Necip Fazıl ödülünün gerekçesinde “kaybedenler”, “kenarda kalanlar” vurgusu var. Yazdıklarınızda “kaybedenler” ve “kenarda kalanlar” nasıl merkezi bir yer buldu? Bunun arka planında neler var?
Sanırım kendiliğinden gerçekleşti. Kaybedenler kaybetmedi, kenarda kalanlar kenarda değil, demek için belki de. Eskiden merkeze sadece “iyilik” konulur ve ona ulaşılmaya çalışılırdı. Çünkü iyi olmak merkezde olmak demekti. İnsanlar artık iyi olmayı da kıyıda olmak olarak görüyorlar. Enayilik, gereksizlik, yorgunluk kelimeleri ile bir arada kullanıyorlar. Dürüst olduğum için kıyıdayım, torpile tevessül etmediğim için listenin sonundayım, rüşvet yemediğim için taşrada kaldım diyorlar. Çünkü böyle dikte ediliyor. İyiliği değersizleştirip, kötülüğü hoş göstererek yeni merkezler sunuyor sistemler. İyi-kötü, masum-zalim, katil-maktul, haklı- haksız başkası tarafından belirlenen merkezlere eşit uzaklıkta oluyor böylece. Oysa iyiliğin olduğu her yer merkezidir düşüncesine acilen dönüş yapmak gerekiyor.
Romanlar, hikâyeler, denemeler yazıyorsunuz. Sizi yazmaya devam ettiren, yazmaya motive eden temel derdiniz ne?
Önceden büyük dertleri aktarmak için yazı masasına otururdum, şimdilerde yazmanın kendisi de bir derde dönüştü. “Ne yazacağımı biliyorum ama nasıl yazacağımı bilmiyorum.” Bu kıvranma hali ile türler, teknikler, tarzlar arasında bir arayış yolculuğuna çıkıyorsunuz. Daha iyisini bulma arzusu başka bir motivasyona dönüşebiliyor.
“Doğmuşlar”da çok parçalı bir yapı var. Tırnak içindeki bölümler, ses kayıtları ve diğer bölümler… Bu çok parçalılık sizin tercih ettiğiniz bir “inşa modeli” mi yoksa zamanın bir gereği mi? Bu farklı dilleri, farklı sesleri bir araya getiren üst çatı ne?
Ben yazar olmanın dışında iyi bir okurum. Çok fazla okuduğunuz zaman seçici olmaya başlıyorsunuz sizi sıkan ve yoran metinlerin neden böyle olduğunu sorguluyorsunuz. Ben dikkat dağınıklığı yaşayan biriyim, dikkatimi her seferinde yeniden toplamak adına çözümler arıyorum bu açıdan. Tek düze anlatılarda bir yerden sonra ilgimizi kaybederiz. Sürekli ilginç de sıkıcılaşır. Biraz da bunu aşmak için parçalı anlatım. Hem ilginç bir bakış, sonra akıp giden bir anlatı, bir manzara, bir bir şiir. Diğer yandan tek bir sayfaya günlerce çalıştığım oluyor, olur da okur kitaptan koparsa o tek parçadan aldığı haz onunla birlikte devam etsin diye.
Her ne kadar “Doğmuşlar” mahallesi merkezde olsa da bir de “Birlik” mahallesi var romanda. Nedir bu iki mahalleyi ayıran ve bir araya getiren?
Doğmuşlar, doğmuş olma hali yüzünden bir arada. Birlik mahallesi ise birlik olmak için bir arada. Birinde kendiliğinden bir beraberlik var diğerinde zorlama bir beraberlik. Bu beraberlikler ortasında bir ben kalma çabası da var.
“İç Bir Şey”de bir şair Keçisakal var. “Doğmuşlar”da ise adını sadece yazar olarak bildiğimiz bir Yazar. Yazarın niçin adı yok? Romanlarınızdaki sanatçı karakterlerden muradınız ne?
Ben bu dünyadan bir bütün olarak geçmeye inanıyorum. Benim kurguladığım karakterle ilişkim bir “ben ve öteki” ilişkisi. Dolayısı ile bir karakteri anlatma çabam bütüne ulaşmak için. Tamamlanmak için. Karakter ve yazar ilişkisinde yazarın dışarıda konumlanması tercih edilir genelde. Oysa yazar hikâyenin içinde olabilir, yanında olabilir, karşısında da olabilir. Bazen yazar kahramanı ele geçirir bazen de kahraman yazarı ele geçirir. Bu ele geçirmeler olmasın diye kendimizi romanın bir nesnesi kılabilir miyiz? Kendimizi kurguladığımız karakterin hizasına çekip “görme fazlalığı” denilen o hastalıklı hali aşabilir miyiz? Bu soruların cevabı ile sanatçı karakterler ortaya çıktı sanırım.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.