Kasabamızın toprak yolları vardı, güllü çardakları, duru dereleri, hep üzerinden geçtiğimiz ahşap köprüleri. Çocukluğum bitimsiz oyunlar sonu yorgun düştüğüm o toprak yolların bitiminde kurumuş bir çeşme duvarına yaslanıp yıldızları, akşam ezanlarını, bisiklete binme sırasını beklemekle geçti. Çocukluğumun geçtiği sakin kasabanın manevi iklime aç halleri, yorgun sabahları, geç gelen baharlar gibi insanların ruhlarının açlığına inen hep geç inen seherleri vardı biliyordum. Çocuktum; içim üşürdü. Çocuktum; içimi dar eyleyen nice buhranlı ergenlik sancılarına geldiğimde sorgulamalarla hep uzaklara gitmek isterdim...
Erken gelen yağmurlar gibi çocukluğuma abanan gençlik sancıları ile nereye gitsem, hangi arkadaşın kapısını çalsam iflah olmaz yalnızlıkların dibinde bulurdum kendimi. Bu bir arayıştı bilirdim. Bilirdim ama insan olma yolunda, kul olma yolunda acemi bir genç yüreğinin yükünü ancak bu kadar taşır ve daha öteye gidemezdim.
O zaman bisiklet sürmekten yorulan bedenimi dindirmek için kitapların dünyasına koşardım. Severdim okumayı. İşte tam da o yıllarda. Ergenlik sancılarımla boğuşurken, ilkokul yıllarında dönem bitmiş ve annem beyaz bir örtüyle beni maneviyat yoksunu ama insanlıktan nasibini bolca almış şirin kasabamızın tarihi büyük camisine göndermişti. Cami kasabanın tam girişinde heybetli duruşu ile hep dikkatimi çekerdi. Dikkatimi çekerdi ve unutulmaz bir kazaya ram olmama da vesile olduğu için bahçesinin kıyısından sessiz ama hep uzaklaşma isteğiyle yürürdüm.
Çocuktuk, o zamanlar caminin hemen yanıbaşında küçük bir gecekonduda oturuyorduk. Bahçemizde dut ve muhteşem incirler veren kalın gövdeli bir incir ağacı vardı. Ağustos ayı geldiğinde, bütün mahallenin çocuklarıyla paylaşırdık bal gibi incirleri, şölen havasında… Cami bahçesinde kurduğumuz ve tam da yüksek bahçe duvarına denk gelen iri çam ağacındaki salıncaktan düşmüştüm de bacağım kırılmıştı. O acıyı hiç unutamam. Camiyle ilk buluşmak bahçesine kurduğum salıncaktan düşmekle olmuştu. Ama yine de annemi kırmamış kış sonu mahallenin kızlarıyla büyük örtülerimize acemice bürünüp caminin yolunu tutmuştuk.
Çocuktuk ve hiçbir şeyin bilincinde değildik. Niye camiye geliyorduk? Neyi öğrenecektik? Ama oyunlarımız vardı, aramızda en şişman olan ve miyop gözlükler takan Pınar nine kılığına girer büyük beyaz örtüsünü kulaklarının arkasına sıkıştırır, eline aldığı ağaç diplerinden bulduğu sopayı da baston yapar bizi kovalardı.
Okuyan bir çocuk olarak ilk orada kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’le karşılaşmıştım. Evimizde var mıydı? Ara ara annem yüzü kaplı büyük bir Kitabı öper ve büfenin üstüne yerleştirirdi. Annem Cumhuriyet çocuğu o nedenle ne yeni harfleri ne de Kur’an öğrenebilmiş. Onun çocukluğu ve gençliğinde köylerde sıkı teftiş yaparlarmış. Camileri basarlar, Kuran öğrenmeye çalışanları engellemeye çalışırlarmış. Anlatırdı güzel annem elişlerimizle Kuran öğrenmeye giderdik. Kapıya birisi geldiğinde hemen saklardık Kur’an’ları ve elimize örgülerimizi alırdık. Bu sebeple bir türlü kaçgöç yüzünden anneciğim Kur’an okumayı öğrenememiş. Ümmi olan anneciğim bana muhakkak yatmadan önce ihlas Suresi’ni okutur, başka duaları da tekrar ettirirdi. Yüreğinde inanmışlara has sırlı bir teslimiyetin yükü vardı. Büyük bir sevgi halesi ile beni kuşatır, sarar sarmalar ve hep dualar ederdi.
