Menu
Edebiyatımızın “Çala Tuş” İşçisi: Şinasi İlhan Tarus
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Edebiyatımızın “Çala Tuş” İşçisi: Şinasi İlhan Tarus

Edebiyatımızın “Çala Tuş” İşçisi: Şinasi İlhan Tarus

Bu incelememizde adı pek hatırlanmayan, hakkında yapılmış akademik çalışma sayısı sınırlı olan yazarlardan biri olan Şinasi İlhan Tarus’a değineceğiz. 

Öncelikle İlhan Tarus’un kendisini Köle Hanı adlı eserinde kaleme aldığı  “Birkaç Söz” başlıklı yazısından öğrenelim:


“Şahsımdan ve kendime ait fikirlerimden söz açmayı pek sevmediğimi arkadaşlarım bilirler. Bu fikirlerin, ancak başkalarını da ilgilendirebilecek soydan olanlarını saklamaktan da hazzetmem. Hatta bunun bir vazife olduğuna kaniim. Ancak bu fikirlerin gerek yazı ile gerek sözle ifade edilenleri, bugüne kadar bana bir miktar takdirin ve sevginin yanı sıra, epeyce kin de kazandırdı. Nerden geldiğini bilmediğim bir huyun durmadan depreşen tesirine uyarak fikirlerimi ve görüşümü olduğu gibi açıkça eksiksiz ve artıksız olarak ortaya atmayı, aşağı yukarı bir kader olarak, kabullendim, çekinmeden de uyguladım. İşte bu yüzden birçoklarıyla kötü-kişi oldum. Bunu kalabalık okuyucularımın vakit vakit bana kadar uzanan bilgileriyle ispatlamak elimdedir. 


Oysaki toplum hayatımızın her safhasında olduğu gibi, edebiyat ve sanat alanımızda da bir çeşit kolaycılık, karışık ve dolanık siyasetçilik, karşılıklı ince hesapçılık ve alışverişçilik revaç bulmuş durumdadır. Bu hastalığı kitapların öğrettiği esaslara ve kurallara göre aydınlatıp izah etmek mümkündür ama hem uzun sürer; hem de yeri burası değildir.


Edebiyat ve sanat hayatımızda hislerimizden tamamıyla sıyrılmayı, hâkimler gibi tarafsız ve duygusuz olmayı isteyecek kadar saf değilim. Ancak mensup olduğumuz milletin kaderi, yarını ve zararı, kazancı ile doğrudan doğruya ilgili bir konu üzerinde, tamamıyla seyyal, temelsiz, gelişi güzelci ve eyyamcı olmayı da tehlikeli bulurum.


Düşünmeli ki biz, okuma yazma çağına yeni giren bir milletin çocuklarıyız. Memleketimizin gerçeklerinden tam manasıyla habersiziz. İçimizden bir kaçının ortaya attıkları, bize sevdirdikleri, bugünkü şöhret ve mevkilerine de temel olarak yerleştirip oturttukları şeyler, sadece kaderin sevkiyle önlerine çıkan, hayatlarına karışan veya gözlerinin önüne serilen olaylardan ibarettir. Bu olayların altında yatan zihni ve sosyal saikleri görüp sezen, ortaya vuran tek kişi görülmemiştir bugüne kadar, bu gidişle görülmeyecektir de.


İşte yine huyum tuttu. Ama doğru bildiğim sözü söylemekten beni kim alıkoyabilir? Edebiyat dergilerinde, sayfalarında, kitaplarda ve sözlerde geçen, hep gerçeklerin dışa vurmuş gölgesidir. Gölgelerin üstünde dimdik duran şeyi, onu, onun içini ve özünü veren çıkmamıştır.

Müsterih olunuz dostlarım, ben de onlardan biriyim, müsterih olunuz ve birkaç dakikacık beni dinleyiniz: Bir hayaller dünyası içinde, birbirimizi aldatarak, birbirimize dayanarak, yürümeye çalışıyoruz. Boşunadır arkadaşlar. Bilmeden, sebeplere ve ilcalara varmadan, hadiseleri izah yetkisini elde etmeden ne şiir yazabileceğiz, ne de hikâye. Hele roman, hiç.

Peki, bunun düzelmesi çaresi yok mu? diye soracaklar çıkabilir. Bunların, bugünkü edebiyat hamuru içinde yoğrulanlardan ziyade, aydın okuyucular arasından çıkması daha çok muhtemeldir. Çünkü onlar, yazarlar kafilesine katılanların ve hamur içinde ağdalaşmaya başlayanların topundan daha aydınlık şekilde müşahede ve izah kabiliyeti gösteriyorlar. Edebiyatımızda ve sanat dünyamızda okuyucu ve seyirci kalabalığının, yazıcı ve yapıcı kalabalığından daha yetişkin olması sebebi de buradadır. 


Beni bağışlayarak, hoş görerek dinleyecekseniz, sözüme biraz daha devam edebilirim: Niçin yenilerin kuvvetli olanlarına değil de, zayıf olanlarına önem ve yer veriyorsunuz, bunu izah edebilir misiniz? Niçin kurduğunuz derneğe girmek istemeyenleri kötülüyor, kundakçılıkla itham ediyorsunuz? Niçin telif hakkı isteyen yazarı hor görmek istidadındasınız? Neden sizler ve bizler, evet, hepimiz, birkaç isim üzerine çöreklenmekte fayda görüyoruz? Bıraksak, patron babamızdan ve imkânlı ağabeyimizden miras kalan kuvveti, biraz da gençler kullansa? Not verme hususunda kendi görüşümüzü, kendi takdir hakkımızı biraz gevşetip etrafımızdakilere de bulaştırsak? Birbirimizden duyup bellediğimiz adlar üzerinde fasit daireler kurup bıktırıcı rondlar oynamaya son versek artık? Bunun çıkar bir yol olmadığını anlasak?..


Benim fikrim, ne olursa olsun, karşılıklı müsamaha ve sevgiyi hiçbir zaman elden bırakmamaktır. Yargı ve tenkitlerimizde özel gocunmalarımızın ve bir türlü unutamadığımız hatıralarımızın etkisi yerine, bilgili ve isabetli ölçmelerimizin etkisini koymaya çalışmalıyız. İşimize gelmeyen ve düşünüşümüze, gidişimize uymayan davranışları ve o davranışların sebeplerini, yumuşakça ele almaya alışmalıyız. İnsafla muamele etmeliyiz ki, onun düşüncesinin ve tavrının da, en aşağı bizimki kadar makul, bir sebebi olabilir. Elimize bir fırsat geçti diye, kısa zamanda ölüme mahkûm bir sinir depremini mazlum okuyucu kütlesine yüklemeye ne hakkımız var?


Kendi görüş ve düşünüşümüzün en doğru görüş ve düşünüş olduğu kanısını zihinlerimizden söküp attığımız dakika, kurtuluşa doğru iyi bir adım atmış olacağız. Bunu yapmak, bugün eleştirme yazısı yazanlar için çok zor olacaktır. Çünkü bu çeşit yazıları yazanların çoğu, akademik tahsillerinin en kısasını bile bitirememiş, memleket realitelerine varacak bilgi ve görgüyü edinmemiş, hele insanlara ve olaylara bir zihni açının, bir felsefi sistemin kontrolü altında bakmak icap ettiğini dahi anlayamamış gençlerdir. Bu gençler, galiba en geniş meydan ve en kolay yazı çeşidi olarak eleştirmeciliğe hevesleniyorlar. Bilmedikleri bahislere girmeleri ve bilmedikleri mefhumlar üzerinde kısa kısa sözler etmeye heveslenmeleri, eleştirmeciliğin belli başlı bir kültür seviyesine varmayı gerektirdiği hususunda olsun bir kanaate varmış bulunmalarındandır. Bu seviyeye varamadıklarını biliyorlar da, ara sıra kulaktan dolma, hatta kulağa çalınma kitap ve hayat görüşleri sokmaya çalışıyorlar yazılarına… Boşunadır. Bu yazıları okuyan aydın okuyucular, bıyık altından gülüyorlar ve eleştirme işinin daha bir müddet, bizzat kendileri tarafından yapılması lazım geldiğini düşünüyorlar.


Edebiyata hak ettiği haysiyeti ve ciddiliği kazandırmalıyız. Eğer bunu yapamazsak, otuz kırk yıl önce, o zamanın yazılarına ve yazarlarına gösterilmiş, bizlerden de esirgenmiş olan dikkat, ilgi ve itimadın son zerrelerini de kaybetmiş olacağız. Büsbütün kendi aramızda, enikonu bir edebiyatçılar ailesi halinde toplanıp dedikodu ile vakit geçireceğiz. 


Hepimizin hataları vardır. Hislerimizden sıyrılmak kolay değildir. Bunu kitap karıştırarak, dünayayı anlamaya çalışarak başarabiliriz. İşin zor tarafının daha büyük zevki daha büyük şerefi olduğunu anlamak için yıllara olduğu gibi idrake de lüzum vardır. İnsanları yüzyıllardır tesiri altında tutan gerçeklerden ve zorlardan uzak kalmayı menfaatlerimize daha uygun buluyorsak, hiç değilse eleştirme, yargılama ve inceleme gibi çocukluğa tahammülü olmayan heveslerden korkmalı, uzaklaşmalıyız.


