Yazar ve kadın hakları savunucusu Yıldız Ramazanoğlu’yla, dört yıl aradan sonra tekrar basılan ‘İkna Odası’ adlı romanını, ona ilham kaynağı olan bu 28 Şubat ritüelinive Türkiye’nin yeni ‘açılımlarını’ konuştuk
Yıldız Ramazanoğlu üretken bir yazar; tek başına kurtuluşa inanmayan bir hak mücadelecisi. İnsanları kadın ve erkek yerine, adil olanlar ve olmayanlar diye ayırdığından, kendisine feminist denmesinden hoşlanmıyor. Ramazanoğlu’nun, 2004’te yayımlanan ‘İkna Odası’ adlı romanının yeniden basımını konuşmak üzere buluştuk. Çıkışımız edebiyattı, lakin edebiyatına kan veren memleket hakikatleri daha mümbit bir topraktı, siyasete daldık. 28 Şubat’ın neredeyse simgesi olarak hatırlanan ikna odalarını bir zihniyet olarak konuştuğumuz gün, malum ikna yönteminin mucitlerinden Nur Serter’in pek yeni CHP’nin açılımları üzerine fikir beyanı, kurgu bir metinmişçesine denk düştü; o ayrı...
-2004’te yayımlandığına göre, ‘İkna Odası’nı 2003 civarında yazdınız. AK Parti iktidarının ilk yılları; başörtü meselesini çözeceğine dair umudun olduğu dönem... Sizi bu romanı yazmaya iten neydi?
-Aslında güncel olaylardan yola çıkmadım. Tarihin çok daha geriden başladığı bir şeye tanıklık ediyoruz burada; son 80 yılı kapsayan, çok büyük bir gözaltının, büyük bir ikna odasının küçük versiyonunu yazmak istemiştim. İkna odaları tetikleyici oldu sadece.
-Öfkenizi bir müddet bastırmışsınız yine de...
-Evet, bir tereddüt yaşadım bunu edebiyatın konusu yapmalı mıyım diye. Sonra pekâlâ edebiyatın konusu olabileceğine, hatta olması gerektiğine inanarak yazdım. Bu toplumda insanların küme şeklinde algılanması, biricik insanlık tecrübelerine kıymet gösterilmemesi beni yaralıyordu. Başörtülüler dediğimiz küme içinden birkaç kişiyi yakın plana almak, varoluşlarını derinleştirmek, onların insanlık hakikatine eğilmek istedim. Bu fazla yapılmayan bir şey.
-Bu kurgusal bir metin. 28 Şubat sürecinde ikna odalarından geçmiş genç bir kızın bugün nasıl bir hayat yaşadığına dair gerçek bir hikâye var mı bildiğiniz?
-Yazdığım sırada ikna odasından geçmiş herhangi bir genç kızla karşılaşmamıştım. Geriye baktığımızda yıkıcı etkilerine maruz kalmış çok insan var. Fakat o bir süre içinde yaşanan, somut ikna odaları kadarını anlamamız lazım. Genel anlamda ikna odası cumhuriyetin kurulmasıyla başlamış. Bu toplumun ikna edilmesi süreci, bu dar vizyonlu tahayyülün topluma giydirilmesi için yaratılan, Şerif Mardin’in deyimiyle ‘büyük gözaltı’ hâlâ sürüyor. Başta devletin dini olmayacak gibi bir vaatte bulunulmuştu. Fakat görüyoruz ki devletin bir dini var. Devlet bütün kurumları ve imkânlarıyla bu dini kayırmak, empoze etmek ve kabullenmeyenleri de bertaraf etmek için bütün varlığını seferber etmiş durumda. Pozitivist, hatta eklektik bir din bu. Hiçbir pratiği olmayan İslam; hatta Sünni bir İslam... Amaç amorf ve kimsenin kendi kimliğiyle, inanç birikimiyle var olamayacağı bir kamu alanı yaratmak. Bu aslında gerçekleşemeyeceği belli olan çok naif bir tahayyül. Bir sabah kalkacaksınız, alfabe değişmiş, kadınlar dekolte giyiniyor, herkes cumhuriyet balolarına koşuyor, herkes İslam’ın ne kadar statü kaybettirici, geri bıraktırıcı, kadını aşağılayan bir din olduğunu kabullenmiş... Ne kadar çocuksu... Zamanı gelince buna bir cevap verileceği ortadaydı. Bir toplumun bütün değerlerini reddettiğinizde, yüzyıllar içinden süzülüp gelmiş inanç birikimi yüzünden suçlayıp itham ettiğinizde, farklılıkları, kimlikleri kabaca bastırdığınızda, herkesin buna baş eğmesi düşünülemezdi. Bugün ortada bir baş kaldırma falan yok, sadece baş eğmeyi reddetme var. Bu çok önemli bir nüans. Deniyor ya, baş mı kaldırılıyor, şöyle bir rejim mi isteniyor... Hayır, sadece baş eğmeye bir red var.
