Menu
TEMEL KARATAŞ'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • TEMEL KARATAŞ'LA SÖYLEŞİ

TEMEL KARATAŞ'LA SÖYLEŞİ




 -Öyküleriniz hakkında kısa bir değerlendirmede bulunur musunuz?

-Bir yazarın kendi öyküleri hakkında değerlendirme yapması bana prospektüs ya da kullanma kılavuzunu çağrıştırır. Bu nedenle hiçbir zaman öykülerimi yeniden anlatamam. Değerlendiremem. Nasıl okunması gerektiğini söyleyemem. Zaten değeri de değersizliği de öykünün içinde.

 -Öykü anlayışınız nedir, nasıldır?

-Ben, renkleri kelimelerden oluşan tek bir fotoğraf olarak görürüm öyküyü. Yaşayan ya da yaşamayan her insanın bir öyküsü, öyküleri vardır. Eğer insan kendi öyküsünü yazmaz, yazamazsa birileri onun yerine, kendi adıyla yazar. Bu da artık yazanın öyküsüdür. O öykünün ruhu yazarındadır artık, yaşayanda değil. Bir atımlık kurşun gibidir öykü. Hedefi ya etkiler, ya etkilemez. Bazı öyküler vurur geçer. Bazıları bir yere saplanır kalır. Bazıları da ıskalar. En derine giren en iyi öyküdür.

 -Dil işçiliğini öykülerinizde öncelikle olarak hissedilen bir durum. Öykü dili/öyküde dil hakkında ne söylersiniz?

-Dili ciddiye almadan edebiyat olmaz. Öykü hiç olmaz. Düşünün ki, bir bina yapıyorsunuz ama demirin çapını, harcın çimento oranını ciddiye almıyorsunuz. Ya kafanıza çöker, ya da başkalarının kafasına. Her durumda siz de yanarsınız. Öykü söz konusu olunca, birçok yazınsal alanda sıkça görüldüğü gibi iskeleti çatıp bir editöre teslim etmek ve yeniden yazılmasını kabullenmek söz konusu değil. Mesela romandan daha öte dil işçiliği ister öykü. Çünkü yayma değil yoğunlaştırma vardır. Yani bir tasvir yapacaksınız mesela ve o tasvirle bir kasvet yaratmak istiyorsunuz… Romanda bunun için sayfalarca yeriniz var. Okuru o havaya sokmak zor değil. Ama romanda bu sayfalarca yazıyla verdiğiniz duyguyu öyküde bir cümle ile verme gayesi vardır. Hatta bazen iki kelime ile. Bunu başarınca mutlu olursunuz. Hal böyle olunca kelimeler çok daha önem kazanıyor. Ben, dilin en kıymetli halinin öyküde bulunacağını düşünüyorum. Ve dilin öyküyle geliştiğine, gelişeceğine inancım tam.   

 -Yerel söyleyişler, sözler, deyimler kullanmışsınız. çok da yerinde kullanmışsınız. Bu ihtiyaç nereden doğdu?

-İşin aslı bu mesele, özellikle de argo, ilk kitapta da (Yol Ağrısı, Varlık, 2004) gündeme gelmişti. Bu benim özel çabam değil. Yani yerel söyleyişler, deyimler diye bir ayrı kulvar yok benim anlayışımda. Bir öykünün mekanı Orta Anadolu ise o ağzı kullanacaksın. Kurtuluşun yok. Bilmiyorsan, yazamazsın. Eğer bir Doğu Anadolu Ermeni’sini İstanbul Türkçesiyle konuşturursan olmaz. Kurgu, mekan, zaman hepsi birden sallanır. Bunların örneklerini çokça görebilirsiniz. Televizyon dizilerinden çok farklı olmayan edebiyat metinleri var. Yani cümleleri –mişik, -mışık’la bitirerek Doğu Anadolu ağzını başardığını sanıyorsan, her şeyin çok kolay olduğuna inancın tamdır ve her şeyi yazarsın! 