Şunun için ki, koskoca bir millet gözlerini bize çevirmiş ne yapacaklar, ne yazacaklar, ne söyleyecekler diye bekliyor.” (İlhan Tarus; Köle Hanı adlı altıncı hikâye kitabı için kaleme aldığı “Birkaç Söz” başlıklı yazısından)

                                                                                                               

Tam adı Şinasi İlhan Tarus’tur. Roman, hikâye ve tiyatro yazarı, savcı ve gazetecidir. 24 Kasım 1907 yılında Tekirdağ’da doğmuştur. Babası Hasan Tahsin Bey, annesi ise Atiye Hanım’dır. Altı yaşına kadar Tekirdağ’da yaşayan yazar, babasının reji müdürü olarak Biga’ya tayin edilmesiyle birlikte çocukluğunu Biga’da geçirmiştir. Anadolu’nun değişik şehir ve kasabalarında süren bu hayat tarzı, yazarın üniversiteye kaydolmasına kadar sürmüştür. Öyle ki Tarus Tekirdağ’la başlayan ilkokul hayatını, Biga Nümûne Mektebi ile devam etmiş ve ancak Niğde’de tamamlayabilmiştir. Ortaokula da Konya’da başlamış; Kütahya ve Çanakkale’de devam etmiş ve nihayet İstanbul’da Kabataş Ortaokulu’nu bitirmiştir. İstanbul’un köklü liselerinden olan Kabataş Lisesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanmış ve mezun olmuştur. Yükseköğrenimini tamamladıktan sonra Maraş’a bağlı Pazarcık kasabasında, sonrasında da Edirne ve Kayseri’de savcılık ve hâkimlik yapmıştır. (1928-1931) Daha sonraki yıllarda İstanbul Ticaret Odası’nda Sümerbank Umum Müdürlüğü Ticaret Servisi’nde ve Malatya Bez ve İplik fabrikalarında memur olarak çalışmıştır.1939 yılında Azot Sanayi’nde memur olan Aliye Hanım ile evlenen Tarus’un bu evlilikten Cengiz adında bir oğlu olmuştur. Bu dönemlerde yazarın gerek Halkçı gazetesinde gerekse Zafer’de yazdığı siyasi yazılar, aynı zamanda onun, matbuat dünyasında ve siyasi anlamda düşmanlarını çoğaltmış, bir yerde kişisel ön yargılarını belirginleştirmiştir. Midesinde kronik bir rahatsızlığı olan yazar, bu sebeple uzun süre tedavi görmüştür. 8 Ocak 1967 tarihinde aniden rahatsızlanarak Ankara Belediye Hastanesi’ne kaldırılmış, aynı gün mide kanseri sebebiyle hayata gözlerini yummuştur. Cebeci mezarlığına defnedilmiştir. Ölümünde sonra Varlık ve Yeditepe dergileri birer özel sayı yayımlamışlardır.

Tarus, çocukluk döneminden getirmiş olduğu sert ve geçimsiz yaklaşımlarından dolayı çevresi ile ilişkilerinde sorun yaşar. Yazar ailesi ve çevresinde aksi şekilde nitelenen bir karakter sahiptir. Bu karakter yapısı yazarın eserlerinde yaratmış olduğu karakterlere yansımaktadır. Onun yapısını oluşturan bu karakteri ailesinin yapısından ve anne- baba ilişkisinden kaynaklanmaktadır: “… Çocukluk anılarında gözleri ışıldayan bir çocuktan ziyade, küçücük omuzlarında acılarını kaldırmaya çalışan bir kişilikle karşılaşırız. Ailesinde şefkatli anne ve babanın derin özlemi vardır. Her ikisinde de biraz şansız olan Tarus; karşısında sert, otoriter, cimri bir yapıya sahip bir anne ve baba bulur. Yazarın karakterinin de benzerliği, mizacın oluşumunda çocukluğunun ne kadar etkin olduğu ispatlar niteliktedir.”(Fatih Arslan; 2009)

Büyük oranda 1937’den sonra yazdığı hikâyelerle yazı hayatına atılan Tarus 1950 yılından sonra ise roman türünde eserler vermeye başlamıştır. Hayatının ilk dönemlerini, çocukluk yıllarını Anadolu’nu değişik yerlerinde geçirmiş olması, onun sonradan bir meslek olarak benimseyeceği yazarlık için oldukça faydalı olmuştur. Bu farklılığın savcı olmasından kaynaklanan farklı davalarla da zenginleşmesi sanatçının yazma dürtüsünü ister istemez en üst noktaya taşımış, adeta onu yazmaya teşvik etmiştir. 

Tarus, Konya’da okuduğu sırada Osman Z. Hamdi Bey’in çıkardığı mahalli bir gazetede ilk yazılarını yazar. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynatılmak üzere kaleme aldığı Aktörler (1929) adlı piyes ilk yazılı eseri olmuştur. Ancak eserin metni kaybedildiği için piyes sahnelenememiştir. Hareket adlı haftalık bir gazetede yazdığı Çıldıran Adam adlı tiyatro eseri de o dönem eserlerindendir. Sonrasında Haber gazetesine dört günde kendi ifadesiyle “çala-tuş” yirmi tane hikâye yazar. Tarus, bu hikâyelerinin bir kısmına 1932 de basılan Doktor Munro’nun Mektubu kitabında yer verir. Yücel, Varlık ve Yedigün dergileri, o dönemde sürekli olmasa da hikâyelerini yayımladığı yayın organlarıdır.

Doktor Munro’nun Mektubu II. Dünya savaşının soluğunu ensesinde hisseden bir yazarın eseri olması sebebiyle, oldukça çeşitli ve zengin şahıslar kadrosu ve çok farklı mekânlarla okurun karşısına çıkar. Sadece yazarın yaşadığı ülkeye dair konular değil; değişik ülkeler ve kişilere dair birçok konu eserde ele alınmıştır. Ancak eserin bu adla yayımlanmış olması onun çeviri damgası yemesine de neden olmuştur. İlk kitaptan sonra yazar, arka arkaya üç oyununu yayımlar: Ceza Hâkimi(1940), Bir Gemi(1942), Kazan (1945). Çok sonra Suavi Efendi(1962) yayımlanır. Yazarın yayımlanan ilk oyunu, Ceza Hâkimi pek çok yazarda karşılaştığımız gibi Tarus’un meslekî deformasyonun sanatsal izdüşümüdür. Oyunun temel esprisinde hukuk ve dolayısıyla yazar vardır. Bir Gemi ise hayal dünyası içinde yaşayan bir gemi kaptanının iç dünyasına eğilir. Kazan’da Ankara’nın yoksul kesiminin meselelerini işleyen Tarus’un bu kitabı zaten Kızılay Cemiyeti için yazılmıştır. Bunları 1947 yılında yayımlanacak olan Tarus’un Hikâyeleri izler. Yazar bu kitabını da dergilerde yayımladığı hikâyelerden seçerek derlemiştir. Üçüncü kitabı Apartman, 1950 yılında yayımlanır. Hemen arkasından aynı yıl içinde Ankara’yı ana mekân olarak alan Karınca Yuvası adlı uzun hikâyesi ile yazar romana hazırlanmaya başlar. Yine dergilerde biriken hikâyelerini 1953 yılında Ekin İti adlı hikâye kitabında toplar. 1954 yılında da Ankara’da çıkan Dünya gazetesinde ilk romanı olan Samanpazarı’nı yayımlar. Her iki eserde yazarın gözlemlerinden ve hayatından beslenmiş konuları ele almaktadır. Bu aşamadan sonra yazarın benzer karakterdeki eserleri peşi sıra gelmiştir. Köle Hanı (1954) adlı hikâye kitabı , “Orman” (tefrika,1954) ve “İki Ağızlı Bıçak”(tefrika, 1955) adlı uzun hikâyeleri, mekân olarak hep Anadolu’nun değişik kasabalarında ve Ankara’da geçer. Tarus’un toplumsal karakterdeki bu eserlerini, otobiyografik romanı Yeşilkaya Savcısı izler.(1955) Yazar 1950 den sonra roman yazmaya başlar. Samanpazarı (1954), Yeşilkaya Savcıs ı (1954), Var Olmak (1956), Duru Göl (1958), Hükümet Meydanı (1962), Vatan Tutkusu (1967) isimli yayınlanan romanları yanında, Zafer gazetesinde tefrika edilen 1980 Yılındayız (1964) ve Yeni Sabah gazetesinde tefrika elden Kasabanın Ruhu (1957) adında iki romanı daha vardır.


Yazar, Kurtuluş Savaşını işleyen bir dizi roman yazmak istediğini de, o yıllarda yapılmış bir söyleşide, “Son olarak iki roman yazdım, konuları Kurtuluş savaşına aittir: Var olmak ile Hükümet Meydanı… bu mevzu etrafında daha dört roman yazdım, Kurtuluş Savaşı altı cilt olacak .” sözleriyle bahseder. Kurtuluş Savaşını konu alan Var Olmak (1957), Hükümet Meydanı (1962) adlı tarihi romanların üçüncüsü 1967 yılında Vatan Tutkusu adıyla yayımlanır. Yazar bu süre içinde “Kasabanın Ruhu”nu (tefrika,1956-1957) Yeni Sabah’ta tefrika eder. Hemen ardından da uzun yıllar ilgilendiği hatta ilmi etütlerini bile hazırladığı bir sulama çalışmasını, Hazar Gölü baraj projesini ve oradaki yolsuzlukları, Duru Göl romanında işler.

Yazarın hayatının son yıllarında biraz da hayatını kazanma anlamında mecburiyetten yöneldiği bu tür yazılar, daha çok kendi dönemine ait siyasal, ekonomik ve güncel konularla ilgilidir. Böyle bir dönemde tefrika edilen “1980 Yılındayız” (1964), ilk romanı olan Samanpazarı gibi yer olarak Ankara’da geçer. Roman bir sosyal sınıfın ahlakî açıdan çöküşünü ele alır. Yazar bu romanını Zafer gazetesinde yayımlarken bir yandan da yukarıda sıralanan türlerdeki yazılarına devam etmiştir. Uzun Atlama: Bir Endüstrileşmenin Romanı (1957) yayımlanır. Bu arada Ahiler (1957) adlı bir inceleme kitabı da mevcuttur Hikâyelerle edebiyata giren Tarus’un yaşadığı ve yazdığı dönem, Cumhuriyetin ilanıyla başlayan yerleşmekte olan yeni bir edebiyatın hüküm sürdüğü bir dönemdir. Aniden patlak veren II. Dünya Savaşıyla birlikte o dönemin yazarları kendilerini bir yazardan çok, bir aydın hatta yeni kurulan bir rejimin bir anlamda savunucuları olarak kabul etmektedirler. Bu sebeple de sanatı çoğu zaman estetik kaygıdan uzak, genelde idealize edilmiş söylemlerin arkasına gizleyen yazar ve şairler, milli unsurları ve temaları olabildiğince derinlemesine ve didaktik işlemeye çalışmışlardır. Bir Cumhuriyet Dönemi yazarı olarak İlhan Tarus kendini topluma karşı sorumlu hisseden bir kuşağın mensubudur. Hikâyede Sadri Ertem ve Sabahattin Ali’nin başını çektiği bu gerçekçi edebiyat anlayışı, doğrudan olmasa da pek çok yazar gibi İlhan Tarus’u da etkilemiştir. Konu bakımından ilgisi geniş bir yelpazede dolaşmaktadır.  Yazarın hikâyelerinde genellikle kendi gözlem ve düşüncelerini işlediği, bunu yaparken de her kesimden insanı konu aldığı görülür. Alangu bunu şöyle ifade eder: “ İlhan Tarus, hikâyelerini içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı insanların yaşayışlarından çıkarmakta, iyice belirmiş tipleri araştırmak, konularında yeni duyulmamış olmaktan çok, her gün, her yerde kalabalık şehirlerin gecekondu mahallerinde rastladığımız halktan insanları anlatmaktadır. Onun hikâyelerine giremeyecek hiçbir olay ve kişi yoktur denebilir. Tarus, sanatçı titizliği ile yapılmış ayıklamaya hiçbir zaman başvurmaz.(Hasan Sakın: 2022)

