir tezgâh. Aptalı oynamanın siyasi baskılardan ve toplumsal normlardan kurtulmanın başlıca çaresi olduğunu unutuyor değiliz. Ne de olsa açığa çıkma tehlikesi yok; ne de olsa “Deli damgası yediğiniz andan itibaren herkes size iyi niyetle yaklaşır, çünkü delilik politik değildir.”

Yalan-Roman kimlik bunalımı, aidiyet, insan-toplum ilişkileri ve edebiyat alemine yönelik ciddi meseleleri gündeme getirmek için şizofren bir kahraman yaratır. Başka türlüsü de beklenemezdi doğrusu. Hastalıklı bir kahramanı öne sürmenin, yazarın işini kolaylaştıran bir yanı olduğunu inkâr edemeyiz fakat Pavlowitch’in söyledikleri soru olarak kalmaya devam edecek. Soruların cevap bulması için sağduyuya ihtiyaç vardır fakat ideal kahramanların modern edebiyat tarafından kusulduğunu, marjinalleştirildiğini anlamak için toplumsal gerçekçi veya hidayet romanı gibi toptancı bir yaklaşımlarla yok sayılan metinler etrafında koparılan fırtınaya bakmak yeterli. Hidayet romanlarını eleştirirken aslında neyi eleştiririz sorusunun cevabını ilerleyen yanılma payı yazılarımıza bırakıp kaçık kahramanların izini sürmeye devam edelim.

Yabancı ve yalnızların saplantıları, bize neyi gizlediklerini anlamak için ipuçları verir. Güray Süngü’nün kaçığı, bir ev olarak gördüğümüz peygamber çiçeğine tutunur. Ömer Faruk Dönmez’in kaçık kahramanı ise bir otobüs durağında yaşamaya başlar. O otobüs, bizi, hepimizi iyi günlere götürecektir belki de.

Osman, bir gün Kanada kıyılarına demir attıkları sırada gemiden iner ve bir daha geri dönmez gemiye. Otostop çekerek, yürüyerek Amerika’ya ulaşmaya çalışır ama hiçbir zaman ulaşamaz. O ulaşamadıkça biz de asıl gayenin Amerika olmadığına ikna oluruz. Doğu’ya Yolculuk’taki doğu, nasıl ki aslında bir yön değilse Az Kalan Gölge’de de Amerika bir ülke değildir.

Peygamber çiçeği her zaman kucağındadır, onu bir pusula gibi taşır yanında. Hayatla ilişkisini çiçek üzerinden kurar. Öyle ki saksıdaki bu çiçek; olayların, mekânların, yılların, değişimlerin direnç noktasıdır, kahramanın fabrika ayarıdır. Osman’ı elinde market arabasıyla, aç susuz uykusuz dolaştığı Kanada’dan Sultanahmet’e çıkaran, dönüş rotasını çizen de peygamber kılıcıyla kurduğu bağdır. Osman gurbet, kılıç sıladır. Kılıca “evim benim” diyerek onu mekânlaştırır, ona tutunur. Zaman zaman şizofren nöbetleri geçiren, banklarda ağaç diplerinde uyuyakalan, kıtalar okyanuslar aşan, ailesiyle ülkesiyle irtibatını koparan, yol kenarlarında tır parklarında günler geçiren kahramanın gerçekle olan bağı bu çiçek üzerinden kurulur.