-Bir yandan vatandaşlarının hepsini Türk ve Sünni Müslüman olduğuna inandırmaya çalışan dev bir ikna odası gibi değil mi Türkiye?
-Evet, aynı şey Kürt toplumu için de yapılıyor. Deniyor ki, hepiniz başbakan olmanın hayalini kurabilirsiniz. İyi ama bir Kürt’ün bu toplumda başbakan olabilmesi için kimliğini reddetmesi gerekiyor. Varlığınızı Türk varlığına armağan ettiğinizi her sabah söylerseniz bu devlet size birtakım hakları lütfedecektir. Olması gereken, devletin bütün toplumsal talepler arasında bir denge kurması, bunlar üzerinde bir hakemlik yaparak uzlaşmalar üretmesi... Bütün yurttaşlarına eşit mesafede, paylaşmacı, çoğulcu, eşitlikçi bir yurttaşlık bilinci ve hukuku içinde olmalı bunlar. Ama hak veren bir makam var, hak talep eden insanlar var. O makamın kaba güçten beslendiği, bir sınıf mücadelesi verdiği çok açık. Hepimiz cumhuriyet insanlarıyız; eşitlik hazmedilemediği, demokratik açılımları gerçekleştiremediğimiz için sıkıntılar doğuyor. Evet, sert bir ikna çabası söz konusuydu yıllardır ama jakobenleri acıtan şey şu ki insanlar birçok konuda ikna olmadı.
-İkna yolu mu yanlıştı?
-Ortada ikna edici güçlü argümanlar olabilseydi, belki mümkündü. Her şey çok zayıf; yıktığınız, dışarıda bıraktığınız hiçbir şeyin yerine yeni bir şey koyamıyorsunuz. Cumhuriyetin kazanımları da var, asla bunları kaybetmek istemem. Fakat süreç doğal değil. Osmanlı kadınları inanılmaz süreçlerden geçiyorlardı, tartışılıyordu, İslam adına ortaya konan saçma sapan pratikler gündeme getiriliyordu. Bir Fatma Aliye, Halide Edip Adıvar, Emine Semiyye... Aslında bu toplum ta 1886’dan, Şükufezar dergisinden itibaren büyük bir kadın tartışması başlatmıştı. Bunlar görmezden gelinerek, hiçbir emek vermediğimiz, süreçlerinde yer almadığımız ‘Batı Aydınlanması’nı yüklenmemiz beklendi. Böyle bir şey olamaz, herkesin Aydınlanma’sı kendine. ‘Batı Aydınlanması’ çok değerli bir damar fakat onun da bütün insanlığı içine alan bir şey üretemediği ortada. Batı bile kendini geniş bir revizyondan geçirirken, biz hiçbir şey olmamış, 60’ların dünyasındaymışız gibi davranıyoruz. Joan Miro sergisinde bir resim gözümden yaş getirdi. ‘İstanbul Defilesi’ adlı bir litograf. Miro çok kısa bir süre İstanbul’a gelmiş ama keskin ressam bakışıyla hemen görmüş. Bir pafta kalıbı çizmiş. Dikiş payı bırakılmış, kollar vesaire... Arkasında koca bir İstanbul... O pafta şehre uymamış, absürd duruyor; şehrin üzerinde hayalet gibi bir elbise... Bazı zihinler Miro’nun 1969’daki bu tasvirinde kalmış. Bu insanlar taleplerini anlamadıkları başı örtülü kadınların Türkiye’nin modernleşmesinin de önemli tetikleyicisi olabileceğini düşünmüyor. Genç kuşaklara bakıyorum, bir sürü dil konuşuyorlar, engellere rağmen kendilerini aşmaya çalışıyorlar, araba kullanıyorlar, Avrupa’ya gitmeye çalışıyorlar. Bunu inançlarının meşruiyet alanı içinde kalarak yapmak için de özel bir dikkat sarf ediyorlar. Bu neden sorun olarak görülüyor?
