Herkes kendisine bir kimlik inşa eder. Kimlik, anlamında da içkin olduğu üzere insana kim’liğini verir. Kim olduğu sorusuna karşılık insan kimliğini ortaya koyarak cevap verir. Kimlik inşasında başta değerler gelmekle birlikte bu yeterli değildir; karakter, eğilimler, tutumlar, içinde bulunulan durumlar, başa gelen olaylar, ruh halleri gibi birçok etmen hep devrededir. Bütün bu etmenlerle birlikte insan ‘işte ben buyum’ diyebilecek ve dolayısıyla kimliğini haklılaştıracak bir dünya kurar. Bu dünya, insan için bir referans çerçevesi sağlar ve bu çerçeve ‘işte ben buyum’ şeklindeki betimleneni bir sistem içinde tutar ya da ona tutarlı bir sistem sağlar da diyebiliriz. Kimlik sayesinde insan sadece kendine indirgenebilir, sadece kendisiyle özdeştir; bu yüzden diğerleri öteki’dir. Ötekiyle kimi bağlar, örüntüler genellikle ortak değerler üzerinden kurulur; böylece sadece yan yana gelinmiş olmaz, bir örgüyle birleşerek daha geniş bir kümeye ait olunur. Ancak bu ait oluş özdeşlik anlamında olmayıp ortak değerlerin harcında birer yapıtaşı olmak şeklindedir.
Bir dünyaya sahip olmak anlamında bir-ey olmak bir’le değil, iki’nin olmamasıyla ilgili olduğu için, insan daima ötekine ihtiyaç duyar. Onun sayesinde bir-ey’liğini duyumsar ve bir olarak eyleme koşulunu elde eder. Bir olmak kim’lik sayesinde anlamlanır. Bir olmak bazen bir-tek, biricik, benzersiz olmak gibi narsistik bir travmaya yol açmaya gebedir; öteki, ‘sen de benim gibisin’, ‘ben de senin gibiyim’ diyerek daima bireyi frenler. Öteki, birey için hep sınırdır; sınır her ne kadar olumsuzluğu çağrıştırsa da derleyip toplaması bakımından pozitiftir. Bireyi kendi sınırları, kendi dünyası içinde tutarak, onu o olarak korur.
Bu söylediklerimiz aşırı-genel bir çerçevedir. Aşırı-genel çerçeveler ilkesel olarak genel doğruları ifade etse de ifade edilene uygulandığında bazı boşluklar olduğu görülebilir. Boşluklar yine de aşırı-genel çerçeveyi geçersiz kılmaz. İnsan toplumsal bir varlıktır ve kimliğini inşa ederken sadece kendinden hareket etmez; içine doğduğu kültürde birçok şeyi verili olarak bulur. Kimliklenme bu verilerin işlenmesidir zaten, retler, kabuller, yorumlardan oluşur. Kimliklenme dediğimizde kimliği zamansallaştırdığımız ortaya çıkar. İnsan yaş-alma sürecine tabi olarak kimliklenmeye devam eder zaten. Toplumsal bir varlık olmak, insanın neyi ne kadar özgür iradesiyle tercih ettiğini bulanıklaştırır.
Modern insanın çok sevdiği özgür iradesiyle seçmek istenci, ona göre hep devrededir; her şeyi o ister, o irade eder, o seçer, o eyler. Bulanıklık, bir sabah insanın artık şöyle tip pantolon sevdiğini, artık saçını şöyle tarayacağını, artık şöyle ayakkabı sevdiğini özgür iradesine bağlamasına yarar. Sabah evden çıktığında çoğu kişinin üzerinde aynı tip pantolonu, aynı saç modelini, aynı ayakkabıyı giydiğini fark etmesini engeller. Sorsanız bütün beğenilerini ve seçimlerini özgür iradesine göre belirlemiştir. Özgür irade modernliğin simülatik koşuludur, özgür iradeye inanmayan modern değildir.
Tüketim ekonomisi gücünü bu bulanıklıktan alır; yani insanın özgür iradesiyle seçtiği inancını pekiştirir. Sanki bireyin etrafında hiçbir fail yoktur, o başını ellerinin arasına alıp düşünmüş taşınmış ve tercihleriyle ilgili yeni kararlar almıştır. İnsanı yönlendiren en güçlü failler görünmez olanlardır, görünür olanlara karşı direnir çünkü insan. Görünmez failler bilinçle değil, bilinçdışıyla etkileşim halindedir. Egoya değil, id’e oynarlar diyebiliriz.
