Menu
SAKARYA'NIN GÜLLERİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • SAKARYA'NIN GÜLLERİ

SAKARYA'NIN GÜLLERİ


Faik Baysal öykücü, romancı. Sarduvan romanının yazarı. Gençlik yılları Sakarya’da geçiyor. Necati Mert’le arası çok iyi. Tanışıklıkları da öyküden ötürü. Menfaat birlikteliği, siyasi yoldaşlık değil.

Hanımefendi gelip gidiyor dükkana. Faik Baysal şöyle büyük adam, böyle büyük öykücü. Faik Baysal’ı çevrelemişler. Onların, yazıdan-öyküden uzak kişisel bağlılıklarından rahatsız olan Necati Mert Baysal’a uğramaz oluyor.

Araya zaman giriyor. Nedense Faik Baysal da Necati Mert’e uğramıyor. Oysa Ada’ya her gelişinde görüşüyorlar. Depremde birkaç kere geliyor ama uğramıyor. Arada nedensiz bir kırıklık var.

Hanımefendi, Necati Bey’e geliyor. Hocayla arayı düzeltmeye çalışıyor.

Necati Mert, öyküsüz, yazısız, kitapsız tanışıklığı ne yapsın? Bu yaklaşma öykücüyü rahatsız ediyor.

Hanımefendiye birkaç söz demiş.

Hanımefendi alınmış bu sözlerden. O günden sonra Hoca’nın dükkanına hiç uğramamış.

Geçenlerde yirmi dört kasım mıymış neymiş. Bir bayan gelmiş, kültür etkinlikleri çerçevesinde hocayı kahvaltılı sohbete/konuşmaya çağırmış. Hoca kabul etmemiş. Ne diye edeyim, diyor, ben öğretmen değilim öykücüyüm. Mesleğim de kitapçılık. Öğretmenliği bırakalı otuz küsur yıl oldu.

Biz dükkanın dip köşesinde fotokopi makinası ile kelepir sepetinin arasına sıkışmış (kelepir sepetini de bir öyküsünde anlatmıştı) kitap yığınlarının arasında birbirimizi görmeye çalışarak sohbet ederken işhanını keskin bir koku sarıyor.

Necati Hoca Ali Bey’i arıyor. Ali Bey, tahliye arabasını gönderecek. Araba gelmiyor.

Köşenin sonunda bize paralel iskemlede oturan Şekerci, şeker sendikasındaki konuşmasından söz ediyor. Mustafa Kemal’in Sakarya ziyaretinde burada konuşma yaptığını Hikayem Adapazarı kitabından okumuştum. Şekerci, konuşmasının öyküsünü baştan sona, tane tane anlatıyor. Hoca, beyaz kaşlarını bilge bakışlarına karıştırıp kaldırıyor, sakin sakin, mütecessis dinliyor.

Yeniden Hanımefendiye dönüyor. Bir öyküsünü getirmiş, eleştirmesini istemiş. Hoca, öykünün daha ilk cümlesinin özne-nesne-yüklem uyumsuzluğunu göstermiş. Hanımefendi cümlesinin yanlışlığını kabul etmemiş.

Hoca, cümleyi iki cümle halinde söylerse öykünün daha anlaşılır olacağını, dil yanlışının da böylece düzeleceğini söylemiş. Hanımefendi, Necati Mert’in öyküden anlamadığını söylemiş, kalkmış. Dükkana da bir daha uğramamış.

Faik Baysal da yok artık. Uğramayalı yıllar yıllar oldu.

Şekerci, dededen kalma dükkanını işletiyor. Telekomun yan tarafında. Hanımefendiyi iyi tanıyor olacak, Necati Mert’in anlattıklarına yüksek tonda gülüyor.

Getireyim yeniden diyor, Hoca kabul etmiyor. Ben Sakarya’nın güllerinden değilim ki onunla yeniden görüşeyim, diyor.

İşhanını kanalizasyon kokusu sarıyor. Çıkacağım dükkandan, özel idarenin kütüphanesine gideceğim ama adım atacak yer yok. Hoca, soldan çıkabilirsin diyor. Soldan soldan adımlayıp aşık kemiklerime kadar kokulu sulara bata çıka handan uzaklaşıyorum.