Kasaba sıcak, eviçleri dar, yollar tenha ama bungun yalnızlıklara belenmiş sıkıntılı havasıyla bizi camiye taşırdı. Mimar Sinan yapımı tarihi cami hep tenha olurdu. Dedim ya maneviyat yoksunu halkının uğrak yeri değildi. Vakit namazlarını birkaç yaşlı ihtiyarla kılardı hoca. İşte tam da o vakitler, sıcaktan bunalan hallerimize, bungun yüreğimize deva olan serinliğine koşar çocuk çığlıklarımızla yaz sıcaklarında apayrı bir şenlikle doldururduk mağrur mabedi.
Kütüphanemde hala sakladığım kitapları o zaman hocamız aldırmıştı bize. O kitaplar yıpranmış, kapaklarının rengi solmuş ama benim nazarımda ilk okuduğum çocuk yüreğimle sığındığım bana hem sevinç hem ürperti veren cenneti ve cehennemi anlatan, arınmayı anlatan yegâne ilk kitaplardı.
Ama rahlenin başına oturup da belli bir mesafe ile Kur’an’la hemhal oluşum, caminin cumbalı pencerelerinden akan ikindi güneşinin serinliğinde, içimi huzur ve kurtuluşa, sürura taşıyan buluşmalar… O buluşmalar başkaydı. Kur’an’la buluşmak ona belli bir mesafeden bakmak ve hep okuma isteği başkaydı. Benim için erişilmez bir kitaptı Kur’an-ı Kerim. Yaklaşmak isterdim, gürül gürül okumak isterdim ama Pınar hep bizi kovalar, cami bahçesinde bulurduk kendimizi. Oyun ve ders hangisi baskındı, kırmızı, kadim, yün halılara düşen serin gölgeliklere uzanır, koşar sonra aniden yorulurduk. Camiye çok gitmedim. Ama kasabanın o devasa tarihi camisindeki hatıralarım hala yüreğime derin bir tefekkür ışımasıyla akar.
Hocamız bizi sever miydi? Ne anlatırdı? Biz korkutur muydu? Ama çocuktuk ve o çocuk yüreklerime sevgiyle dokunan bize kitaplar aldıran bir hocamız vardı hatırlıyorum. O kitapların kapakları hiç silinmedi hafızamdan. Kütüphanemde hala saklarım. Tek yaşam rehberim olan Kur’an’a bizi taşıyan kitaplar ilmihal kitapları, siyer kitapları onlarla bizi buluşturmuştu hocamız. O kitapların akşamları köşeme çekildiğimde sayfalarını çevirir, içim ürpererek cenneti, cehennemi, kul olmayı sonra Allah’ı düşünürdüm. Düşünürdüm, sonra aklıma caminin hemen dibinde kulübesi olan ayakkabı tamircisi ihtiyar âmâ dede gelirdi aklıma ve ansızın ağlardım. Yaşlar gözlerimden tıpır tıpır dökülürken, yüreğimdeki merhamet bulutları o gri gözlü kır sakallarıyla hüzünlü çehresini gölgeleyen gizli bir tebessüm eşliğinde dudağındaki çivileri hiç ellerine vurmadan çekiçle köselelere çakan ihtiyara ağlardım geceler boyu.
Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda kütüphanemin köşesinde yer bulmuş sararmış yapraklarıyla hala gizli bir hatıra gibi o günleri hatırlatan kitapları ben camide yaz kurslarında edindim. Hocamızın yüzü, bakışları, davranışları hiç aklıma gelmiyor. Ama caminin o sürur ve kurtuluş aşılayan serin havası gibi sesi vardı, rahatlatan çocuk yüreklerimizi anlayışla kuşatan hoşgörüsü vardı.
O kitapları okudum çünkü hocamı seviyordum. O kitapları okudum çünkü camiye gitmeyi seviyordum. Yıllar yıllar geçti, bu günlerimi, yazarlığımı, kulluğumu inşa eden pek çok kitap okudum. Ama ilk okuduklarım camide bana verilen o mavi kaplı ilmihal ve siyer kitaplarıydı. Camiyi ve hocamı sevmesem belki o kitapların yüzüne hiç bakmayacaktım. Gizli gizli seyrettiğim âmâ yaşlı ayakkabı tamircisinin bir gün hikâyesini yazmayı, içli içli ağlayarak hiç düşünmeyecektim…
“Bütün kitaplar tek bir kitabı daha iyi anlamak için okunur.” Diyor ya Üstad. Hayat rehberi olan, biricik olan, o muhteşem çağrının yer aldığı ayetlerle döşenmiş olan yüce Kur’an-ı okuma ve anlamaya çalışma bahtiyarlığına eremeyecektim.
Camiler, maneviyat yoksunu insanlığımızın nefes aldığı, yorgun dualarını bıraktığı, hırpalanmış yürekleriyle teslim oldukları, huzur buldukları, kurtuluş buldukları mekânlardır. Rabbim insanlığın yolunu bu kutlu mabetlere taşısın.
Çocuklarımız o körpe yaşlarında camiyle, kitaplarla ve yüce kitabımız Kur’an’la sımsıcak karşılaşmalılar. Hocalarımızın gayesi öğretmekten ziyade sevdirmek olmalı. Sevdirmek hep muhabbetle, aşkla sevdirmek. Sevince gerisi gelecektir. Okumayı da seveceklerdir, yazmayı da, sonra Allah’ı da seveceklerdir ve Peygamberleri de seveceklerdir. Ama sevdirerek, çocuklukta derin izlerle akan yaşantıya, o erişilmez duyguların mayasının atıldığı demlerde hep sevgiye oynamalıyız. Efendimiz: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Buyuruyor. İnsanlık önderi kutlu nebi etrafında türlü türlü olan insan topluluklarına hep sevgiyle ve anlayışla yaklaşmıştır. O örnek bir öğretmendir aynı zamanda. Hocalarımızın camilere yaz sıcaklarında o küçücük yüreklerini, nefislerini yenerek gelen yavruları büyük bir muhabbetle karşılayan sıcacık karşılamaları olmalı. Onları inanmaya ve yaşamaya taşıyan, sorgulamaya taşıyan insanca, mertçe ve en önemlisi de merhametlice duruşları olmalı. Gerisi gelecektir. Biz yeter ki sevmeyi, severek öğrenmeyi, severek okumayı ve yaşamayı öğretelim masumlarımıza. Onlar okumayı sevsinler, hocalarını sevsinler, camilerini sevsinler ve dahi onlara can veren Yüce Yaratıcı’ yı sevsinler. Gerisi gelecektir. Biz onlara sevdirmekle yükümlüyüz. Nasibi olan yaşar ve hidayet Allah’tandır.
Rabbim modern çağda kuşatılmış olan çocuklarımızın, gençlerimizin karşısına merhametli, sevecen, bilinçli ve Allah korkusu olan şuurlu hocalarımızı çıkarsın. Rabbim namaz vakitlerinde, bayramlarda, gecelerde, gündüzlerde, yazlarda, kışlarda, baharlarda, camilerimizi şuurlu inananlarla dolu eylesin, inananları her daim cem eylesin…
(Diyanet dergisi, Kasım 2016)
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.