Kimlik inşası surete bürünmedir de haddizatında, insan kimliğine uygun olarak surete bürünür. Suret, ötekinin ilk temas ettiği sınırdır ve onu ait olduğu sınırlar içinde kavrar öncelikle. Bu yüzden insan, nasıl bilinmek istiyorsa onca bir görüntü verir, vermeye çalışır. Bu durumda simgeler, rozetler, logolar, armalar, etiketler, mühürler.. hep devrededir. Yaşam içinde tutumlar, tavırlar, edalar da bu surete dahildir. Tüketim ekonomisi, üretim ekonomisinin kimi yasaklamalarının, baskılarının, telkinlerinin tersine ‘kim neyi dilerse’ ona erişimini sağlamak konusunda oldukça özgürlükçü ve liberal bir tutum içerisindedir. Kişisel gelişimin önünün bunca açılmasının nedeni bir yandan kişinin geliştiği yanılsamasını üretirken, diğer yandan onu tüketimin içinde tutmaya yarar. Birey durmadan seçim yaparak kendisini geliştirir. Ancak bu gelişim bireyde bir istikrar değil, istikrarsızlık, sükun bulmazlık yaratır. Nerdeyse her yeni gün, kendisini yeni bir insan olarak görmek ister. Tüketim ekonomisi bireye daima onun biricik olduğunu, benzersiz olduğunu fısıldar. İd, daima egoya baskı yapar.
Birey nasıl göründüğünü anlamak için artık aynaya bakmaz, zira ayna yansıyanı yansıtan basit bir ekodur. Tüketim ekonomisinde aslolan nasıl göründüğü değildir, zira birey nasıl göründüğünü ayna sayesinde bilmektedir, nasıl görünmek istediğidir. Zaten bir sabah uyandığında beğenileriyle ilgili verdiği kararda etken olan bu durumdur. Durum, bir şeyin içinde dur’makla ilgili olduğundan tüketim ekonomisi dinamik olarak olaylar ve durumlar yaratır. Birey daima yeni olaylara ve durumlara maruz kalır. Sükun bulmak için kendisine dünya yaratan birey bu dinamik yapı nedeniyle kendisini hep bir akış içinde bulur ve kim olacağına dair kararlarını yeniden yeniden gözden geçirir. Bu yüzden dünyası da akışkan bir hale gelir.
Nasıl göründüğü tarih boyunca insanın umursadığı bir durumdur. Örneğin temizlik, bakımlılık, toplumsal vasata uygun giyim-kuşam öncelikle özsaygıyla ilgilidir, sonrasında da ortak yaşamın asgari koşullarıdır. Andığımız surete dair seçilen alametifarikalar kimliği ortaya koymanın simgesel düzenidir. Ortak beğeni de hep devrede olduğu için insan kimi malzeme ve gereçlerle simgesel düzenine halel getirmeden görüntüsünü rötuşlayabilir. Tüketim ekonomisindeki fark nasıl görünmek isteğine bağlı olarak ‘kendini baştan yaratma’ vaadidir. Gelişen teknolojiler sayesinde doğuştan gelen bütün fiziksel özelliklere müdahale edilebilir, bireyin görünüşü tepeden tırnağa, seçimlerine bağlı olarak dilediğince yeniden biçimlendirilebilir. Kendini dilediğince baştan yaratmak aşırı baştan çıkarıcı bir vaattir. Yeter ki ne istediğine karar ver! Sınırsızca seçenekler bireyin tercihine sunulur.