Necati Bey’in anlattıkları bana Mustafa Kutlu’yu hatırlatıyor. Huzursuz Bacak kitabının çıktığı zamanlarda gitmiştim işyerine. Bir gazeteci aradı, söyleşi yapmak istiyormuş. Mustafa Kutlu, teklifi kabul etmedi. Bilmem kimleri manşetten verirsiniz, bizi görmezsiniz. Kültür haberleri içinde küçücük haberle geçiştirirsiniz. Falanca bir roman çıkarsa ana sayfadan girersiniz, bizim çocuklar bir kitap çıkarsa arka sayfalar da bile yer vermezsiniz. Söyleşi vermiyorum, dedi.

Kutlu’nun feryadını çok yerinde buldum. Yol boyu o konuşmayı düşündüm. Mustafa Kutlu’yu ilk kez kızarken görmüştüm. Hep gülen, hep güldüren justin-bieber-news.info as we all love to watch movies. adamın öteki haliydi. Ben güldürmek için yazmıyorum, ben toplumsal bir meseleyi anlatıyorum, diyordu. Huzursuz Bacak’ta “kanaat ekonomisi” adını verdiği ciddi bir tezi vardı. Ömer Faruk karakterine de o kitabı yazdırıyordu.

Her iki öykücüyü aynı dertle mustarip görmek beni daha da hüzünlendiriyor. Hangi yazı adamının derdi değil ki bunlar! Yaşar Kemal Cumhurbaşkanlığı ödülünü alıyor. Orhan Pamuk Nobel ödülünü. Nedim Gürsel bilmem ne ödülünü. Kutlu’yu kim görecek? Necati Mert’i, Hüseyin Su’yu, Rasim Özdenören’i, Nuri Pakdil’i, Necati Tosuner’i, Cemal Şakar’ı kim görecek? Yaşar Kemal de, Orhan Pamuk da ödüllendirilmede hak etmeyen isimler değil. Ama, bizim “çocukları” kim görecek? Abdullah Gül görmez, Mustafa İsen görmezse, kim görecek? …. …..cdet mi görecek, ….. …..irel mi görecek? Yoksa, ev danasından ……..olmaz demeye devam mı edilecek?!

Bu düşünceler içinde Özel İdare Kütüphanesi’ne varıyorum, Perşembe Sohbetleri’ne katılacağım. Kütüphanenin doğu penceresinden yılan gibi kıvrıla kıvrıla şehrin kalbine saplanan kara tren görünüyor. Geçi geçiverse de gitse boydan boya Nil gibi, Ren gibi, Boğaz gibi ikiye bölse şehri. Bıçak gibi salpanı saplanıveriyor.

İsmail Güleç’in, Nasreddin Hoca fıkralarına tasavvufi açıdan yakalaşan tatlı konuşmasını dinledikten sonra Hoca’nın yanına dönüyorum. Şekerci gitmiş. Şaban Abi bugün uğramamış. Yalçın da yok. Yani dükkanın iki asıl müdavimi yağmurlu havayı bahane edip çaya gelmemişler.

Şair İbrahim Gökburun, İstanbul’dan kalkmış, Necati Hoca’yı ziyarete gelmiş. Hoca daha önce Hüseyin Su ve Ömer Lekesiz’e anlattığı bir hatırasını anlatıyor Gökburun’a: …’nin gençlik kollarında konuşma yapar mısın dediler. Neden olmasın, dedim. O zamanki il başkanı ismimi görünce “tariktaçi.” demiş.Başka bir kuruluşun organizasyonunda konuşma yaptırmak istediler. Kabul ettim. Organizeyi yapan delikanlı konuşma listesini merkeze sunuyor, onay alması lazım. Adımı gördükleri zaman “kominst.” demişler. Ben sanatçıyım. Yazının sihrinde, yaşamın ortak paydasında buluşurum. Büyük demokrasiyi aramızda tesis etmeye çalışırım. Benim buraya ….. gelir, ülkücüdür.…… de gelir, solcudur. ……. da gelir, nurcudur. Hepsiyle de iyi anlaşırım. Onlar beni dinler, saygı duyar, ben de onları dinler, saygı duyarım.”

Tahliye arabası işini bitirmiş, hortumları toplanıyor. Dükkana pisli su kokusu epeyce nüfuz etmiş. Bu kokuya fazla dayanamadım. Hece Öykü’nün otuzuncu sayısını alıp çıkarken merakımı yenemeyip, Hanımefendiye ne söylemiştiniz Hoca’m, diyorum.

Ben Sakarya’nın gülerinden değilim demiştim, diyor.