Menu
PENCERE ÖNÜNDE SON KEZ
Öykü • PENCERE ÖNÜNDE SON KEZ

PENCERE ÖNÜNDE SON KEZ


Bir genç ve bir bilge, âlim kişinin karşılaşması anlatılıyor. Genç hikayeler yazan biridir. Bilge kişi de hafız, Arabi, Gazali gibi isimleri okuyan biridir. “Nazlanan, istiğna gösteren nazeninlerin mehri dikkattir.” dedi. “Dalgıç olana ummandır bunlar.” dedi. “Sen dedi, kendizedesin. Eşeleyerek okuyamıyorsun. Ruhunun dili gönül hikayeleri söylemiyor. Yetmezin çocuğu olamamışsın. Teveccühe teveccüh edilir. Hikayelerini inayet fırçasıyla boyamamışın...”. Tırnak içindeki sözler bilgeye ait. Bilge genci nasıl yazması gerektiği konusunda ihtar ediyor. Hikayenin çerçeve kurgusunda pencere önünde son konuşma anlatılıyor. Anlatıcı o ayrılıktan sonra ilk kez konuşuyor. Ona vefasından, bağlılığından olsa gerek, o ayrılıktan sonra kimseyle konuşmuyor. Pencerenin önünde çınar ağacı var. Kahraman bazen çınarla konuşuyor. O bilgenin makroma üzerinde alimleri okuduğu an anlatıcının hayalinde temessül ediyor. Hikayenin ana fikrini şu söz özetliyor: “Boynum yiğit boynu, bükerse sevda büker. Dilim sevgi dili, keserse canan keser.”

PENCERE ÖNÜNDE SON KEZ

Boynum yiğit boynu, bükerse sevda büker.

Dilim sevgi dili, keserse canan keser.

Sokaktan geçenlere kepçeleme bakarken beni görünce kuruyakaldı.

Bütün evren ters kepçe dönmüş gibi şaşaladı.

Böyleyken, her çürüme, kuruma, bir yeşermeyi, canlanmayı birlikte getirirdi ama onun gözlerinden bana medusamsı donukluklar yayılıyordu.

Bir kuş uçtu. Bir söğüt dalı sallandı. Bir bulut kümesi geldi oturdu. Bir insan konuştu konuştu sustu. Bir masa bütün bunları yüklendi, dayandı, hep dayandı. Söz süse karıştı.

Patiska perdelerden geçen kış aydınlığı, köşelere üşütücülüğüyle yayılmıştı. Hayat bir haziran yağmuru gibi sıcak, canlı, hareketliydi. Küçük sevimli odasında yalnızdı. Camın ardından beni görebiliyordu. Gümüş kümeleri dalga dalga yayılmıştı atmosfere.

Beyaz taneler sırtımı ıslatmıştı.

Pencerenin kanadını açtı, orada her daim hazır bulundurduğu sandalyesine oturdu.

“Sadece eliyle çalışan işçi, hem eli hem kafasıyla çalışan usta, eli kafası ve yüreğiyle çalışan ise sanatçıdır.” dedi.

Ben dedim elim, kafam ve yüreğimle çalışıyorum.

Can cana konuşuyorduk.

İmalı imalı bakarak, “şimdiherkes kel kahya kesilmiş” dedi.

Üstten gökyüzü yükselip yükselip gidiyordu.

Haziran olsaydı, kuş sesleri çınarın dallarından gelip dolsaydı kulaklarıma.

Bütün direşkenliğini topladı. Nereleri yelip gelecekti, kestiremedim. Gözlerini çınara kaydırdı. İçimden geçenler onun da içinden geçmiş gibi “çınarın dallarında kuşlar olsaydı, sesleri dolup dolup gelseydi kulaklarıma” dedi.

Çenedimin üstüne oturdum, bakır tabakamdan tütün sardım, ona da uzattım, elimi iter gibi kaldırdı elini.

***

Bir gün...

Kış, pintiliğini bırakmış, toparlanıp gitmişti. Bahçesinde küstüm çiçeği, hüsnüyusuf, gecesefası, aşk merdiveni, menekşe, reyhan, dokununca kapanan tesbihböceği yetiştirmişti.

Başka bir gün...

Akasyayla çınarın dallarına makrome germiş sallanıyordu. Elinde İmam-ı Rabbani’den Mektubat, okuyor muydu, süzüyor muydu, okuduğunu yaşıyor muydu?... Bir acaip haldeydi. Köşede sedirin üzerinde Bachman, Heidegger, Guenon, Schuon, İbn-i Arabi baş başaydılar.

“Nazlanan, istiğna gösteren nazeninlerin mehri dikkattir.” dedi. “Dalgıç olana ummandır bunlar.” dedi. “Sen dedi, kendizedesin. Eşeleyerek okuyamıyorsun. Ruhunun dili gönül hikayeleri söylemiyor. Yetmezin çocuğu olamamışsın. Teveccühe teveccüh edilir. Hikayelerini inayet fırçasıyla boyamamışın...”

Kulaklarım uğulduyordu, sesi çok uzaktan geliyordu, o bulutların üstünde bense boğazın derinliklerindeydim. O dehşetli vaziyette bazı sözlerini duyabiliyordum:

“Bir hayat yetmiyor hayatı yaşamaya, anla(t)maya. Bir ve bu hayat için çok hayatlar istiyoruz. Üç cümle yetmiyor bu isteğimizi anlatmaya. Daha fazla hayatlar için kendimizi kelimelerin ve kitapların kalbine bırakmamız... Oysa burası, evet burası, bizi tek bir hayatın içine çağırıyor, oraya tıkıyor. Firar vaktidir.”

Bense bütün hallerimde yol/culuk hali/ni/mi yaşamak durumunun bilinciyle/ şuuruyla yol arkadaşları bularak yürüyüşümü sürdürmek istiyordum. Her kıvrımında bir hendekle karşılaştığım yolculuğumun işaret noktalarını birer istasyon sayıp arkadaşlarımı birer fener görüyordum.

“An” şimdi demirden bir kusmuk! dedi.

Bir gök kucaklayıp alevden ellerine kondurdum.

Hayata karşı ölüme tutunan Yunus damlıyor bu mavilikten, dedi.

Bütün yenilmiştim ona. Hiçbir galibiyetim yoktu.

Gül adlarını saydım: melez çay gülü, demet güller, çalı gülleri, minyatür gülleri, sarmaşık gülleri... en çok da bir kere açan, en güzel kokan çalı güllerini severim, dedim. Senin kadar kıymeti yok bunların dedim. Senin kıymetin ne kadar, dedi.

Boynumu büktüm, dilimi damağıma yapıştırdım.

Kalktı, pencereyi kapadı, perdeleri gerdi, kendi dünyasına döndü.

Güz, kış, bahar, yaz yalnız kaldım. Bir mevsim daha olsaydı yine yalnız kalacaktım. Zaten hep yalnız değil miydim?!

Çınara döndüm:

Lüleburun çiçeğini ve tümülüsü anlattım. Severdi, dedim.

Çınarın da gözleri dolu doluydu.

O pencere bir daha açılmadı.

Önünden geçtikçe gergin perdeleri gördüm. O günden sonra hiçbir pencereye bakamadım, hiçbir kimseyle konuşamadım. Sesimi yalnız o duymalıydı. Gözlerimi yalnız o görmeliydi.

İlk kez size konuştum. Bu kendime bir ihanettir, bunun farkındayım. Boğaziçi’nde evdeyim.