Menu
Deneme/İnceleme/Eleştiri • "GÜN ORTASINDA ARZU" YA DA "BELLEĞİN ARDİYESİ"

"GÜN ORTASINDA ARZU" YA DA "BELLEĞİN ARDİYESİ"

Gün Ortasında Arzu, Behçet Çelik'in 5. öykü kitabı. Aynı zamanda, 44.

Sait Faik Hikâye Armağınını da almış olan kitap, Şubat 2007'de Kanat Kitap tarafından yayınlandı. Kitapta, toplam 18 öykü, üç ayrı bölümde okuyucuya sunuluyor.

Kitabın adı okuyucuya, Ahmet Haşim'in "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirini hatırlatıyor. Öykülerin çoğunda sezinlenen orta yaş hali ve bunun öyküye yansıması da, bu  hatırlayışı destekler nitelikte öne çıkıyor.

Üç ayrı bölümün kapısında, üç dize karşılıyor okuru. İlk bölüm, Oktay Rifat'ın "gün batmasa her kente dönebilir" dizesiyle başlıyor. Kapıdan içeri girdiğimizde bizi karşılayan ilk öykü, kitaba da adını vermiş olan "gün ortasında arzu" başlıklı öykü oluyor. Öykü, adıyla okuyucuda merak uyandırıyor. Gün ortasında arzulanan şey nedir acaba? Derken bir seyyar satıcının tezgâhından yükselen  şarkılar eşliğinde düşüncelere dalan kahramanımızın, dalıp gittiği hülyada, arzuladığı asıl şeyin terkisine takılıp sökün eden koca bir geçmişin peşinden gidişini, hayret ve heyecanla seyrediyoruz.  Daha ilk öykü, bir şeylerin izini süren, geçmişin peşine düşen bir öykücü ile karşı karşıya olduğumuzu kulağımıza fısıldıyor.

İlk bölümün devam eden diğer öykülerinde de, aynı arayış farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Kahramanların, geçmiş ile şimdi arasındaki hesaplaşması ve yer yer kendisiyle yüzleşmesi, farklı öykülerin farklı kurgularında, aynı duru ve yalın anlatımla kendini açığa çıkarıyor.

Kitabı okumaya devam ederken, Behçet Çelik öyküsünün, son cümleye kadar, okuyucuya kendisini tam olarak açmadığını farkediyoruz. Son cümleye kadar, kurgu bütünlüğünde toplanan parçalar, son cümle ile tamamlandığında, anlam da tamamlanmış oluyor. Ama netleşiyor diyebilir miyiz? Hayır! Zira neredeyse her öykü, son cümlesi ile, hemen diğer öyküye geçmemize  izin vermeyen bir merak uyandırıyor. Ve bu farkındalıkla bir süre son cümle üzerinde durmamıza, durup düşünmemize neden oluyor. Bu son cümlelerde; yarım kalmışlık, tamamlanamamışlık, tam söylenecekken susulmuşluk seziyoruz.

Örneğin Güzel Ortam başlıklı öyküde, aynı ortamda karşılaşılan eski bir arkadaşı farkediyor, bununla beraber, "daha fenası, İlhan'la neyde beraber olduğumuzu asla söylemem, söyleyemem." ( s. 25) cümlesiyle, merak uyandıran bir kapanışa şahit oluyoruz. Gene, Tutmayan Fal'da, masadan bir hışımla, saçlarını savura savura kalkıp giden o kız arkadaşın, bir daha görülüp görülemeyeceğini merak ediyoruz. Bundan İbaret'te ise,  yıllar sonra bir market alışverişi esnasında karşılaşılan eski bir arkadaştan haberi alınan Okan'ın - kurgudan yansıyan o eş zamanlılık içerisinden sıyrılıp- bir gün tekrar kahramanımız ile karşılaşıp karşılaşamayacağı gerçeğinin soru işareti, kancasını beynimizin merkezine batırıyor âdeta.

İkinci bölüm, Edip Cansever'in bir dizesiyle başlıyor:

"Benim sözlerim eksildi

Onunkisi de eksildi

Zaten kelimeler sonludur"

İkinci bölümün başlangıç öyküsü: Islak Muşamba, tam da bu dizenin vurguladığı gibi, geçmişe dair sözlerini tüketmiş, geçmişi düşündükçe kendisini büyüyen bir boşluğun içinde bulan kahramanımızın, içsel sorgusundan kesitler sunuyor. "Yaşadıklarınla heyben dolmayıp boşaldı durdu, delikmiş, ya da delmişsin bilendikçe" (s.47) cümlesi, bu içsel sorgunun, yahut geçmiş ile şimdi mukayesesinin bir izdüşümü olarak öykü içerisinde yerini alıyor.