Bu ihmalkârlık özellikle eserlerin estetik yönü bağlamında daha fazla hissedilmektedir. Biçim üzerinde çalışmaması yazarın temel eksikliği olarak değerlendirilmektedir. Sanatın toplumsal işlevini önemseyen Tarus öykülerin estetik yanı üzerinde pek durmamıştır. Nitekim tamamen toplumsal kaygılarla yazdığını, sanat kaygısı gütmediğini kendisi de açıkça belirtmiştir. Konuyla ilgi olarak Mustafa Baydar’ın Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar isimli eseri için verdiği yanıtta şöyle der: “Tamamen sosyal endişe ile yazarım… sanat endişesi diye bir şey kabul etmem. Aksi takdirde edebiyat ve sanatın cemiyetteki fonksiyonu kalmaz; bir çeşit zevk ve eğlence aleti mertebesine düşer.”(Arslan: 2009) Lekesiz’e göre de Tarus konularını “içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı insanların yaşayışlarından” devşirmektedir. (Mehmet Güler: 2012)

Ankara’da yaşayan yazar, öykülerinin konu ve kişilerini bu şehrin gecekondu mahallesi olan Altındağ’dan toplamaktadır. Tarus, sanatçının sınırlı bir aydın kitlesine değil halka hitap etmesi gerektiğini savunur. Sanatı halkın hizmetine sunan bu anlayış giderek okunması hisse çıkarılması kolay tarzda öykülerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durum, öykülerin estetik değerini azaltmıştır.(Hasan Sakın: 2022)

Muhtar Körükçü’nün Varlık dergisi 687 sayı, s.15’te belirttiğine göre: Tarus’un eserlerinde yaratma gücünden çok kişi ve ortamı tanıma gücü, çevreyi eleştirme eğilimi belirgindir. Toplumda ve insanlarda aksayan yönleri olduğu gibi bütün çıplaklığıyla ortaya koymak yazarın en karakteristik özelliğidir. Böylelikle İlhan Tarus, kendi fikirlerini doğrudan, sanat amacı gütmeden söylemeyi eserleri yoluyla amaç edinmiş bir aydın olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Behçet Necatigil de Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü kitabında Tarus eserleri için şu tespitte bulunur: “Yazarlık hayatına tiyatro çalışmalarıyla başlayan, dördü basılmış, on iki oyunu olan Tarus; şöhretini hikâye ve romanlarıyla sağladı. Konuların genellikle orta ve yoksul katlarda sürekli didinmeler içinde yaşayan halkın gündelik hayatından alan İlhan Tarus, realist bir hikâyecidir. Bekir Sıtkı Kunt gibi yakından tanıdığı devlet ve adalet daireleri, malzeme bakımından eserlerinde geniş yer tutar. Temelleri gerçeğe bağlı idealizmden, özete gelir bir konu – hikâyeciliğinden, yazdıklarını geniş çevrelere ulaştırabilmek kaygısıyla halka bağlı bir dil ve anlatım geleneğinden hareket eden sanatında, halk yaşayış ve felsefesini iyi bilen bir hayat adamı niteliği gösterir.” (Mehmet Güler: 2012)

Selim İleri (1975)’ye göre Tarus, öykülerini canlı gözlemlerle bezemek yerine kuru bir gerçeklik ve kaba bir yergicilikle yetinmiştir. İlhan Tarus üzerine yapılan değerlendirmelerde onun toplumsal gerçekliğe ve gözleme verdiği önem vurgulanır ve Sabahattin Ali- Sadri Ertem çizgisine dâhil edildiği görülür. Fakat toplumsal gerçekliğe yönelirken gözleme ve olaya fazlaca önem vermesi, didaktik bir söyleme yönelmesi ve İleri’nin dediği gibi kaba bir yergicilik amacıyla eserin biçim yönünü ihmal etmesi Tarus’un öykülerinin değerini azaltmıştır. (Hasan Sakın: 2022)

İlhan Tarus hem çocukluğunda hem de hâkimlik ve savcılık görevi gereği, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunmuş olması, toplumla ilgili gözlem ve tespitlerinin eserlerine yansımasında önemli bir etkendir. Eserlerinde uzun, ağır ve zincirleme savaşların yaralarını sarmaya, yüzyıllardır süregelen yoksulluk, geri kalmışlıkla başa çıkmaya çalışan kişiler ön plandadır. Cumhuriyetle başlayan ilerleme sürecine rağmen henüz çözülememiş toplumsal sorunlara da bolca yer vermiştir. İlhan Tarus’un adı edebiyat tarihinde yalnızca Milli Mücadele dönemi içinde zikredilir. Yaşamı tanık olduğu toplumsal değişimler ve eğitimli kişiliği ile tipik bir cumhuriyet aydınıdır. Roman ve öykülerinde olayları, durumları, gerçekleri doğrudan vermeyi tercih etmiştir. Bütün olaylar konular onun eserlerine girebilir. Dil, üslup ve konu bakımından yerel ve özgün olanı bolca kullanır. Eserlerinde gerek anlatıcı \  yazar, gerekse öykü \ roman kişileri günümüzde kullanımdan düşmüş kelimeleri, halk deyimlerini, argo ve ünlemleri sıklıkla kullanır. Olay örgüsü akıcı bir anlatımla ağırlıklı olarak diyaloglar veya iç seslerle ilerler. Yazar nadiren kendini hissettirir. Okuyucu esas olarak öykü- roman kişilerinin konuşma ve düşüncelerini izler.


Kritik dönemlere tanık olanlar yaşadıklarını kendilerinden sonra gelenlere aktarma misyonu ile edebiyat ve sanat kaygısı taşımaktan uzak olabilirler. Tarus tam da böylesi aydın- yazar kimliği ile ülkesinin yıkılışına ve küllerinden yeniden doğuşuna tanıklık etmiş, siyasal, sosyal ve mesleki gözlemlerini kalemi ile dile getirmeye çalışmış bir kuşağa mensuptur. Bu kuşağın ilericilik, gerçekçilik, sorunları irdeleme, toplumu aydınlatmayı üstlenme gibi birçok ortak özelliğini bünyesinde barındırır. Cumhuriyetle başlayan aydınlanma ve kalkınma hamlesine yazıları ile katkıda bulunma çabası içinde olmuştur. Bu nedenle eserlerinde (halk \ bürokrasi, eski \ yeni v.b.) çatışmalara, toplumsal yapıdan kaynaklanan haksızlıklara, türlü sorunlara sıkça yer vermiştir. Bununla birlikte edebiyat tarihi çalışmalarında toplumcu- gerçekçi yönü ile değil, Kurtuluş Savaşı’nı veya Milli Mücadele’yi konu eden eserleri yer alır. Tarus’un toplumcu gerçekçi üslubu, özgün birikim ve tespitlerinin yer aldığı eserleri somut kaynaklar olarak değerlendirilmeyi gerektirir. Bu özelliği Türk edebiyatının realist ve natüralist yönde gelişme gösterdiği zaman dilimi ile yakından ilgilidir. Gördüğünü anlatma veya hayata ayna tutma amacıyla edebiyat ürünleri verildiği yıllarda yazın hayatına girmiştir. Realist eserlerin kuru gerçekçi, sanattan edebiyattan yoksun görülmesi, yansıttıkları çıplak gerçekliğin değerini göz ardı ettirmemelidir. Realist eserler işlediği döneme ilişkin ciddi malzeme birikimi barındırmaktadırlar. Yazarımız da sanatçı titizliği ile sanat adına bir gayret içinde olmamıştır. Tahir Alangu zaten tamamen sosyal endişe ile yazdığını, sanat kaygısı gütmediğini bizzat ifade etmiştir.  Bu nedenle eserleri yalnızca Kurtuluş Savaşı edebiyatı içinde değil toplumsal gerçekçi akım açısından da değerlendirilmelidir.


Yazar edebiyat ve gazete çevresinde muhalif kişiliği ile tanınmaktadır. Kendisi muhalif olmadığını, sadece görüşlerini dürüstçe dile getirdiğini ifade etmektedir. Savcılık ve yargıçlık görevleri sırasında “…doğru dürüst görev yapıp yolunda ilerleyeceği yerde dipten düzeltmelere, doğrultmalara, halk ve hak uğrunda çabalara kalkışmış, birkaç yılda kendini tüketip kadro dışına atılmış…” olduğunu bizzat dile getirir. Hükümet Meydanı kitabında gerçekten düzeni eleştirmek yalnızca eserlerinde değil, kendi hayatında da etkin olan temel bir özelliğidir. Nitekim 1957’den itibaren yaşamının son yıllarına kadar gazete ve dergilerde çeşitli yazılar yayımlamıştır.