Peygamber çiçeği Osman’ın gemiye binmesiyle kadraja girer. Ailesini son kez en kalabalık haliyle gördüğü andır bu. Bu andan itibaren ailesiyle, semtiyle, ülkesiyle irtibatını koparır. Çiçekten başka her şey yeni ve yabancıdır Osman için. Bu noktada çiçeğin akılla irtibatını kurmak kolaylaşır. Çiçek, evinden ayrılıp okyanuslar aşan, ülkeler dolaşan gemi adamının elinde kalan son şeydir. Tutamağıdır. Akıldan vazgeçemez. Yer yer delirdiğini, gerçeklik zeminini kaybettiğini söylese de. “Ben hayatı seviyordum ki zaten. Sevmesem, kırar dizimi, otururdum semtimde sokağımda. Katlanırdım bana biçilen hayata.” diyecek kadar farkındadır tercihlerinin, kararlarının. Kafası karışıktır ama aklı başındadır; tuhaftır fakat son tahlilde normalin sınırları içindedir; bir tutunamama hâli sezilse de yaşama sevincini büsbütün terk etmiş değildir. “Hayaller görmeye başladım. Ama hayal olduklarını anlamadım. Gerçek sandım onları. Sonra yüzleştim gerçek olmamalarıyla. Ama gerçek olmamaları gerçek gelmedi bana. Bunun dışarıdan iyi görünmeyeceğini -madem delirdim nasıl olduysa bu- aklederek bir role büründüm. Role de bürünmedim de, nasıl desem, çabaladım. Fark edilmesin diye. Sonra zaten gördüklerimin hayal olanlarıyla olmayanlarını ayırt eder hale geldim. Bu durumda delirmiş sayılamam aslında, farkın idrak edilememesi hali değil midir delilik denen?”

Ömer Faruk Dönmez’in “Kaçık” hikayesinde, yağmurlu bir günde kendini durağa zor atan felsefe öğretmeni, hırpani kılıklı bir adamın hakaretine uğrar. Yok yere. Adam, kahramanın suratına dik dik bakar ve küfreder. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi, yağmura aldırmadan çekip gider. Bu olaydan sonra felsefe öğretmeni, bir kaçığa dönüşür. O güne kadar yaşadığı hayatı sorgulayan bir kaçık…. “Ne için bu koşuşturma? Bu koşuşturmaya niçin katlanayım ki? Bir kenarda yatar, uyurum. Evet örneğin burada, bu durakta, bu bankta yatar uyurum, evet! Çıkarım bu akışın içinden, bu nehirden çıkarım kıyıya; bu durak liman olur. Beni bulamazlar. Kimliğimi yırtarım. Bilemezler kim olduğumu, sabah tutup zorla işe götürmeye kalkamazlar o zaman, evet! Kanıtlayın derim. Ben hiç kimse değilim. İşe gitmem falan gerekmiyor. Sabah sekizde hiçbir kurumda olmam gerekmiyor. Derse girmem gerekmiyor. Hiçbir kâğıdın altına imza atmam gerekmiyor. Fakat bu kâğıdın altında isminiz var. Hayır. Adamın biri gelip bana sövdü, ben artık o değilim. O sövmeden önceydi. İmzalamam ben burayı. Başka birini bulun, o imzalasın. Bunun için yırtınan binlercesi var. Ben artık gergedanlar gibi tüm zamanımı avlanarak ve barınağında uyuyarak geçirmeyeceğim. (…) Peki, şimdi ne yapacaksın. Ne mi yapacağım. Burada, bu durakta oturup duracağım ve ‘hass…tir’ denmeyecek bir yaşamı düşleyeceğim.”

Durakta yaşamaya başlayan felsefe öğretmeni bir yandan açlıkla ve soğukla boğuşurken bir yandan da insanlığı kurtarmanın planlarını yapar. İnsanlar ikna edici bir var oluş sebebi olmadan yaşıyorlardı hatta yaşadıkları söylenemezdi, yaptıkları tek şey hayatta kalmaktı, yani ölmemek. Ölümden kaçıştı insanların, evrenin bütünsel anlamına katkı sağlayan bir yaşamdan uzaklaşmalarının sebebi. O halde onları uyandırmalı, ölüm korkusuyla yüzleşmelerini sağlamalı, kısacası ölümle burun buruna getirmeliydi.

İnsanları kurtarmak için onları öldürmek gerektiğini düşünür felsefe öğretmeni. Öldürme eyleminin, ölmeden önce ölmek fikri etrafında gelişen bir diskur olduğunu anlamak zor değildir; öldürmek, uyandırmaktır; bununla birlikte, tarihin hemen her döneminde bir düşüncenin topluma kabul ettirilme sürecinin daima kanlı bir mücadeleyle sonuçlanmasına ironik bir gönderme olarak da okunabilir.