Bunu takip eden, bir sonraki öykü Kedi Bakıcısı'nda ise kahramanımız, birkaç günlüğüne kendisine emanet edilen kediye bakmak, onu yalnız bırakmamak için konuk olduğu evde, eski zamanlardan bir iz bulmak istercesine arayıp bulduğu ardiyede, hayal ettiği şeyleri göremeyince, bu kez kendi hafızasını yoklayarak tek tek bulduğu hatıraları anımsarken, bulanık bir sisin ardından çıkanlar için bir tanım kullanıyor: belleğin ardiyesi! "Bazen tek bir anda oluyor ne oluyorsa; bir tek seçim hakkı oluyor insanın" (s.52-53) diyerek, okuyucuyu kendi iç gezintisine çıkarıyor.

Behçet Çelik'in, bilinç akış tekniğini çağrıştıran bu ve benzeri öyküleri kitapta sırasıyla yerini alıyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda, bu tekniğe işaret eden bir soruya, yazarın verdiği cevabı hatırlayalım:

" Özellikle bu kitapta, hikâye kişilerinin, kendi içlerine baktıkları anları hikâyeleştirdiğim için, bilinç akışı tekniğini biraz andıran bir tarz gerekti. Ama bilinç akışı tekniğinde zihinden geçenler tamamen mümkün değildir ama, neredeyse filtresiz bir şekilde verilir. Bense hikâye kişisinin zihninden geçenleri gözlemler üzerinden yazdım. Bilinç akışı diyemeyiz sanırım buna." ( Yeni Şafak-Emeti Saruhan 02.05.2007)

Öykülerde, gözden kaçmayan bir diğer gerçek, kadın erkek ilişkileri oluyor. Ve bu ilişkiler anlatılırken, değinilen en önemli husus iletişim kuramama sorunu oluyor. Erkeğin suskunluğı, kadının bu suskunluğu sorgulayışı ile netleşemeyen gerçek, okura "gerisini sen tamamla" der gibi, bir köşeden el sallayıp tebessümle gözden kayboluyor. Bu da okurun, öykülerin ipinden tutarak kendi içsel yolculuğunda, kendisi yahut geçmişi ile yüz yüze gelerek, esaslı bir sorgu sürecine girişini destekliyor.

Kitabın, üçüncü ve son bölümü, Turgut Uyar'dan bir alıntıyla başlıyor: "Yarın Pazar yarınki pazarların sessizliği".

Son bölümün ilk öyküsü; "Hâkim amca beni sormuş" başlıklı öykü. Bu öyküde kahramanımız, çocukluğundan beri tanıdığı, aynı zamanda babasının yakın dostu olan Hâkim Beyi ziyarete gidiyor. Bu ziyaret esnasında, onun emekli olduktan sonraki değişimini gözlemlerken, yazıya, edebiyata karşı büyük bir merak içerisine girdiğini farkediyor. Kendisinin de bir zamanlar yazıya merakı olduğunu babasından öğrenen Hâkim Bey ile aralarında, yazmak üzerine kurulan sohbet; geçmiş ile şimdi gelgitleri arasında sürerken, kahramanımız kendisini sorguladığı gibi Hâkim Bey'in geçmişini de merak etmeden duramıyor. Bu merak, öykünün sonuna dek, diri bir anlatımla okuyucuya sunuluyor.

Son bölüm öykülerinde de, diğer öykülerde olduğu gibi, sürekli bir zihin jimnastiği,  öyküye dirilik katan bir içsel sorgu ve okuyucunun merakını her daim tetikte tutmayı başaran yalın anlatımın desteklediği güçlü bir kurgu kendisini açığa çıkarıyor.

Böylelikle kitabın sonunda, öykü tekniğinin gerektirdiği; anlatma, gözlem, aktarma ve yorum bütünlüğünün, Behçet Çelik öyküsüne ne denli iyi bir şekilde nüfuz ettiğinin ve bu tekniği, disipline edilmiş diri bir anlatımla okura sunmaktaki başarısının altını çizmeden edemiyoruz.