Tarus’un edebî yönü konusunda benzer eleştirel tespitler taşıyan yaklaşımların saptaması şudur: Romanlar genellikle dar kasaba çevresinde gelişir. Örneğin Adnan Binyazar, roman olarak kabul etmekte zorlandığı “Yeşilkaya Savcısı”nı kasabada gelişen ve yerleşme yönünde ilerleyen devrimlerin kronolojik bir yansıması olarak görmektedir. Şükran Kurdakul onun savcı ve yargıç olarak çalıştığı yıllardaki zengin birikim ve gözlemlerini, edebiyat sanatı açısından beceriden uzak bulur. Bir başka ifadeyle Tarus’ta, kendisinden sonra gelen edebiyatçıları etkileme gücü eksiktir. Enginün ise Tarus’u edebiyat dışı ölçütlerle değerlendirilmesi gereken yazarlar arasında ele alır. Tarus’un kalemini sanat bakımından değerlendirme zorluğu, onun toplumsal gerçeklik ve olumsuzlukları ön planda tutma kaygısı ile açıklanabilir. Türk romanında toplumsal konular Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ağırlık kazanmıştır. Anadolu gerçeğini ön plana alma eğilimi, kimi yazarların sanatkârlık yönlerini, sosyal sorunların gölgesinde bırakmıştır. İlhan Tarus’da bu yazarlar arasındadır ve yazdıkları edebiyatın sanat yönü bakımından güçlü karşılıklar bulmamıştır.(Nur N. Özmel: 2018)


Milli Mücadele ve Kurtuluş savaşı ile ilgili pek çok eser verilmiş olmakla birlikte bu dönemlerin sağlıklı bir biçimde işlendiği eserlerin sayısı azdır. Birçok yazar bu dönemin kahramanlıklarını vermekle birlikte bazı yazarlar da geliştirdikleri toplumsal eleştiri ile dönemin yaşayış şekillerini farklı bir bakış açısı ile işleyerek beğenilere sunar. Bu dönem içerisinde bazı yazarlar bu konularda vermiş oldukları önemli eserlerle isimlerinden söz ettirirler ancak yine aynı konuları işleyen bazı yazarların farklı açıdan konuyu ele almalarına rağmen hak ettiği değeri bulamadıkları ve hatta pek çok edebî türde birçok eser vermelerine rağmen tarih içerisinde unutulmaya terk edilmiş oldukları gözlenir. İlhan Tarus da bu unutulmaya yüz tutmuş yazarlardan biridir. Ancak İlhan Tarus verdiği eserler ve tarihi olaylara farklı yaklaşım tarzıyla Türk edebiyatında önemli yeri olan yazarlardandır.


İlhan Tarus’un eserlerinde Milli Mücadele bütün çıplaklığı ve çarpıklıkları ile yer alır. Fatih Arslan bu konuda İlhan Tarus için, “ Sadece bir yazar olarak değil, gazeteci ve aydın kimliğinin yansıması olarak Cumhuriyet tarihimizin çeşitli dönemlerine tanıklık etmesi; eserlerinin salt birer anlatı nitelemesinden çok dönemin sosyo- ideolojik yapılanmasının genel bir panaromasını oluşturması bakımından da ayrı bir yeri vardır. Bu anlamda yapıtlarında değişen dünyayı, değişen ülkeyi ve bireyselleşen insanları anlatmıştır.”der.

Milli Mücadele dönemini işlediği romanlar olan Var Olmak, Hükümet Meydanı, Vatan Tutkusu isimli romanlar birbirinden farklı olmakla birlikte Kurtuluş Savaşı öncesinde yaşananları aktarması bakımından ortak özellikler göstermektedirler. Eserlerde vatanseverlerin gözü pek kahramanlıkları yanında yine bu kahramanların olumsuz ve çarpık hayatları da çarpıcı bir biçimde yansıtılır.

İlhan Tarus, eserlerini, İnci Enginün’ün belirttiği gibi sanat endişesini ön plana almadan yazmış görünse de aslında onun Milli Mücadele ile ilgili yazdığı romanları, konuları farklı tarzda ele alış yönünden döneminin diğer örneklerine göre üstün eserler olarak dikkat çekmektedir. “O da eserlerini ‘sosyal endişe’ ile yazmıştır. Fakat eserlerini sanat dairesine sokacak unsurlar azdır. Hikâyelerinde memurlar olmak üzere dar gelirli insanların çıkmazlarını anlatmış, Var Olmak ve Hükümet Meydanı’nda Milli Mücadeleyi işlemiştir. Özellikle var olmak bu konuda yazılan ihmal edilmeyecek eserlerdendir.” (Mehmet Güler: 2012 )

Gerçekten de Milli Mücadele dönemini her yönü ile ele almaya çalışmıştır. Bu da eserlerinin çok geniş olmasına, konuların ve olayları açılarak takibi zor ve geniş bir açıya kavuşmasına neden olmuştur. Bu yüzden okur zaman zaman konuları takip etmekte zorlanır hatta karıştırır.

Eserlerde dil akıcı ve açıktır. Milli Mücadele konularını işlemekte olduğu Var Olmak, Hükümet Meydanı, Vatan Tutkusu isimli eserleri aksiyon olarak çok yoğun ve akıcıdır. Bu üç romanda mücadeleye hazırlık ve aşk, kişisel anlaşmazlıklar eserleri sürükleyici kıldığı gibi olaylar arasında kopukluklara da sebebiyet vermektedir. Romanlarda son derece sade olan anlatım İstanbul Hükümetinden gelen mektuplarla ağırlaşır ve okurda sözlük ihtiyacı ortaya çıkar. Zaman zaman İlhan Tarus okuyucuyu bilgilendirme namına kısa da olsa eserde kendini gösterdiği bölümler vardır. Sanki burada İlhan Tarus bir üst kimlik olarak kendisini hissettirmeye çalışır. Yine bazı yabancı ve eski Türkçe kelimelerin Türkçe açıklamasını dipnot şeklinde vererek açıkladığı görülür.

Yazar Hükümet Meydanı isimli eserin önsözünde bizleri bilgilendirici bazı açıklamalar yapar. Uzun yıllar savcılık yapmış olmasının verdiği ciddiyetten ötürü eserlerinde ağırbaşlı bir gerçekçilik hâkimdir, gülmeceye yer yoktur. Eserlerde anlatıcının ciddi ve gülmeceden uzak tutumunun nedenlerinden birisi de anlatılan ve eserde verilmekte olan dönemin sıkıntıların yoğunluğu ve bunları vurgulama isteğinden kaynaklanır. Milli mücadele ile ilgili romanları birbirleri ile ilintili romanlar değildir. Kahramanları ve olayları tamamen farklıdır. Her üç romanda da olaylar üçüncü şahıs anlatıcısı olan ilahi bakış açısıyla anlatılır. Milli Mücadele romanlarını diyaloglara dayalı olarak yazdığı göze çarpar. Yazar eserlerinde yaşanan olayları Milli Mücadelenin başlangıç dönemindeki seyrini her yönü ile ele almaya çalışır. Ancak tarihi dönemi vermekle kalmayarak insanların birbirleri ile olan çekişmelerini de eserlerine çarpıcı bir şekilde konu eder. Kitapların yazılış tarihlerine bakıldığında da yazarın çok kısa bir süre içerisinde Milli Mücadele romanlarını oluşturduğu görülmektedir. Kısa zamanda bu konu çeşitliliği ve zengin karakterleri oluşturması yazarın yaratıcılığı ve döneme her yönü ile hâkim oluşunu ortaya koymaktadır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev alan bir kişi olan İlhan Tarus bire bir gözlemlerinden edindiği izlenimlerle eserlerini oluşturmuştur. Milli mücadele konulu romanlarında karakterler genellikle halk arasında alınma olduğundan dolayı günlük dille yazılmış olmaları da eserlerin ortak özellikleridir. Genellikle kaba ve küfürlü konuşmalara eserlerde yer verilmektedir.

İnci Enginün Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyat adlı eserinde İlhan Tarus’u memur yazarlar sınıfın koymak gerektiğini belirtir: “Özellikle hikâye ve romancılarımız arasındaki devlet memurları eserlerinin konularını büyük ölçüde hizmet verdikleri bölgelerde şahit oldukları duydukları olaylardan almışlardır ve tenkitçi bakış tarzı geliştirmişlerdir. Memur artık seyirci ve kaderci olmak istemediği gibi gözlemlerini de aktarır.  Bu yazarların eserlerini ben bir çeşit açık rapor saymaktan yanayım. Keşke onların yazdıklarına bir de ülke gerçeklerimiz “memur yazarlar”ımızca nasıl görünüyor diye bakılsaydı demekten de kendimi alamıyorum. Eserlerini zamanın muhtemelen unutturacağı bu yazarları ayrı bir kümede incelemek daha uygundur.” 

İlhan Tarus sadece bir memur değil iyi yetişmiş bir savcıdır. Bu yüzden onun eserlerinde kişilerin birbirlerine kesmiş olduğu cezalar çok acımasız olmakla birlikte infazlar çok açıktır.  Onun tek olumsuz tarafı belki de eserlerini hacimli tutmak maksadına uygun olarak pek çok yönü ile Milli Mücadeleyi ele alması ve belki de edebî eser yaratma eğiliminin bulunmamasıdır. Araştırmacı İnci Enginün de Millî Mücadele konularına yer veren eserlerin az olduğundan bahsederek özellikle İlhan Tarus’un bu konuyu işleyen Var Olmak, Hükümet Meydanı’nı zikrettikten sonra “özellikle Var Olmak bu konuda ihmal edilmeyecek eserlerdendir” şeklinde eseri yorumlayarak romanın ve yazarın edebiyatımıza katkısından bahsetmektedir. (Mehmet Güler: 2012)

Var Olmak romanında Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrası Osmanlı tütün tarihi kurgusudur. Şinasi İlhan Tarus, altı yaşına kadar Tekirdağ’da yaşamış, sonrasında ise reji müdürü olan babasının tayini dolayısıyla çocukluğunun geri kalanını Biga’da geçirmiştir. Babasının işinden dolayı Anadolu’nun birçok yerini dolaşmıştır. Eserlerinde kurguladığı mekânların, babasının işi nedeniyle görev yaptığı şehirlerden alındığı belirtilmektedir. Şinasi İlhan Tarus’un 1957 yılında yayımlanan Var Olmak adlı romanında İstanbul ve Çanakkale’nin işgal altında olduğu Mondros Mütarekesi sonrası 1919- 1922 döneminde Biga sancağında esas olarak tütün faaliyetlerinden geçinen insanlar ile Kuvâ-yi Milliye’nin oluşumu hikâye edilmiştir. Var Olmak, savaş ortak paydası altında bireysel ve toplumsal çıkarların irdelendiği Kurtuluş Savaşı konusunda yazılmış bir romandır. Romanın başkişisi Hamdi Bey ülkenin bağımsızlığı için mücadele ederken kişisel zaaflarına zaman zaman yenik düşer. Bağımsızlık mücadelesi uğrunda iken kişisel zaaflarının da mevcut olması bir reji müdürü kişiliğiyle bağdaşmaz.  Var Olmak romanı Kurtuluş Savaşı yanında Reji Şirketi tarihinden bir kesit olarak da okunabilir.(Cumali Bozpınar: 2021)