Sınırsızca seçim nihayetinde tüketim ekonomisinin ürettiği imgelerden oluşur. İmge, bir benzetme ilişkisidir. Ancak benzetme ilişkisinde görünmez failler neye benzeneceğini belirler. Beğeninin zamanla toplum içinde oluşmasına müsaade etmezler. Hayatın akışkanlığına uygun olarak mevsimlik imgeler üretirler. Dolayısıyla neye benzeyeceğini kişi özgür iradesiyle seçtiğini düşünürken, aslında önüne gelen katalogdan sadece bir imgeye karar vermektir. Kendini baştan yaratmak için bir imgeye karar vermek, aynı zamanda kendisini ne şekilde temsil edeceğine de karar vermek demektir. Bu raddede, kendini baştan yaratmanın en radikal yolu bireyin estetik cerraha teslim olmasıdır. Kendisinin temsilini kurmak üzere estetisyene teslim olan birey, kendisini ayırt etmek, biricik, bambaşka biri olmak niyetindedir. Operasyon sonucunda biricikliği bir dışssallık olarak görünüre taşınmış olacaktır.
Estetiğin cerrahlıkla buluşması estetisyene sanatçı, kendisini ona teslim edene de eser olma onurunu bahşeder. Cerrahın cürmle tuhaf bir ilişkisi vardır; cerrah eti keserek yaralar, cürm ise eti kemiğinden ayırarak yaralar. Ne ki kimi yaralamalar cürümdür, kimileri şifa. Cerrahın estetikle buluşan ilişkisi yaraları sağaltmak, iyileştirmek, dahası güzelleştirmek anlamındadır; müdahale sonrası ruhsal iyileşmeyi vaat eder. Operasyon sonucu ortaya dilediğince biçimlenmiş bir beden çıkacağı için, birey kendini tam da istediği bedende görecektir, bu da ruhsal şifadır. Ancak eser, sanatçının izi olduğuna göre burada ters bir ilişki vardır, çünkü estetik müdahalede karakteristik izler silinir. Öncelikle yüz, tepeden tırnağa ütülenip kırışıklıklar, sarkmalar düzleştirilecek, istenen yerler dolguyla belirginleştirilecektir. Yağ aldırma, göğse, bacağa, kalçaya biçim verme ameliyenin mükemmelliğinin zirvesidir.
Sanatçının (estetisyen) mahareti iz bırakmamakken, eser (birey) de tesviyeden geçip mermer pürüzsüzlüğü elde edecektir. Bütün bu ameliye, sonuçta gönül rahatlığıyla ‘işte ben buyum’ diyecek bir ben’lik yaratmak içindir. Egonun ide yenilmesidir, id bu yenilgiyle kendini dışa vurmuş olur. Ama neye benzeneceği katalogdan seçildiği için ortaya biricik, özgün bir eser çıkmaz; katalogdan seçmek yaratıcı bir etkinlik olmadığından sonuçta bir sanattan değil, belki zanaattan söz edilebilir, yani bir seri üretim.
Seri üretim nedeniyle ortaya çıkan biricik, özgün bir eser değil, sanayi mamulü bir nesnedir. Kendini baştan yaratmak böylece bir proteze dönüşür. Beden birçok eklenip çıkarılabilir protezler sayesinde modüler bir yapıya dönüşür, modüler yapı sayesinde her mevsim kimi protezler çıkarılıp yenileri takılabilir olur. Bu da benliğin, kimliğin mahvıdır; ben’i ben yapan bütün çizgiler, kırışıklıklar, iz’ler silinip geriye katalogdan seçilen ve seç-sök-tak bir beden ortaya çıkmıştır. Karakter mühür, damga, kimlik, kazmak, oymak, çizmekle ilgilidir, yani kendi iz’ini bir alâmet olarak üzerinde taşımak demektir. Silmek, ütülemek, düzleştirmekle zıt anlamdadır. Biricik ben olabilmek, ben’liği sunabilmek, temsil edebilmek için çıkılan yol, iz’sizliğe, düzlüğe vardığı için ortaya ben-olmayan beden çıkar. Bireyin kendi karakterinden soyunması, karakteristik iz’lerinin silinmesi onu karaktersizleştirir, üstelik ben-olmayana varan iz’sizlik onu bir mamul-nesne haline getirir.