 -Öykülerinizde ağırlıklı olarak sosyal konuları işliyorsunuz. baba, dayı ve ölüm konusu bu kitabınızda öne çıkıyor; buna göre kendinizi Türk öykücülüğü içinde hangi akıma yakın görüyorsunuz? 

-O dayı, ilginç bir şeydir bende. Amcaya yakıştıramıyorum mesela o hikâyelerin konularını. İlk kitapta vardır aynı kahramanlarla geçen bir öykü. Ama bunun öyle irdelenesi bir yanı yok. Toplumculuğa gelince… Öyküler size bunun yanıtını vermiş olmalı. İlk kitaptan sonra Nursel Duruel benim için “yeni bir Orhan Kemal” demişti. Cumhuriyet’in kültür-sanat manşeti de bu yöndeydi.

 Ölüm… Kopamadığım bir tema. Ölüyoruz ya! Yani bir gün yok oluyoruz. Öyle ki, bu cümle bile anlamsız ölüm için. Yani ölene ölüm yok, gibi bir şey. Öyle anlar olmuştur ki, şunu da demişimdir kendi kendime: Ölüm gibisi var mı? Şimdi ölmek vardı anasını satayım! Böyle bir şey varken kainatta, adam birkaç kahramanı öldürmekten kaçınır mı (?) Ben ölemedikçe onları öldürüyorum! Yani ağzımdan bunlar çıkıverdi işte. Konu o kadar ciddi ki, ciddi olamıyoruz. Ölüm işte… Ben birkaç kişiyi kaybetmekten çok korkuyorum. O hikayelerde sayın ki ben de musallanın arkasında saf’tayım. Bu acıyı hissediyorum. Kendimi çelikliyorum! 

 

-İstanbul öykülerinizde ana unsurlardan biri. istanbul tutkunluğu nedir, biraz açar mısınız?

-Bana “yaz” diyen şehir… Öyküde de geçiyor ya bu. Bir önsöz gibi okunabilir aslında ilk öykü. Bu nedenle onu başa aldım. Aslında dil ve kurgu olarak da diğer öykülere pek benzemez, onlar hakkında ipucu vermez Ufka Bakan Gemiler. Ama bir şey anlatıyorum orada. Sanki, “bunları kim yazdı?”nın ipucu mu ne? Bilemiyorum. Ama öyle şairane bir İstanbul tutkum yok benim. Herkesin bir yaşam alanı var, yaşama alanı daha doğrusu. Benimki de burası. Ama bir İstanbul öykücüsü olmadığım kesin. Bir ara üç yıl başka bir ilde yaşadım. 3 yılda anca iki öykü yazabildim. Ama bana öykü yazdıramayan o şehirde 40 yıldır öykü yazanlar da var. Hatta o şehir ki Sait Faik’in, Faik Baysal’ın, Necati Mert’in memleketi! 

-"Şehir İçi Yolcuları" öyküsünde siyasal eleştiri yapıyorsunuz. diğer öykülerinizde bu tavır yok. öyküde veya diğer edebi metinlerde siyasi eleştiri konusunda ne düşünüyorsunuz?  

-Vallahi bana sorarsan doz falan diye bir şey yok. Dozun olduğu yerden edebiyat çıkmaz. Ben bütün öykülerimde siyaset görüyorum oysa! Yani nereden yazdığım, nasıl baktığım belli. Vagon fabrikasında iş yavaşlatmada (Ağır Sanayi) siyaset yok mu? Ya da “İstanbul da Memleket” öyküsünde ve daha birçoğunda… Yani doz değil mesele, üslup. “Milleti üç kuruşa çalıştırıyorsunuz. Üçü de iki yapmanın yolunu arıyorsunuz!” dersek daha mı siyasi olacak mesela. Bu pek yavandır benim öyküm için. Anca bir kahvehane diyaloğu olur. Köşe yazısında iyi yoldur, tutar.


Diğer Yazıları