Milli mücadele’nin ağır ve acılı birikimi, edebiyatın bütün türleri açısından gerçek veriler bütünüdür. İşgalden millî uyanış ile başkaldırıya kadar Vatan Tutkusu romanında bu birikimin bütün unsurları kullanılmıştır. Yazar Tarus, sanatın zevk ve eğlence için yapılmasının cemiyete yönelik bir fonksiyon içermeyeceğini düşünmektedir. Bu bakımdan gerek yazar gerekse eser, toplumun var olma uğraşılarını, acılı sınavlarını sonraki kuşaklara aktarma misyonunu yerine getirmiş olmaktadır. İlhan Tarus’un Türk edebiyatı içindeki yeri edebiyatın sanat ölçülerinin dışında ele alınmalı, bu roman ile Milli Mücadele gerçeğine tuttuğu ışık, ülke kültürüne ve tarihine yaptığı katkı ile değerlendirilmelidir. Vatan Tutkusu romanı sanatı toplumun hizmetinde gören bir kalemin ürünü olarak edebiyat tarihindeki yerini almıştır. (Nur N. Özmel: 2018)


1940 sonrası içte ve dıştaki hızlı gelişmeler Türkiye’de kültür ve sanat alanında, özellikle de roman ve hikâyelerde yoğun olarak işlenmiştir. Değişen bu hızlı sosyo-ekonomik ve siyasi şartlar ve bunların toplumsal yaşama doğrudan etkileri, bu dönemde kaleme alınan edebi eserlere de yansımış, yazarlar bu etkilenmişliklerini Stendhal’ın “ Yol boyunca gezdirilen ayna” olarak tanımladığı romanlara, doğrudan taşımışlardır. Böylece, Türk edebiyatında “toplumcu gerçekçilik” anlayışı özellikle 1930’lu yılların sonlarında II. Dünya Savaşı ile yoğunlaşmış, daha sonraki dönemlerde de özellikle roman ve hikâye türünün içeriği açısından etkisini güçlü bir şekilde sürdürmüştür. Bu dönemde özellikle Sadri Ertem, Sabahattin Ali, R.Enis, Samim Kocagöz, Oktay Akbal, Cahit Beğenç, Rakım Çalapala, Cevdet Şakir Kabaağaçlı, Orhan Hançerlioğlu, Hikmet Erhan Bener, Refik Erduran, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, İlhan Tarus gibi birçok yazar toplumcu gerçekçi çizgide eserler vermiştir. Toplumcu gerçekçi romanlarda ideolojik söylem olan emek- sermaye çatışması; ezen-ezilen, zengin- fakir, patron-işçi, ağa-köylü çatışmalarının yaşandığı olaylarla gösterilmiş; ezileni yücelten, ezeni ise her türlü olumsuz özelliklerle donatarak dışlayan bir tutum sergilenmiştir. Bu bağlamda romanlar, yazıldıkları dönemin sosyal yapısını, yaşam şartlarını, ezilen fakir halkın maruz kaldığı haksızlıkları dile getirmeleri yönüyle en iyi şekilde temsil etmişlerdir.(Ahmet Alver: 2014)

Yeni bir dünya savaşı arifesinde dünya genelinde Batılı devletlerin toprak paylaşımı ve iktidar olma yolunda giriştiği çatışmalar, Türk siyasal ve düşünce hayatının görüş alanına da girmiştir. Böyle bir etki alanının oluşması Türk edebiyatı içerisinde bazı anlatı türlerinde yankısını bulmuştur. II. Dünya Savaşı’nın Türk hikâye ve romanındaki izdüşümleri Türk toplumu ekseninde ve dünya milletleri çerçevesinde Türk edebiyatına girer. İdeolojik, politik ve ekonomik esaslarla harmanlanan bu örtülü savaşlar Türk yazarının dikkatini çeker. Toplumsal değişim edebiyatın dünyasına taşındığı bu örneklerden biri İlhan Tarus’un Doktor Monro’nun Mektubu’dur. İlhan Tarus’un kaleme aldığı hikâyelerden oluşan bu kitapta II. Dünya Savaşı öncesinde dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşanan savaşlar, çatışmalar etrafında kurgulanmış hikâyelere de yer verilmiştir. Kitapta yer alan Ekspres, Goirilla, Kırbaç, Casus, Pirinç, Bay Wolfgang Finestein’i İdam Ettiler, Kara Kalabalık, İki Yüzlü Adam adlarını taşıyan bu hikâyeler, 1930’ların toplum içi ve toplumlar arası çatışma ve savaş ortamını konu edinmişlerdir.

1938 yılında yayımlanan kitapta İlhan Tarus insanı merkeze alan bir bakış açısıyla hikâyeleri yazarken dönemin gergin çatışma ile patlama noktasına gelmiş halini göstermiş olur. Tarus bunu yaparken ideolojilerin yaklaşımlarını insan manzaraları üzerinden göstermeye çalışır. Hikâyelerde toplumların kendi iç çatışmaları ve dönemi itibarıyla dünya milletleri arasında gerçekleşen ideolojik temelli hegemonya savaşları kendini gösterir. 

İlhan Tarus gazetelerde hikâye yazarak başladığı edebî yaşamının ilk hikâye kitabı derlemesini bu kitap ile yapar. İlk hikâyelerinde evrenselleşme iddiası taşıyan yazar, Türkiye dışında savaşı yaşayan halkların zorluklar içindeki yaşama biçimini öykülerinde işler. Tahir Alangu, İlhan Tarus’un hikâyeciliğinin tasvirci gerçekçilikten gözlemci gerçekçiliğe doğru geliştiğini ifade ederken bunun nasıl bir ortamda yaşayarak çıktığını ifade eder. Alangu’ya göre İlhan Tarus, Ankara’nın bürokrasi hayatını ve halkın durumunu, yaşayışını gözlemlerken eleştirel bir gerçekçiliğe doğru kaymıştır. Bu ilk kitabında işlediği konu çerçevesine bakıldığında İlhan Tarus’un sadece bürokrasi ve insan manzaraları üzerine yoğunlaşmadığı, aynı zamanda dünyada yaşanan gelişmeleri, kendi bakış açısı içerisinde gözlemleyerek hikâyelerine taşıdığı görülmektedir. Fatih Arslan, Tarus’un savaşa karşı tutumunu ele alırken onun savaşa karşı yaşamı savunduğunu dile getirir. Hatta bu savunma biçimi fiziksel söylemden çıkarak sloganlaşır ve daha öte bir anlam kazanır. (Fatih Dinçer: 2018,s.3)

İlhan Tarus’un savcılık mesleğinden gelen bürokrat ve gazeteci kimliğinin getirdiği dünya siyasetinden haberdar olma imkânı, açıktır ki hikâyelerinin konu dağarcığını belirlemiştir. Yazarı bu çerçevede İspanya İç Savaşı’ndan İtalya’nın Habeşistan’ı işgaline, Çin-Japon Savaşı’ndan Nazi Almanya’sının iç politikasına kadar farklı konular etrafında hikâyeler kaleme aldığı dikkat çekmektedir. Bu hikâyelerde İlhan Tarus’un insanlar arası ilişkiyi öne çıkararak yaptığı kurguların arka planında, bahsi geçen çatışma ortamı bulunur. Yazar, seçtiği ve kurguladığı karakterleri hem yaşanılan gerçekliği yansıtmada, hem de yaşanan bu gerçekliğe kendi bakışını yerleştirme amacı taşıyarak yaklaşır. Böylece yazar, dünyanın farklı yönetimlerinde yaşanan olaylardan yola çıkarak dünyayı saran bir çatışma ortamının varlığını gözler önüne serer. Bu gerçeklik, toplum içi ve toplumlar arası bir mücadelenin farklı seviyelerdeki tezahürleri olarak hikâyelerine taşınır. 

Yazar hikâyelerinde çatışmanın farklı coğrafyalardaki yansımalarının ötesinde farklı görünümlerini de konu edinmiştir. Genel itibarıyla ırkçı ideolojilerin yarattığı bir çatışma ve savaş ortamını işlerken, olayların sosyal ekonomik, askeri, politik düşünsel şekilde tezahür eden yönlerini de hikâyelerinde göstermiştir. Söz gelimi “Kara Kalabalık” hikâyesi toplumsal çatışmanın getirdiği olaylar silsilesi etrafında dönerken ,  “İki Yüzlü Adam” hikâyesinde savaş ve çatışmanın, politik, düşünsel ve askeri tarafı ortaya çıkmıştır. “ Bay Volfgang Fingestein” hikâyesi ekonomik ve ideolojik gerekçelerin ürettiği bir sistem içindeki çatışmaya ışık tutarken , “Pirinç” hikâyesinde Japonlar tarafından gerçekleştirilen işgal ve yağma etrafında şekillenen bir ortam anlatılır. (Fatih Dinçer: 2018,s.4)

Farklı konularda metinler oluşturan ilhan Tarus’un dünyasında Duru Göl’ün ayrı bir yeri vardır. Bir proje roman diyebileceğimiz eser, yazarın daha önce incelediği Elazığ’daki Uluova’nın sulanmasına dair teknik verilerin sanatsal yansımasıdır. Eser, tematik başarısının ötesinde 1960’lı yıllara dair bu parlak fikriyle daha önemli bir yapı sergiler. Duru Göl, Doğu Anadolu’nun ekonomik kalkınması adına yazılmış bir tasarım romanıdır. Bu açıdan da hem sosyal yapıya hem ekonomik kalkınmaya dair fikirlerinin aktarıldığı sosyal bir yaşam projesinin romansa geçmiş biçimidir.

