Menu
HAYATA DAİR DİKKATLER
Deneme/İnceleme/Eleştiri • HAYATA DAİR DİKKATLER

HAYATA DAİR DİKKATLER

Sabah 06.30 gibi uyandım ve hemen arındım gecenin ağırlığından. Güneşin aydınlatamadığı bir kış günü. Hava sert. Çay keskin. Zihin berrak. Yakın zamanda kendisini iyice hissettiren ölüm teması geliyor üzerime. Art ardına üç-dört vefat haberi aldım yakın ve uzak çevremden, kışla birlikte sadece yapraklar değil insanlar da düşüyor; ama sonsuzluğa. Ardından son günlerde şahidi olduğum üç olay sırayla geliyor gözümün önüne. Her biri farklı vadilere ait üç olay. Ortak temaları ise insan, insanın özü. Yapbozun üç parçası gibi görüyorum bir an üç farklı hâdiseyi. Yıllar öncesinde bir hocamı dedikleri geliyor aklıma: Hayat işaretlerle dolu görmesini bilenlere, hayat ayrıntılarda saklı…

İlki şöyle: Ailecek bir yerlere gidiyoruz arabayla. Eşimin dikkatini çekiyor dışarılarda bir şeyler ve ‘Aaa’ diyor oğlumuza ‘Ahmet Kerem bak dışarıya!’ Anne henüz yapılan büyük bir binayı kastediyor. Hani şu şehrin tam ortasına dikiliveren, ne zaman inşasına başlanıp ne zaman bittiği kestirilemeyen, çirkin ve ucube binalardan birini. 4 yaşına yaklaşan bebek başını arabanın camına yapıştırıp pırıltılı gözlerle ‘Evet, anne! Bir sürü çiçek dikmişler!’ cevabını veriyor. ‘Ne zaman yapmışlar bunu?’ diye sözlerini sürdürüyor anne, çocuğun cevabını duymayıp. Dikkatlerin farklılığı bu dünya ile hemhâl oluş şeklimizle doğrudan ilintili… Çocuk hala ait olduğu dünyanın temalarını işliyor. Estetik ve sevgiyi görüyor baktığı her yerde. Camdan baktığında mavi göğe yükselen siyah çirkinliği değil, o her tarafı betonlaşmış şehirde E-5’in kenarlarına dikilmiş olan pembe çiçekleri görüyor. Farkına varmadan sergilediği hareketlerde ortaya çıkıyor insanın doğası açığa. Özüne ait olanları mı muhafaza etmiş, yoksa dünyalılaşmış mı o anlarda belli oluyor. Gönüller tam dünyalı hale geldiğinde gözler güzeli göremiyor ilk bakışta…

Bu hâdiseden bir iki gün önce irfanına güvendiğim bir ağabeyimle laflıyoruz odamın kapısında. Hani şu sözün en tatlı olduğu yerde. Söz Sezai Karakoç’a ve onun klasik şiiri Monna Rosa’ya gelip dayanıyor. Onun yorumu şöyle: ‘Eğer Sezai Bey, sevdiği kıza ulaşabilseydi, ona bir buse kondurabilseydi bu şiir yazılmazdı.’ Düşünüyorum da, doğru. Vuslatın olduğu yerde firakın şarkısı çalmaz. Vuslat oldu mu, dert kalmaz, ney inlemez. Yakîni bulan bir kişi, onu tasvire ve tahlile yeltenmez. Bilen susar. Yakîni bulanın sükûtu, hemhâl olmanın huzurundan gelmektedir. Bundandır ki çok söz iyi görülmez. Arayışın ve belki de hiç bulamayışın emaresidir. Tıpkı denizin içindeki balığın denizi tarif edemeyişi gibi, varan/olan/bulan da hâlini anlatamaz. Ancak arayanlar yazar veya konuşur. Hangisi değerli peki? Tarihe muhteşem bir şiirle not düşmek mi, yoksa şiire hacet bırakmayacak vuslat mı? Kim açısından? Eğer Sezai Bey açısından bakılırsa hiç şüphe yok ki, vuslat daha esaslı bir hâl idi. Bizim gibiler açısından ise Monna Rosa’yı okumak bir nimet.

Aynı hafta içerisinde Nuri Pakdil’in Umut’unu okuyorum. Gece ilerlemiş. Gün sakinlemiş. Zihin dinginleşmiş. Sayfalar akıp gidiyor, bazen tekrar tekrar okunuyor bazı ifadeler. Bazen de ufak-tefek çizikler gidiyor zihinden kaleme, kalemden metne. Vurgulu olarak gösterdiğim aşağıdaki ifade ise çok fena çarpıyor beni. Döne döne okuyorum. Belki de yukarıdaki hâdiseler zihnimde bilmeksizin hayli yer ettiği için bu kadar sarsılıyorum:



BAY ─ Resmî etki içimizi kuruttu.

BAYAN ─ Anlıyorlar mı?

BAY ─ (Bayanı sıkı sıkıya tutar) Duvarın giderek kalınlaştığını mı?

Susarlar

Sokaktan bir gürültü gelir. Kalabalığın ‘Yaşasın!’, ‘Sana Saygı!’ diye bağırması duyulur. Ses yakınlaşır. Bir dakika kadar sürer. Ses, bundan sonra, homurtu ve böğürtü şeklini alır. (Bütün bu gürültüler ve sesler, müzikal bir ritm içinde verilir.)

BAY ─ Boşalıyorlar. Her ülkede rastlanıyor böylelerine.

BAYAN ─ Şiir okunursa iyileşir mi bunlar?

BAY ─ Tam taşlaşmamışlarsa.

Susarlar.



Aslında hayat tam olarak böyle bir şey. Bazı insanlara öyle bir şey söylemek lazım ki, artık eski o, olamasınlar. Şiirin burada zikredilişi yazarın halet-i ruhiyesi ile ilgili olsa gerek. Pekala, şiir teması yerine gönlü yatıştıracak şekilde müzik dinlemek, güzel bir mimârî yapıyı görmek, aşık olmak gibi unsurlar da zikredilebilirdi. Ancak giderek yaşanmaz olan dünyayı yaşanır bir mekana dönüştürmek için estetiği tavsiye etmek ciddî bir tavır kanımca. Zaten yitiğimiz de bu değil mi? Hayatta bu kadar zorlanıyor oluşumuz, hayatın aslına vâkıf olamamaktan kaynaklanıyor olsa gerek. İnsan niçin var bu dünyada? Kalb-i selîm, akl-ı selîm ve zevk-i selîm’i ile ötelere uzanmak değil mi onun vazifesi?

Yürüyen merdivenlerin koşarak çıkıldığı bir şehirde, hızla akan hayat içre, evlâd ü iyâl ile hemhâl olma ve rızkını helâlinden temin etme yükümlülüğünü sırtta taşıyarak var olma savaşımını veriyor ya da vermeli insan. Gerçekten de hayat, görmesini bilen insan için hiç umulmadık yerlerde inanılmaz imkânlar sunuyor. Ayrıntılar farkına varabilmek inşa ediyor bizi iyi insan olma yolunda. Önce göz ile normalleşiyor hâdiseler, etraftaki çizgiler, zaten yorgun olan zihin ise sürekli görme eksenli yaşamaya alıştırıldığı için takip ediyor gözü. Göz görmeyince gönülden de uzaklaşıyor hakikat. Her zaman dinç olmayı salık veren enstürmanlar bulmalı insan kendisine. Yoksa gitgide yitiyor insan oluşumuz.