Yaşamaya başladığı otobüs durağına gelen ilk kişiye fikirlerini açar fakat adam korkuyla uzaklaşır oradan. Çok geçmeden tutuklanır ve bir hücreye kapatılır. Plan suya düşmüştür. Ne polislere ne de doktorlara yaşamın absürt bir hâl aldığını anlatabilir. Sonunda onları cezalandırır: “Sizi hapsediyorum ey insanlar! Beni tıkdığınız bu deliğin dışına hapsediyorum sizi. Orda ne haliniz varsa görün.”

Gemi adamı delirdiğini düşünse de kendine, geçmişine ve çiçeğe tutunur. Kendini kaybettiği, aklının bulandığı, çiçeğinden ayrıldığı zamanlar olsa da Osman meczuplaşmaz, gizli bir el, onu makulün sınırlarında tutar hep. Felsefe öğretmeni de kaçık olduğunu kabul etmez. Fikirlerinin haklılığına gölge düşürmek istemediği için böyle söyler muhtemelen. Fakat biz kaçıkların, akıllarını asla rehine bırakmayacakları biliriz zaten.

“Caddeler deniz, duraklar liman.” diyerek herkesin duraklarda yaşaması gerektiği fikrini savunmasıyla modern roman kahramanlarına yaklaşır; kaçıklığa. Fakat durak imgesi bizim için şaşırtıcıdır. Onu bir gün doğru yere götüreceğine inandığı için durakta beklediğini düşünürüz. Gemi adamının yanından ayırmadığı peygamber çiçeği geçmişle bir bağ kurmayı imliyorsa felsefe öğretmeninin durağı da gelecekle ilgili bir umudun altını çizer. Felsefe öğretmeni, geleceğe dair olumlu bir imaj kurma çabasıyla modern roman kahramanlarından ayrılır. Herkes için anlamlı bir yaşam düşlemeye başlar.

Yanılma payı ile söylemek gerekirse büyük hikâyeleri yaratan dehaların karmaşık, zorlu ve çileli hayatları vardır. İnsanlığa kurtarıcı bir reçete sunamamışlarsa da ciddi sorular sormuşlardır. Kötümser tablolar çizmedeki başarıları ne yazık ki aklıselim bir teklif, bir çözüm önerisi doğurmaya gelince sönük kalır. Haksızlık etmek istemeyiz çünkü aynı yüzyılda iki büyük dünya savaşı yaşanmış, milyonlarca insan ölmüş ve yaralanmış, halklar yoksul düşmüştü. Savaştan sağ çıkanlar dünyanın geri kalanını sömürme yarışına girmişti. Afrika güpegündüz soyulan bir kuyumcu dükkânı gibi hüzün vericiydi. İdeolojiler, entelektüelleri pençesine düşüren öldürücü bir virüstü. Değerler ayaklar altına alınmıştı. Yüzyıldır söylenegelen hak, hürriyet, eşitlik herkese layık görülmemiş, Batı’dan Doğu’ya doğru gidildikçe karaborsaya düşmüştü. Doğrusu söylemek gerekirse geleceğe iyimser bakabilmek için dehadan daha fazlasına ihtiyaçları vardı ve soru sormak yetmiyordu. Yetmedi de.

HÜSEYİN AHMET

1990 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğrenimini Adana Erkek Lisesi’nde tamamladı. Türkçe Öğretmenliği ve Medya ve İletişim okudu. Öyküleri ile İtibar, Muhayyel, Muhit, Edebî Müdahale, Aşkar, Dil ve Edebiyat, Fayrap, Yediiklim, Berhava, Ve Sanat, Olağan Hikâye, Hece Öykü, Mahalle Mektebi gibi dergilerde yer aldı.Berhava Öykü dergisinin yayın yönetmenliğini yürüttü. Ayraç, İtibar ve Muhayyel edebiyat dergilerinde editör olarak görev aldı.Evli ve bir oğlu var. Adana’da yaşıyor.Kitapları:Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız, 2018 (Öykü)
Bozdünya, 2021 (Öykü)
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı - Bir Tahlil, 2023 (İnceleme)

Daha fazla görüntüle