-Bu anlattığınız geniş plan. Başı örtülü genç kızlara yakın plandan baktığımızda, üniversiteyi bitirenlerin de düşük bir yüzdesinin iş hayatına atılabildiğini biliyoruz. Her düzeyde kadın haklarından bahsetmeden tek başına başörtüsü mücadelesi vermek yeterli mi sizce?
-Önce şunu belirtmek lazım, bunun adı kabin medeniyetidir. Benim kızlarım da bunu yaşadı. Kabine alınıyorsunuz kapıda, tamamen kendiniz olmaktan çıkıp üniversitedeki o tek tip ortama katılıyorsunuz. Oradan çıkana kadar bedeninizi bir başkasının gibi hissetmek çok kahredici. Fakat bu kabin medeniyeti bizi başkalarının acılarına da yaklaştırdı. Bu kızlar başkalarının acılarını görmeyi öğrendi. Mesela, başörtüsü konusunda çözüme çok yaklaştığımız bir anda üç genç kızın çıkıp ‘Henüz özgür olmadık’ demesi bir kırılma noktasıydı. “Bu ülkede Alevilerin, Kürtlerin hakkı verilmedikçe, kadına şiddet bitmedikçe özgür değiliz” diyorlardı. Her şeye rağmen buraya gelebilmek bir kazanımdır. Bütün haklar için topluca mücadele vermeden gettonuza kapanmak bizi bir yere götürmez. Başörtüsünü artık sosyalist gençler konuşmalı, Kürt meselesini başörtülü genç kızlar... Örneğin ‘Birbirimize sahip çıkıyoruz’ diye bir grup kurduk, farklı kesimlerden çok farklı kadınlarla bir araya geldik. ‘Kol kola giremediğimiz kamusal alan, bizim değildir’ diyoruz. Kadına yönelik şiddet ve tecavüz üzerine, başörtü yasağı üzerine birlikte gösteriler de yaptık.
-Hüseyin Üzmez ve tahliyesi sonrası yaşananlara dair Dindar Kadınlar Platformu olarak yayımladığınız bildiri sonra bayağı başınızı ağrıttı. O bildiri sadece Üzmez’e mi dairdi?
-Vicdani bir borç olarak, müptezellik karşısında biraz tereddütlü gördüğümüz kardeşlerimizi daha gür bir seda çıkarmaya yüreklendirmek için yazmıştık. Karşılaştığımız tavır çok acı bir tecrübe oldu. Fakat bu konuya dair hakikaten konuşmak içimden gelmiyor.
-Sizin ‘baş eğmeyi reddetme’ diye tarif ettiğiniz bu toplumsal ivme nereye yönlenecek, neler olacak?
-Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla yasakların katmerlenmesi, tamam bir yenilgidir ama her gün daha güzel yeniliyoruz. Bir gün bakacağız ki yasakların hepsi ortadan kalkmış. İnsanlık artık böyle bir noktaya gidiyor. Bütün dünyada erdemli, eşitlikten, hakça paylaşımdan yana olan insanlar artık ortaklaşıyor. Hatta Richard Falk, yukarıdan gelen yırtıcı küreselleşmeye karşı buna ‘aşağıdan küreselleşme’ diyor. Biz de artık bu aşağıdan küreselleşmeye katılıyoruz. İstanbul Sosyal Forumu’na bakın; Küresel BAK, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Yüzleşme Derneği, Mazlum-Der, Özgür-Der... Bütün bu hareketler umut veriyor bana.
-Çarşaf rozetlendiren CHP de dünyanın gidişatına mı uydu, aşağıdan küreselleşmeyi mi keşfetti? Ne oluyor CHP’ye?
