Menu
AKİF HASAN KAYA: GÜZEL ÖYKÜLERİN ARISI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • AKİF HASAN KAYA: GÜZEL ÖYKÜLERİN ARISI

AKİF HASAN KAYA: GÜZEL ÖYKÜLERİN ARISI

Uzun ve Lacivert Günler, Akif Hasan Kaya’nın üçüncü öykü toplamı.

136 sayfalık kitapta 13 öykü yer alıyor. İz Yayıncılık bünyesinde, Cemal Şakar’ın yayın yönetmenliğini, Güray Süngü’nün editörlüğünü yürüttüğü Muhayyel dizisinin ikinci kitabı.

Birçok edebî türde olduğu gibi biçimde, anlatımda, söz dağarındaki yenilik kadar işlediği meseleleri, tematik ilmekleriyle de duygu ve düşünce dünyamıza müdahale eden, ışıklar düşüren öyküleri daha çok seviyorum ben. Biçem kaygısının içeriğin üstünü örtmediği, bilakis bunların birbirini tamamladığı, bütünlediği edebî metinlerin okurda daha çok karşılık bulduğunu düşünüyorum.

Âkif Hasan Kaya, sözünü ettiğimiz bu dengeyi kurmada son derece başarılı bir yazar. Son kitabında, hem temaya hem de anlatıma dikkat kesilerek yol alma noktasında ustalık katına yükseldiğini gösteriyor gerçekten. Ya olağanın içinde görünmez, göze çarpmaz hâle gelmiş ilginç öykü kişileri ve kesitleri buluyor ya da sıradan kişileri ve olayları sıra dışı ayrıntılar, buluşlar, anlatım zenginlikleri içinde resmederek sunuyor okura. Her iki durumda da sahicilik hissiyle kuşatmayı başarıyor okurun zihnini. Çoğu kere, sarsıcı olanın hayatın içindeki doğal yerine işaret ederek kuruyor öykülerini. Adeta kesit öyküsü ile olay öyküsünün temel özelliklerini harmanlayarak, iki yaklaşımın bireşiminden doğan özgün bir anlatıma yaslanarak yazıyor.

Çok yüksek ve işlek bir gözlem gücü eşliğinde, güncelin içinde biriken öyküleri bulmada altı çizilmesi gereken bir sezgi ve beceriye ulaştığını hemen kabulettiriyor bize. İnsanî hizayı önceleyen, toplumsala bitişik yönleriyle görünürlük kazanan insanlarla göz hizasını asla yitirmeyen bir yol bilgisine sahip. Böyle bir kaygı ve dikkatle hayatı taramak, adeta bir meleke hâline gelmiş onda.

1“Ben Yapmadım” başlıklı bir öykü ile açılıyor kitap. Görünürde ilginç ölümlerin, seri cinayetlerin öyküsü bu. Fakat yetiştirme yurtlarında bin türlü eziyetle büyüyen, sonra itilip kakılan, delirmenin eşiğine kadar gelen, kirli ve karanlık işlere bulaştırılan insanların çehresine ışık tutuyor aslında. Anlatıma yer yer naiflik ve mizah katarak öyküyü esnetiyor yazar. Çokça örneğini gördüğümüz “acılı, talihsiz ve suça itilmiş insan” konusundaki klişelerin dışına çıkmayı başarıyor böylece.

Savaş ve yıkım nedeniyle ülkesini, şehrini terk etmek zorunda kalmış bir genç kızın çırpınış ve özlemleri üzerinde yoğunlaşıyor “Gecenin İpi” adlı ikinci öykü. Ailesi, yakınları savaşta katledilen, güç bela gelip yerleştiği ülkede de fuhuş çetelerinin eline düşen, beklentileri ile yaşadıkları arasındaki gerilimin sarkacında bunalıp boğulan Şamlı bir genç kız var karşımızda. İki farklı mekân, iki farklı zaman dilimi eşliğinde dal budak salıyor öykü. Şam’da Yusuf adlı bir delikanlıdan evlenme teklifi alan ve düğün, çeyiz hazırlıkları yaparken bombardımanda yakınlarını kaybeden kızın yaşadıkları, şimdiki zaman ile görülen geçmiş zaman kiplerinin sarkacı içinde, acı eşiği sürekli yükseltilerek dile getiriliyor.

“Koleksiyoncu”, bir kahvede başlayan bir öykü. Kahramanı Arif. Lakabı “çöp”. Arşiv memuru, ezik bir tip. Aşırı ve yanlış anne ilgisinin, zamanla kişilik bırakmadığı, boğup bunalttığı bir insan. Askerlik bile yapamıyor. Annesi onu kendisinden büyük bir kızla evlendiriyor. Eşi ve arkadaşları tarafından sürekli alaya alınıyor Arif. Karısı evde bütün işleri ona yaptırıyor. Çocuğu olmuyor. 40 yaşına geldiğinde, kahvede otururken bir gazetenin pazar ekindeki koleksiyoncu röportajı dikkatini çekiyor. O da etkilenip gazete toplamaya, biriktirmeye başlıyor fakat karısı onları satıp parasına el koyuyor. Ünlü bir koleksiyoncu olmak için yola koyulan Arif, bir hurdacı olarak buluyor kendini en sonunda. Okuduğu bir haberden etkilenerek büyük işler yapmaya ve kendisini bütün dünyaya göstermeye çalışan insanlardan biri o. Mizah, en azından bir dip akıntısı olarak Akif Hasan Kaya öyküsünden neredeyse hiç eksik olmayan o derinlikli “insan acısı” ile iç içe bu öyküde de.