İnsan, ötekiyle önce yüzüyle temas kurar ve ilk intiba yüz sayesinde oluşur. Yüz, iç’in tezahürüdür. Eskiler güzelliği, iç güzelliğin dış’a yansıması olarak telakki ederlerdi. Güzellik iç ve dış arasındaki uyumdan doğar. Yüzde herhangi bir iz olmayınca herhangi bir içerik de tezahür etmez, dolayısıyla yüzsüzlük aynı zamanda bireyi içeriksiz bir hale dönüştürür. Çünkü biçim, içeriği görünüre taşır, mamul-nesnede bu yüzden içerik olmaz, sadece yeniden yeniden üretilen, tekrar edilen nesne vardır. Karşımızda yeniden yeniden üretilmiş bir mamul-nesne vardır. Mamul-nesneyle karşılaşmalarda doğan intiba daha çok kullanım değeriyle ilgilidir, işlevsel bir ilişkidir. Karşımızda bir insan değil, yeniden üretilmiş biçimsiz ve içeriksiz bir boş-beden vardır. Boş-beden her ne kadar bir benliğin sunumu maksadını taşısa da geriye sadece seyirlik bir mamul-nesne kalmıştır, üstelik seyirlik olması nedeniyle işlevsel de değildir; boşluğu da buradan doğar. Çünkü sanayi üretimi nesnenin özü iş görmekle, iş’lemekle ilgilidir; ama iş’lemek boş-bedenin iz’sizliğine halel getireceği için heykelimsi bir şeyle karşı karşıyayızdır. Seyirlik mamul-nesne yeni kazandığı formunu koruyabilmek için iş’lemek yerine spor salonlarına koşar. Boş-beden yaşıyordur, hayat içinde daima görüntü vererek oradan oraya seker; yaşamıyordur, yaşamak kendi bedeninde nefes alıp vermektir, oysa ortada seken sadece katalogdan seçilen bir imgenin imgesidir. Zaten bir temsil olan imgenin yeniden çoğaltılması kopyanın kopyası olmaklığı bakımından gösteren-gösteren ilişkisidir. Gösterilen imha edildiği için gösterenin gönderimi kendi kopyası olan başka bir gösterene olur. Birey, kapalı devre bir gösterenler oyunu içindedir; ne gerçeklik ne de aşkınlık vardır bu oyunda. Oyuncak bebeklerin yine oyuncak bebeklerle ilişkisine benzetilebilir bu oyun.
Boş-beden benliğin kaybı olduğu için öteki de kaybolur. Çünkü bir-ey’lik iki’nin varlığıyla ilgilidir demiştik, bir’in olmadığı yerde iki zaten yoktur. Aynılık içinde toplanan boş-bedenler, her şeyin zıddıyla kaim olacağı ilkesi gereği varoluşlarını da kaybeder, geriye kala kala heykelimsiler klanı kalır. Bu iz’siz klan üyeleri, karşılaşmalarda herhangi bir etki yaratmaz, insanı ne yaralar ne de sevindirir. Biricik, en güzel, en çekici olmak için çıkılan yolda varılan menzil tam bir etkisizlik, hissizliktir. Üstelik içeriksizlik nedeniyle erişime de kapalıdır, çünkü içerik yoksa anlam da yoktur. Sır dökülmüştür. Eskiler, Allah nuru almış, derlerdi. Nur, varolanın üzerinde parıldayarak onu aydınlığa çıkarır. Allah’ın yaratışı güzel olduğu için nur verili güzelliği açığa çıkarır. Nursuzluk, güzelliğin sönmesi, karanlığa gömülmesidir. Allah verdiği nuru geri almaz. İnsanlar şeytani bir fısıltıyla yaratılışa müdahale ederler ve nuru, güzelliği kendi elleriyle iade ederler.
Tüketim ekonomisi, kendi yarattığı boş-bedenin aynılığıyla kendi ayağına sıktığını anladığı an, çirkin-bedenle (mankenle) ortaya çıkar. Çirkin-beden aynılığı kırar, tüketim ekonomisi yine dikkatleri istediği mamul-nesneye yöneltebilmiştir. Ama geride bir boş-beden enkazı bırakır. Şimdi protezleri değiştirme zamanıdır. Fakat boş-bedenin büyük ironisi çocuklarında ortaya çıkar. Örneğin sarı saçlı, küçük burunlu, çıkık elmacık kemikli, dolgun dudaklı bir anne; esmer, küt burunlu, çökük elmacık kemikli, ince dudaklı çocuk doğurabilir. Böylelikle çocuklar ebeveynlerini yalanlar.
CEMAL ŞAKAR
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.