Yaşadığı dönemin genel yapısından olsa gerek; yeni Türkiye’nin sosyal, ekonomik kalkınmasında her aydın kendisini sorumlu tutmuş, hissetmiştir. İlhan Tarus da bu okumuş, aydın, yeni yapılanan Türkiye dinamikleri adına adımlar atabilecek genç beyinlerden birisidir. Tarus romancı kimliğinin çok ötesinde bir aydın kimliği taşır ya da diğer bir deyişle dönemin sanatçılarının çoğu gibi, zamanında toplumsal yapılanmaya önderlik eden bir entelektüel olduğunu vurgulamamız gerekir. Duru Göl böyle bir algının sanatsal kurmacaya dönüştüğü bir “proje roman(ı)” dır. 

Kalkınmanın mücadeleye özdeş bir kelimeyle, savaş sözcüğüyle aktarılması dahi Tarus’un eseri kaleme almaktaki amacını açıklar niteliktedir. Sadece ekonomik bir kalkınma değil, topyekûn bir insan değişimi projesidir sunulan. Dinamikleri yeniden kurulan Türkiye’nin değişim ve dönüşüme kapalı bütün karanlık sokakların aydınlatılmasıdır. Bir başka yönüyle de Cumhuriyet döneminde başlayan kalkınma hamlelerinin alt yapısına dair bazı dikkatler, eleştiriler içeren didaktik bir metindir. 

312 sayfadan oluşan roman, sayfa yapılanması bakımından bir cep kitabı büyüklüğündedir. Eser basılmadan önce 10.08.1959-10.12.1959 tarihleri arasında Vatan gazetesinde tefrika edilmiş,  daha sonra fazla bir incelemeye ve son okumaya tabi tutulmadan roman olarak basılmıştır. 

Duru Göl, proje-roman, roman-proje arasında gidip gelir. İlhan Tarus’un yayımlanmayan ancak Zafer gazetesinde 1956 yılında tefrika edilen “Anadolu Sularıyla Boğuşuyoruz” isimli yazısı, yazarın 1956 yılında yaptığı gezilerdeki izlenimlerini ihtiva etmektedir. Bir anlamda bu metin, Duru Göl romanının da alt yapısını oluşturmaktadır. Sözü edilen eserle ilgili Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü, Zafer gazetesine yazdığı bir yazıda Tarus’un anlattıklarının doğru olduğunu teyit eder. 

Eserin genel anlamda Anadolu’nun su ve suya bağlı sorunlarını bir kurgu çerçevesinde işlenmesiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ancak bu yapılırken yazar aynı zamanda yetişmiş bilinçli insan sorunsalına da göndermelerde bulunur. Değişimin esas anlamda bir zihniyet dönüşümü olması gerektiğine atıflar yapar. Tahir Alangu’nun tespitleri aynı noktada düğümlenir.  “ İlhan Tarus, yerinde ve ilgili dairelerin dosyaları üzerinde yaptığı araştırmalara dayanarak yazdığı bu romanda bizdeki gerçekçi romancılığın en ilgi çekici örneklerinden birisini veriyor. Organize talan düzeninin bir yanını insanı bağlayan ve çürüten büyük yatırım ve politikanın suçluluğunu, tersine işleyen bir çalışma içinde kişilerin sağır pervasızlıklarını ve hayâsızlıklarını anlatan bu roman Upton Sinclair ve R. Penn Warren’in iş dünyasının ahlâkî ve hayatı ezen mekanizmasını hicveden romanlarını andırıyor. Bu roman kendi yolunda tek başına duruyor.” Alangu’nun ifadeleri aynı zamanda dönemin genel popüler edebiyat algısı olan sosyal gerçekçi tavra yakındır. İşlenen konu ile bir ilki başardığı görüşüne Fikret Adil de katılır ve eserin filme aktarılacak kadar sosyal muhtevalı olduğunu vurgular. Roman, sosyal ve insanı kalkınmanın ekonomik, tarımsal çözümlemelerle başat gittiği bir modernleşme projesinin sanatsal yansımasıdır. Yansımanın da ötesinde izdüşümüdür. Daha ilk sayfalarda yer alan; “ İşte, dedi şu sıra granit kubbelerin altında bir tünel açacağız. Gölün suyunu ovaya akıtacağız. Hikâyenin özeti bu!” ifadesi de romanın yazılma esprisini daha baştan belirleyen bir ön kabul/ dayatmadır. Duru Göl’de yazar karşımıza sanatsal anlamda farklı ama bir dönem gerçeği diyebileceğimiz bir tematik yapıyla çıkar. Elazığ Ovası üzerinde yer alan Hazar Gölü’ne yapılmaya çalışılan bir baraj inşaatı sebebiyle ortaya çıkan Duru Göl, kısa zamanda inşaattaki insanlar ve yöre halkını da içine alan karmaşık ilişkiler ağına dönüşür. ‘tez’den ‘sergüzeşt’e…

Romanın adı ile tematik yapısı arasında alegorik bir anlam ikilemi / dualitesi vardır. Duru Göl kavramı bir saflığı, yalınlığı ifade ederken, romandaki kişiler/ilişkiler hiç de “duru” değildir. Güvenilen ve bulunduğu konum itibariyle güvenilmesi gereken birçok kimse karmaşık ilişkiler ağı içinde kendini bulur. Romanın kavramsal çerçevesi başarılı bir şekilde ortaya konulmuş olsa da anlatıma çok sayıda insan girmesi ister istemez romanın tematik işleyişinin karışmasına neden olmaktadır.  Eserin ana vaka ve vaka zincirleri arasındaki bağlantı bu kalabalık şahıs kadrosundan dolayı kesintiye uğramaktadır. Yazarın bireysel tercihleri doğrultusunda ve konunun işleyişiyle doğru orantılı olarak on bölüme ayrılan roman, cep kitapçığı boyutundaki sayfa yapısıyla çok da uzun bir metin değildir. Bölümlere ait sayfa sayılarında I. ve IV. bölümün dışındaki kısımlar hemen hemen aynı sayfa miktarlarına sahiptir. Bu durum metnin oluşumunun müsebbibi olan üst kimliğin, kurgunun serim ve düğüm kısımlarını yoğun bir hareketlilik içinde yaşadığının açık ifadesidir. Zira söz konusu bölümler, romanın sergüzeşt bir kimliğe büründüğü; ilişkilerin, algılamaların ve karakterlerin had safhada çatıştığı / çakıştığı kısımlardır. Sulama projesi etrafında gelişen ilişkiler yumağını “döken” Duru Göl, bize farklı tematik olgular çağrıştıracak özellikte / güçtedir. Genel olarak, son derece sığ ve aceleci bir anlatımın izleri romanların içsel bünyesine sinmiştir. Yazar, adeta okuyucuyu bir diyaloglar ve ilişkiler bombardımanına tutarak, kurguyu karışık / muğlâk noktaya iter. Böylece anlatı kimliği tartışılır metin haline dönüşür. Nesnelerin dünyasından düşünsel biçime ve realitelere kadar geniş bir anlamlandırma çabası olmalıdır düşüncesi çoğu eserde yinelenir. Özellikle halk tebasından önce tepede yer alan idarecilerin belki de umursamazlığı aradaki derin ekonomik, siyasal ve moral değerlerine dair boşlukları oluşturmuştur. Duru Göl’de karşımıza bu türden irdeleme yüklü cümleler çıkar: “ Osmanlı düşüncesi ile Osmanlı anlayışı ve ahlâkı ile batılı arabayı yürütmek, ancak bir zaman mümkün olabilirdi… Biz demiryolu arabalarını deve katarı gibi görmekten idrâkimizi kurtaramamıştık… Biz kristal Bohemya çanakları içinde halka aşure ve zerde yedirmeye uğraşıyorduk.”(Duru Göl 12-13) Batıya ait nesnel kavramların ancak batı mantalitesiyle işlerlik kazanabileceği düşüncesine vurgu yapan bu ifadelerde Tarus kimi zaman nutuk atan bir aristokrat kişiliğine bürünür. Sosyal gerçekçi kimliğinin bir yansıması olarak eşitsizliği simgesel kavramlarla sembolize eder.

Karmaşık bir sergüzeşt romanı olan Duru Göl’de olay örgüsü yoktur desek yeridir. Daha doğru bir çıkarımla bireysel ilişkiler o derce iç içe girift ve karışıktır ki olay örgüsünden çok aşkların, ihanetlerin takipçisi oluverirsiniz kısa bir okumadan sonra. Romanın kapağında yazılış maksadının her seviyedeki düşüklük ve kişisel bozukluklar olduğuna dair ön yargı birkaç sayfalık bir okumadan sonra hemen değişiyor. Üst kurucunun “geri kafalılarla, hırsızlarla, yalanla, sahteyle, kinle savaş “ epizodu etrafında kurgulamayı tasarladığı dinamik olay örgüsünden sonra geriye sadece hayal kırıklığı kalıyor. Epizodik anlamlandırmanın, sosyal gerçekçi bir yaklaşımla anlatıda şekillenerek, kavramasal ve simgesel nitelikte objektif çıkarımlarda bulacağımız fikri kısa zamanda kendini çürütüyor. Bir sulama projesi etrafında kurulan şantiyedeki insanların fiziksel yakınlıklarının aynı oranda kişisel ilişkilerine yansımasıyla, olay örgüsü son derce karmaşık bir aşk yumağına dönüş(türül)üyor. Dolayısıyla eserde dramatik eğriyi biçimlendiren, baştan belli bir nokta aramak beyhudedir. Her sayfa adeta dramatik eğriyi tetikleyen olaylarla doludur. Romanda sulamaya dair olay örgüsü ile bireysel ilişkileri içeren vakalar aynı kronolojik düzlemde akar. Birbiriyle mekânsal bağlamının dışında bir ilintisi olmayan bu iki farklı olay örgüsü anlatının sonuna kadar devam eder. Bir taraftan göldeki suyun sulama amaçlı kullanımı için gerekli olan tünel projesi, tünelin hangi güzergâhı izleyeceği noktasında tıkanırken, bir taraftan da aşk paydalı serüvenler hızla ilerlemektedir. Neticede ne sulama projesi ne de ilişkiler istenilen biçimde sonuçlanmaz. Akılda bir tek soru kalır: böyle bir kurgu için neden bunca şey anlatılmıştır? Bunun cevabını anlatımın sanatsal derinliği olmayan adeta günlük bir ucuz aşk romanı tarzında yazılmasına bağlayabiliriz. Tarus, adeta söylemek istediklerinin kontrolünü kaybetmiştir. Anadolu’nun fiziksel kalkınması ana kurgusu etrafında anlamlandırdığı roman(ı), kendi başına hareket yetisi olan bağımsız bir metin ve olay örgüsü haline gelmiştir. Bu anlamda temel mesajın arka planda kaldığı bir aşk panoraması baskın çıkmış, romanın genel iletiye dair anlamlandırması geride kalmıştır. Romanın bu yapısıyla, vaka kuruluşunda başarılı olduğunu söylemek zordur. Tesadüfî olayların yanında beklenmedik gelişmeler, temeli olmayan ilişkiler, romanın kurgusunu zedelemektedir.  Zaten bu romanın yazar için sosyal ve ekonomik bir çözümleme olduğu göz önüne alındığında vakanın sadece bir araç olduğunu fark ederiz; çünkü yazar için önemli olan vermek istediği mesajdır ki bu romanda mesaj ön şartının da gerçekleştiğini söylemek oldukça zordur.