İlginç bir “erime” öyküsü olduğu söylenebilir “Yanlış Hesap”ın. Başkahramanı, akıl hastanesi başhekimi Kemal Bey. “Delilere”, akıl hastalarına, hastaların hastaneden kaçışlarına ve toplanışlarına ait çeşitli edebî tatlar taşımakla birlikte, hırslı, tamahkâr bir adamın umulmadık gelişmeler nedeniyle çöküşü hatta delirmesi var aslında öykünün merkezinde.

“İşte asıl hikâye ondan sonra başladı.” cümleleriyle, gerilimin ve merakın kademe kademe artırıldığı “Hokkabaz”, kitaptaki beşinci öykü. Trajik yönü ağır basan bir baba – oğul öyküsü. Anlatım ve anlatıcının yer yer değişmesi, öyküyü hareketlendiriyor. Dağdaki ve şehirdeki ayak seslerinin özdeşleştirilmesi biraz yadırgatıcı gelse de birbirini tetikleyen duygu ve düşünce sekmeleriyle zenginleşen bir öykü.

Kitaba da adını veren “Uzun ve Lacivert Günler”, Adem adlı bir kahraman eşliğinde “işkence” temasını işliyor özünde. Öyküye serpiştirilen iki ayrı “6 rivayet” kısmı var ki başlı başına kısa öykü değeri taşıyor bunların her biri. Humor dairesinde değerlendirilebilecek bir anlatım öykünün bütününü bir zar gibi kuşatsa da bazı bölümlerini içi ezilmeden okuyamıyor insan.“301” başlıklı öykü, adından ve girişteki ithafından anlaşılacağı gibi Soma faciası hakkında. Ardından gelen “Si-yah-ma-vi”, yarım sayfalık kıpkısa bir öykü, bir mensur-şiir adeta.

Kitaptaki en uzun öykü “Göl”. 26 sayfalık öykü “Şer”, “Ses”, “Dil” başlıklı bölümlerden oluşuyor. Biraz daha uzatsa, boyutlandırsa bir roman bile olabilirdi. “Göl” teması bağlamında iç içe geçen, zamanı geldiğinde uçları birleştirilen birkaç hikâye var içinde. Bireysel acılar toplu acılara ulanıyor aynı zamanda. Uzun olmasına rağmen iç gerilimini koruyan, kendini okutturan bir öykü “Göl”. Yakın tarihteki bazı toplumsal gerçekler ile yarı masalsı buluş ve anlatım bir arada bu öyküde.

“Gökler Delinince” de parçalı bir öykü. Çarpık kentleşmeye, gökdelenlere, işçilerin sokulmadığı AVM’lere temas ediyor. Gazetelerde, haber programlarında sık sık karşılaştığımız için kanıksadığımız, unutmaya koşullandığımız “işçi ölümleri”ne eğiliyor temelde. Bir inşaatın 25. katından düşüp ölen işçi Mustafa, karısı, kardeşi, kızı öykünün asıl şahıslar kadrosunu oluşturmuş gibi görünse de öykünün sonlarında ortaya çıkan, baskı ve rüşvetle, mahkemede ailenin tazminat almasına mâni olan bir ifade veren Tevfik, daha çok kurcalıyor insanın zihnini.

“Güvercinler”, Filistin sorununa değinen, Gazze’deki katliama işaret eden bir öykü. Projektörlerini Suriye’ye çeviren “Sınır”, içli bir göç anlatısı. Göçün, ayrılığın, ölümün iç burkan bir resmi geçidi; toplu, çok yönlü bir ağıdı. Kitaptaki en son öykü olan “Kara Güneş” ise bir dönem gündemden hiç düşmeyen “faili meçhul cinayetler”e odaklanıyor daha çok.

Örneklerin, özetlerin de açıkça gösterdiği gibi “hayatın içindeki öykü”yü buluyor hep Akif Hasan Kaya. İyi buluyor üstelik. Zaten onlar avucunun içinde duruyormuş gibi buluyor. Bu, sanıldığı kadar doğal, normal, kolay bir şey değil. Çok aradığı, düşündüğü, zorladığı hâlde bulamayan yüzlerce yazar, göremeyen binlerce insan var çünkü. Öykü deyince sürekli başka şeyler bulmaya, uydurmaya, icat etmeye koşullanmış zihinlerden geçilmiyor ortalık. Akif Hasan Kaya büyük bir başarıyla buluyor ve güzel de anlatıyor. Ele aldığı konuyu iyi işliyor ve etkili aktarıyor. Bu da sanıldığı kadar kolay değil. Zira hayatın içinden konular bulduğu hâlde onlara yazık eden, onları çarçur edip burakan yazar sayısı da az değil. “Konu zaten doğal, hayatın içinden, güncel. Bunları bambaşka bir biçim ve yöntemle anlatmalıyım ki dikkat çeksin!” saplantısıyla yola koyulan ve bulduğuna kendi elleriyle kıyan insanlar o kadar çok ki! Akif Hasan Kaya bulurken de işleyip anlatırken de doğru yerde duruyor. Edebiyatın kendine özgü nitelik ve kalitelerini gözeterek, öyküde dengeleri iyi kuruyor. Neyi ne kadar zorlayacağı noktasında da bir içgörüye, edebî bir yetiye, şirazenin kaymasını engelleyen bir sezgiye sahip adeta.

Hayat ve tabiat; bakmayı, bulmayı, görmeyi bilenler için sanıldığından daha zengin, daha bereketli elbette. Anlatmayı bilenlerle buluştuğunda onun içinden yükselen seslere kulak tıkamak, onun dolaşıma soktuğu çehreleri görmezden gelmek, onun bitimsiz bir inatla suladığı değerler bağına bigâne kalmak ne mümkün!