-İnsanlar ironiyle yaklaşıyor ama ben çok ciddiye aldım bu açılımı. Tabii ki siyasi bir parti olarak hedeflediği bir seçmen kitlesi var. Artık başka olarak gördüğü insanları da hedeflemesi, varoluşlarını kabullenmesi bence olumlu. Tabii bu insanların seçmen olmanın dışında hakiki anlamda müdahil olma, inisiyatif alma, okul ve iş talepleri olduğunda neler yaşanacak göreceğiz.
-İkna odalarının mucitlerinden Nur Serter, mesafeli de olsa bu açılımı desteklediğini söylüyor. Buna ne diyorsunuz?
-Kendisinin aydınlatmacı ve modernleştirici bir yaklaşımı var. Dışarıda bırakarak bir yere varamadıklarını görünce içlerine almayı, onları eğitmek ve yine ikna etmek şartıyla kabul edilebilir buluyor zannediyorum. Böyle olmaz da bu kadınlar karar alma mekanizmalarında da yer alabilirlerse CHP, Türkiye’nin önünü açabilir.
-Bunu ironiyle mi söylüyorsunuz?
-Hayır. İronisi de var tabii, ama hiç belli olmaz, belki giderek onlar bir aydınlanma yaşar. Bizi içtenliklerine ikna ederler.
Bol üniversiteli, bol dilli, güzel, genç kadınlardan müteşekkil ‘vitrin’ anlayışı mı değişiyor?
Evet, çünkü gördüler ki halktan kopuk politika üretilemiyor. Vitrin malzemesi de olsa, olsun. Gözleri başkalarını görmeye alışsın...
‘Başı örtülü ve münevver’ kategorisi
-Bir kadın hakları savunucusu olarak üçüncü şahıslardan önce, ailenizle, eşinizle, birinci şahıslarınızla mücadele vermeniz gerekti mi?
-Ben çok şanslı bir insanım. Babamdan itibaren çok pohpohlonan, okuması, kendini geliştirmesi için teşvik edilen, ‘Yer beğen’ diyerek dünyada istediği yere gidebileceği söylenen, “Evlenmenin hiçbir aciliyeti yok” denen bir kızdım. Her şey kendi seçimimdi. Harika bir ağabeyim var, birlikte çılgınca bütün Avrupa’yı dolaştık. Sonra çabalarıma değer veren biriyle evlendim. Bütün yurtdışı seyahatlerimde çocuklara bakmayı vadederek beni destekledi. Hayatımı karartan, devletin dar vizyonlu yasakçı politikaları oldu sadece. Sonuçta olanı biteni görüyorum; arkadaşlarım var, şapka takarak üniversiteye girmek zorunda olan kızlarım var... Hak ve hukuk için mücadele bir hobi değil, bizim yaşam tarzımız yıllardır.
-Ailenizin bu istisnai vizyon genişliği nereden geliyordu sizce?
-Pek istisna değil. Binlerce aile var şimdi böyle kızlarının önünü açmaya çalışan. Ailemde benim kuşağımdaki herkes üniversite mezunudur. Babamın oto galerisi vardı. Annem oldukça moderndi, başı örtülü bir kadın değildi, ben başımı örttükten sonra daha çok örtünmeye başladı. Rol modelim İsviçre’de tıp ihtisası yapan, altı dil konuşan, zihni bütün dünyanın seslerine açık olan ağabeyimdi.
-Kaç yaşınızda örtünmeye karar verdiniz? Babanız ne demişti?
-Üniversite üçteydim. Babam şöyle bir serzenişte bulunmuştu: “Ben senin başı açık, münevver bir kız olmanı istiyorum.” Zarar görmemden korkmuştu, belki onun kafasında da başı örtülü olmak münevver olmayan bir kategoriydi. Demek babam Cumhuriyet sürecinde epeyce ikna olmuş. Ama artık öyle bir
değişimden geçiyoruz ki ‘başı örtülü ve münevver’ diye heyecan verici bir kategori var. Hep vardı ama şimdi bu, Batılılaşmanın paradigmalarını tartışmaya açıyor. Buna alışmak bazı muhafazakâr erkekler için bile sancılı oldu.
SÖYLEŞEN: PINAR ÖĞÜNÇ, RADİKAL GAZETESİ, 29.11.2008