Tarus’un eserlerinde kendi kaynaklarından otobiyografik alt yapısından damıttığı temalar esası oluşturur. Ancak burada temel sıkıntı “damıtma” mantalitesinin yazar tarafından yanlış algılanmasıdır. Çünkü Tarus da haddi olmayan bir “ben”cillik vardır. Çoğu zaman kendi benliğini gereğinden çok ön planda tutması, metinlerin içsel dünyalarına ait yapılanmaları (bakış açısı, zaman…) dumura uğratmıştır. Zengin tematik mozaik, saplantı sanrılarla/ kurgulanma biçimleriyle anlamda karartılmıştır. Buna bir de çoğu zaman “çalatuş” kaleme alınan; on üç, on sekiz günde tamamlanan öykü ve romanları eklersek tespitimizin doğruluğu daha da netleşecektir. İlhan Tarus’un eserinde bir entrika (action) endişesi yoktur. O daha çok gözlem/olay anlatıcısıdır. Dinamik bir akış içine yerleştirilmiş bir göreceli bir kamera gibi, salt vurgulamak istediklerini ön plana çıkarır nitelikte eserler kurgulanmaktadır. Keskin bir gözlemci niteliği olmasına karşın, neyi anlatacağı konusunda genel bir kararsızlık vardır metinlerinde. Çelişkili kişiliği, çelişkili bir üslûp; çelişkili üslûp da çelişkili bir eser oluşturduğu için sanatçıyı ve yapıtları bekleyen belirsizlik ve unutulmuşluk olmuştur. 

Bütün bu kararsız algı ve yaklaşımlara rağmen Duru Göl taşıdığı projeden metne dönüşün yüzüyle ilgi çekici bir eserdir. Bir anlamda yazar, somut bir tasarımı Doğu Anadolu’ya dair bir kalkınma ve yenilenme çabasına dönüştürmüştür; bütün kurmacaya dair eksiklerine rağmen estetik bir dünyada yeniden inşa edilebilmiştir. Salt bu yönü dahi Duru Göl’ü ilginç, ilginç olduğu kadar araştırılmaya uygun bir eser haline getirmektedir. (Fatih Arslan: 2009) 

İlhan Tarus temelde klasik gerçekçi estetiğe bağlanan bir yazardır. “Bir Adamın On Senelik Hayatı” başlıklı öykü de üstkurmacanın başarılı bir uygulaması olarak ortaya çıkar. Yalnız bu öykü tam anlamıyla postmodernist bir üstkurmaca olarak görülmez. Öyküde “gerçekçi “ olma iddiasındaki bir öykü ile onu çevreleyen üstkurmaca bağlam arasında bazı çatışmalar olduğu göze çarpmaktadır. 

İlhan Tarus’un “Bir Adamın On Senelik Hayatı” başlıklı öyküsü üstkurmacanın üç temel görünümünü de yansıtmaktadır. Öykünün henüz giriş kısmında kurmacanın teorik sorunlarına ilişkin ilk gözlemler yapılır. Bunun için açık bir metinlerarası biçim olarak tanımlanan göndergeye başvurulmuştur. Gönderge, metinlerarasılık bağlamında” bir yapıtın başlığını ya da yazarın adını anmak”olarak tanımlanabilir. Anlatıcı öykü kahramanı Ali Turgut’un okuduğu kitaplardan söz eder.

İlhan Tarus’un “Bir Adamın On Senelik Hayatı” başlıklı öyküsü Cumhuriyet döneminde yazılmış bir üstkurmaca özelliği taşımaktadır. Adı geçen öykü birkaç açıdan önem taşımaktadır. Bir defa, Cumhuriyet dönemi öykücülüğünde nadiren rastlanan bir üstkurmaca örneğidir. Cumhuriyet dönemi öyküleri arasında deyim yerindeyse sanata ayna tutan örnekler bulmak mümkündür. Fakat bunların sayısı pek azdır. Bu açıdan Tarus’un öyküsü dikkate değer bir girişim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu türden bir örnek olarak akla Ahmet Midhat Efendi’nin Müşahedat isimli eseri gelir. Bu roman hem Türk edebiyatı açısından hem de yazarın sanatı açısından ayrı bir yerde duran avangart bir atılımdır.

Tarus’un eserini değerli kılan bir diğer etmen öykünün üstkurmacanın bütün özelliklerini yansıtmasıdır. Cumhuriyet dönemi, öykücülüğünde üstkurmaca örnekleri olmakla birlikte bunlarda üstkurmacanın üç yönünden biri kullanılmıştır. Hâlbuki Tarus’un öyküsünde tekniğin üç yönü de kullanılmıştır. Bu açıdan da ortaya epey ilginç bir metin çıkmıştır. Gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırın ihlâl edilmesi ( kurmaca karakterin anlatıcıyla tanışması, yazarla anlatıcının aynı adı taşıması, anlatıcının okura seslenmesi), sanatsal yaratma sürecinin sorunlarına değinilmesi ve metinlerarası göndermeler bakımından Tarus’un öyküsü dönemi açısından kayda değer bir örnektir.

Öyküyü değerli kılan üçüncü nokta ise İlhan Tarus gibi bugün artık adı pek hatırlanmayan bir yazarın külliyatında teknik açıdan ilginç uygulamaların olabileceğini göstermesidir. Bu durum kanon tartışmaları bağlamında değerlendirilebilir. Çünkü kanonik açıdan genel olarak İlhan Tarus’un Türk öykücülüğü üzerinde belirgin bir etkisinin olmadığı kabul edilse de bu durum onun öykülerinin okunmaya / incelenmeye değer olmadığı anlamına gelmez. Bu öykünün bilinçli bir girişim olarak değerlendirilmesi zordur. Adı toplumcu gerçekçilikle anılan bir yazar olarak Tarus’un külliyatında bu türden başka örnekler bulmak zordur. Dolayısıyla üstkurmaca örneği olan bu avangart girişimi bir tesadüf eseri olarak görmek gerekir. Ancak ne yazarın Türk öykücülüğünde belirgin bir etkisinin olmaması ne de yazarın tesadüfen ulaştığı bir merhale olması bu öykünün değerini azaltmaz. .(Hasan Sakın: 2022)

İlhan Tarus gibi kanon dışı kalmış yazarların yeniden gündeme getirilmesi, eserlerinin yayımlanması, yeniden yorumlanması bu açıdan önem taşımaktadır. Bu sayede Türk edebiyatının teknikler tarihini net olarak ortaya koymak da mümkün olacaktır. Öte yandan böyle bir girişim Türk edebiyatında Tarus’un öyküsündeki gibi atılımların neden kanonda kendine yer bulamadığına dair soruları da yeniden tartışmaya açmak bakımından önemlidir. 

Tarus sanatı toplumdan yalıtmaya çalışan modernist akımlardan farklı olarak olay örgüsünü önceleyen ve sanatı toplumsal işleviyle öne çıkaran, toplumsal öze ulaşmaya çalışan bir anlayışı sürdürmüştür

İlhan Tarus’un ölümünün ardından Varlık dergisinde onun için özel sayı yayımlanmıştır. Bazı yazarların İlhan Tarus hakkında yazdığı yazılardan örnekler:

Yaşar Nabi:

“Gerçekçi bir yazardı Tarus. Kendi bildiği, gördüğü, duyduğu gerçekleri, yurdunun küçük, silik insanlarınca yaşanmış bir takım acı olayları anlatmaya çalıştı hikâyelerinde, romanlarında. Belki de bu anlatılması gerekli gerçeklerdi onu yazmaya zorlayan. Öyleyse eğer, şiir miir denemeden edebiyata oldukça geç sayılabilecek bir yaşta hikâyeyle girmiş olmasını da açıklar bu. Daha henüz yayınlanmamış romanları, oyunları müsvedde halinde durup dururken sanatını yargılamak için vakit pek erkendir. Gene de birkaç söz söylenebilir bu konuda. Her türlü edebiyat akımlarının dışında kaldı. Anlatmak istediğini dosdoğru ve düpedüz anlatmak dışında bir üslup kaygısına kapılmadı. Bunda yabancı edebiyatlarla ve genellikle edebiyatın sorunlarıyla ilgilenmemiş olmasının etkisi büyük olmuştur sanırım. Yalnız edebiyat akımlarının değil, edebiyatçıların da uzağında durdu. Pek çok genç, hatta yaşlı edebiyatçımız yüzünü hiç görmemiştir Tarus’un. Sanatçılar arasında zaman zaman kurulan sonra çeşitli nedenlerle dağılan kliklere iltifat etmedi, hatta bunların çevresinde dönen entrikaların farkında da olmadı pek. İlgilenmiyordu böyle oyunlarla. O yüzden de sanat gücü onunkinden çok aşağı olan sanatçılar ondan çok tanınmak ve basılmak yollarını buldular. Edebiyatımızın ne sol ne de sağ kanadında açıkça yer almamış olmasının da kefaretini ödemiştir. Bu bakımlardan namuslu kalmak kaygısı yüzünden kenarda kalmış, hakkı yenmiş sanatçılardan olduğu ileri sürülebilir. Klikler dışında da olsa kavgacı bir mizacın zaman zaman kendisine getirebileceği zararları hiç hesaba katmadan, doğru olan ya da kendisinin doğru sandığı, kişisel ya da toplumsal davalar uğruna çok sert çıkışlarının üstüne çektiği yıldırımların da böylesine kenarda kalışında rol oynamış olduğunu kabul etmek gerek.”                          


Adnan Binyazar:

“İlhan Tarus’un hikâyelerini okurken günlük notlar olduğunu sanırsınız. Hikâyelerinde olsun romanlarında olsun günlük yaşantısının etkilenmelerini izlenimlerini yaşatır okuyucuya.  Bu yüzden ilhan Tarus’ta önemli bir action yaratma kaygısı yoktur. Entrika da önemli bir öğe değildir. Onun gerçekçi sanatına ışık tutan önemli öğe, gözlemlerini değerlendirmesidir.  İlhan Tarus bir gözlem yazarıdır.  En çok dayandığı gerçek, yaşadığı gözlemlerdir. İlhan Tarus “gözlem”e o kadar büyük bir inançla dayanmıştır ki alabildiğine yaygınlaşan “ köy romanı” akımı yazarı hiç etkilememiştir. Bu tutumu da İlhan Tarus’un gözlem’e sadıklığını belgeler. İlhan Tarus, Reşat Nuri’lerin idealize ederek abartarak işlediği konuları daha gerçekçi bir açıdan notlar halinde geliştirmiştir denebilir. 

İlhan Tarus’un zamansız ölümü şüphesiz çok acıdır. Fakat İlhan Tarus, kendinden bekleneni vermiştir. Sanatın yüklediği görevini başarmıştır. Bu yönden ölüm, etkisiz kalmaktadır. Çünkü yapıtlarında ölümsüzlüğe yönelen çabalar her zaman yaşayacaktır.” 

Tahir Alangu:

“Öncü kuşaktan olsun (1950 öncesi) sonradan yetişen gençlerden olsun, kendilerini edebiyata adamış olanların hepsinin yaşama dramlarının da yazarlık direnmelerinin de İlhan Tarus’unkine benzeyen bir yanı var; sıkıştıkları her yerde bir yandan hayata uymağa ayakta durmaya çalışırken bir yandan da güçlerini ve umutlarını bileyen bir kızgınlıkla eserlerin üst üste yığmak ve daha bilinçli bir gerçekçilik aşamasına ulaşacakları mutlu bir geleceği beklemek. İlhan Tarus da böyle bir geleceği beklerken göçtü. Şimdi onun terekesinde kalan yayınlanmammış eserleri ne olacak? Yaşarken dolu eserlerini düzenleyememiş birçoklarını bastıramamış yazarların ilk değil, sonuncusu da olmayacak.  Dünya gazetesinde tefrika edilen Samanpazarı (1954) , Son Havadis gazetesinde çıkan İki Ağızlı Bıçak (1955) Halkçı gazetesinde çıkan Orman (1954) romanları, müsveddelerini gördüğüm, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda Ahîlerin oynadığı rolü anlatan bir başka roman, daha başka müsveddeleri ne olacak şimdi?


İlhan Tarus, büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen bir milletin yazarlarının batı kaynağından gelen sanat modalarına özenmelerini gereksiz, hatta zararlı bulurdu.  Onun gerçekçi anlayışına göre, sanatçı üç-beş bin kişilik sınırlı mutlu bir azınlığın dışına çıkmalı, yazdıklarını halka yaymanın çarelerini aramalıydı. Geniş halk çevrelerine amaç olarak alınca da, sanatçı, dilinde, konularında, kişilerinde, hikâye anlatımında belli bir orta seviyeyi kollamalıydı. Böylece sanat halkın hizmetinde olmalı, sanatçı da ona öncülük eden bir görevi üzerine almalıydı.  Ne var ki, eline kalemi aldığı günden ölünceye kadar onun bu “halkçı ve eğitici edebiyat” anlayışına ve çabasına uygun düşecek bir ortamı bulmak şöyle dursun, politik düzenle birlikte yayın şartları ve yönelmeleri erteleyecek, önleyecek bir yönde gelişiyordu. Hepsinden acısı, İlhan Tarus gibi ya da ona yakın düşünenler bir organ ve yayınevi çevresinde etkili bir grup haline bile gelememişler, seslerini yankı uyandıracak ölçüde çıkarma imkânlarını bile bulamamışlardı. Hâlbuki bu yolda ve düşüncede olanlar, hem yazar olarak ifade ettikleri değer, hem de sayı bakımından büyük bir grup kurabilirler, dayanışmalarını örgütleyip amaçlarına daha olumlu bir yoldan yönelebilirler, hiç olmazsa İlhan Tarus gibi yalnızlık içinde göçüp gitmezlerdi.”

Sami Çelenk:

“Gümbür gümbür bir adamdı. Bütün gücünü sesinde, sözünde toplar gibiydi. Hemen her şeye kızardı. Ya onca hıncıyla bağırmaya başlar ya da işi alay tarafından alıp göbeğini hoplata hoplata güler kahkahayı basardı. Nasıl kızmasın, nasıl alaya almasın her şeyi ki, bu toplumda aklın yolunda giden hiçbir şey kalmadı. Ne yana baksa, insanı çileden çıkaran işler yapılmaktaydı.”


Mehmet Seyda:

“Bence gerçekçilik akımının neye karar vereceği, nasıl bir yol tutacağı daha iyice belirlenmemiş çağında, içinde birçok şey barındıran dikkate çarpacak bir yol başı levhasıdır. Sanki İlhan Tarus altında durur ve bizlere , “Hadi bakalım ne yana isterseniz gidin, yolunuz açık olsun der…”


Sunullah Arısoy :

Tarus’u geçen gün Beyoğlu’nda gördüm. Pasajda oturup karşılıklı bir saat kadar konuştuk. Yeni bir oyunu olduğundan söz açmıştı. Her zamanki gibi konuşuyordu: Yüksek sesle, kavga eder gibi… Tarus bildim bileli böyle konuşurdu. Sanırım içi-içine sığmazdı. Tedirgindi. Piposu, nargilesi, yumuk elleri, göbeği, kalın, yüksek, kavgacı sesiyle kendine özgü bir 

yaşantısı vardı. Çok kişiyle küser, barışır, gene küserdi. Çok ve kolay yazardı. Bununla övünürdü. Şimdi düşünüyorum da çocuksu kalmış bir yanı da vardı. Kimi konularda “hayret” ederdi! Oysa birçok sorunun en doğru çözüm yollarını kendisinin bulduğuna inanırdı. Bir bakıma hepimiz böyleyizdir ya. Kişilerin olayların iyi ya da kötü yanlarını, dilediğince kullanmasını bilirdi. Her insan gibi, her sanatçı- yazar gibi zayıf yanları vardı. Kendisi, belki de çelişikliğe düştüğü kanısında değildi, ama düşerdi. Bu, “mizaç”ının ivecenliğinden olsa gerek. Gerçekçi, düz, yalın bir anlatımla iyi “tespit”ler yapmıştı, hikâyelerinde. Gözlemleri yerinde başarılıydı. Sanatın işçiliğinden yana değildi; onun için sorun, o sorunun ortaya atılışı önemliydi. Kurtuluş Savaşımızla ilgili romanlarındaki başarısını kolaylıkla unutmamak gerekir. İmzalı, imzasız, gerekli, gereksiz binlerce yazı yazmıştır. Bunların tümünde, özellikle politikaya ilişkin olanlarında, her zaman doğru, haklı değildi herhalde. Ama edebiyatımızın bir sesiydi. Kişiliği, yaşantısı, yazdıklarıyla. Edebiyatımızdaki yerini, bütünüyle yazdıklarının doğrultusunu, bunların yerindeliğini incelemenin, değerlendirmenin erkenliği açık bir gerçektir. Sanırım ki olumlu olumsuz yönleriyle edebiyatımızda bir İlhan Tarus vardı. Önemli olan da bu. Yazıyordu. Yazma gücünü yitirmeyince, kocamış da sayılmazdı. Kendince düşleri tasarımları olan bir yazardı çünkü. Onları yazmalıydı. Tarus’a, bu edebiyatımızın “çala tuş” işçisine saygı duyuyorum.” (Varlık Dergisi:1967)


Tarus’un, kendisini tanıyanların gönüllerinde, eserleriyle gelecek kuşakların dillerinde ve edebiyat tarihinde yaşaması temennimizdir.



Makaleyi Besleyen Kaynaklar:

Fatih Arslan (2009), Doğu Anadolu’nun Kalkınmasına Dair Bir Tasarım Romanı: Duru Göl, Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları Dergisi Cilt: 8, Sayı.1, 24-28

Hasan Sakın (2022), Üstkurmaca Olarak İlhan Tarus’un “Bir Adamın On Senelik Hayatı” Öyküsü, Humanitas- Uluslar arası Sosyal Bilimler Dergisi, 10(19), 254- 271 

Fatih Dinçer (2018), Dünya Coğrafyalarında Yaşanan Çatışmalara Türk Hikâyesinden Birkaç Örnek: Doktor Munro’nun Mektubu’nda Yer Alan Hikâyeler, Littera turca, Journal of Turkish Language and Literature Volume:4, Issue:3, Summer , (661-676) 

Cumali Bozpınar(2021), Reji Şirketi Tarihi Üzerine Bir Kurgu: “Var Olmak” Romanı, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,  Cilt:30 No: 1 Sayfa: 150-156

Mehmet Güler (2012), İlhan Tarus’un Romanlarında Milli Mücadele, Yüksek Lisans Tezi, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Gazimağusa, Kuzey Kıbrıs 85s.

Ahmet Alver (2014), Türk Edebiyatında 1940’lı Yıllarda Yazılan Bazı Toplumcu Geçekçi Romanların Emek-Sermaye Bağlamında Analizi, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık, Sayı:33,s 129-152, 

Nur N. Özmel (2018), İlhan Tarus ve “Vatan Tutkusu” Romanı, Loji Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar 1(1):87-99 

Varlık Dergisi, 1 Şubat 1967, Sayı 687

FATMA LEYLÂ

Hacettepe Üniversitesi Almanca Biyoloji Öğretmenliği’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Fen Fakültesi Sistematik Zooloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. TÜBİTAK Deniz Bilimleri Çevre Araştırma Grubu’nun projelerinde araştırmacı olarak çalıştı. Şiirleri halen Edebi Kültür Dergisi sitesinde yayınlanmakta.