Menu
HASİBE ÇERKO İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • HASİBE ÇERKO İLE SÖYLEŞİ

HASİBE ÇERKO İLE SÖYLEŞİ

“Saklananı açığa çıkarmaktan büyük suçluluk duyduğum vakidir…”

HASİBE ÇERKO, Niğde/Çamardı’da doğdu(1971),Niğde’de büyüdü. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde aldı. Halen İstanbul’da bir lisede felsefe öğretmenidir. Felsefe okuma – yazmalarında kültür, metin kuramı, melankoli, resim, sinema gibi alanlar ağırlıklı bir şekilde yer alıyor. Edebiyat eserlerini incelediği yazılarında yorumbilim yaklaşımını sergiliyor.

Kurmacanın sınırındaki felsefi yazılarını Karabatak dergisinde yayınladı. Edebiyat eserlerini inceleme, deneme ve öykülerini Hece, Hece Öykü ve İtibar dergilerinde yayınlıyor.

Eserleri: Us Lekesi (Şule Yay.,2010, 2012), Diana’nın Kanlı Kavakları (Şule Yay., 2013) ve Leyla (Büyüyen Ay Yay., 2015).

-Sevgili Hasibe, üçüncü öykü kitabın Leyla’nın yolu açık olsun. Us Lekesi ve Diana’nın Kanlı Kavakları’ndan sonra Leyla da okuruyla buluştu. Seni dinlediğimde öykülerinden ve öykücülüğünden bahsederken hep öne çıkardığın bir ifade var. Yazarken “silme” eylemi… Bir yazar olarak kendini silmek’ten ya da bir öyküye ait tüm geçmişten kurtulmaktan mı bahsediyorsun?

-Teşekkür ederim Zeynep. Evvela şöyle söyleyeyim: Silmekten kastım dilsizleşme. Kelimelere, anlatıma, bütün bir edebiyata dair ve ilk (mitik) bilgilerden bilincimin bütünüyle kurtulması. Bu silme, yeni bir metne girerken eski metnin havasından kurtulan tarafsız bir dilin evrenini açığa çıkarır. Önceki metnin devamı olarak düşündüğümde bile eskiyi, evvel yazdığım bütün öykülerdeki deneyimleri unutmak için silmem gerekir. Şöyle diyelim, yazarın kendi kendisinin yokluğuna varması ile uyuşuk bir uyanıklığın boşluğunu (sözün yokluğu ama bu söz yokluğunda yazının mekânını dolduran her şeyin sessiz dilinin parıltı içinde titremesi) deneyimleme. Unutulan şeylerin hafızayla hesabını kapatmadığını göz önüne alalım, gene de önce yazdığım bir öykünün, niyet edilende henüz görünmeyen bir mutluluğun, bilinmeyen bir bağlanmanın cümlelerinde kökenini bulur dil. Nesneler, şeyler sözcüklerde varlığa bürünsün diye, görünmeyen anlamıyla imgede var kılınsın diye bilinen maddi mevcudiyetlerinden soyarak bu mevcudiyete hapsolmuş biçimi bulma eylemi belki. İnsanı manevi olarak yaralayan şeyi, benin mutsuz yazgısının kökenini bulmak için edebiyata sarılmak, kendinden uzaklaşarak sessizliğin dibine inmek ve o sessizlikte sözün sessiz de olsa, muğlak da olsa hiç kapanmadığı yazın yüzeyine geçmek, silmeyle mümkün görünüyor.

-Peki aynı zamanda bir zihinsel tasarım şeklinde inşa ve silme mi? Kurtulma diyoruz mesela yazmaya?

-Kurtulma diyebiliriz tabii. Gerçi, yazının belirlenime çıkması sonsuz bir tedirginliktir. Yazmak bir tasarım değil de dışarıda gerçekleştirmedir. Burada ve şimdi. Az öncesi değil. Düzenleme ile hareketin birliği, bu birliğin dışarıdaki hakikati yazmak.

1-Evet, yoksa yeni bir hareket alanı açılmıyor.

-Kapanmayan, sonsuz açıklıkta yeniden başlıyorsunuz. Yazının yüzeyi daima yeni anlamlar açığa çıkaran bir açıklık, bir yayılma. Hem hedefe yaklaştıran şey, hem hedefi erişilmez kılan. Diyelim, yeni bir öyküye başladığımda hiçbir engelle karşılaşmıyorum. Burada büyük sorun vardır. Yaklaşırken o erişilmezliği yaşamalıyım. Yoksa her şeyin yolunda gittiği yanılgısına kapılır, başlangıç noktamdan uzağa gidemem. Hareket başlar ama mertebe aldırmaz böyle.

-İlk kitabın Us Lekesi’ne gelmek istiyorum. Kitabın içeriği kadar, bu öykülerle ilgili enteresan hikayeler de okudum. Senin yazarken yaşadığın tecrübeleri nakledişin ilginçti. Mesela İbni Sina üzerinden giderek kahramanın kendini yazdırması veya yazdırmaması diye bir şey mi var, onu konuşalım istiyorum… Sadece yazarın kahramanıyla kurduğu ilişkinin yazma tecrübesine etkisini.

-Bu, yazının bütünlüğü içinde bir tecrübe. İbni Sînâ ‘yı öykü karakteri olarak belirlediğim “Filozof, At, A’raf”adlı metinde süreci açıklamak lüzumu hissettim. İbni Seb’in’i yerleştirdiğim “Kestane Ağacı-Vizyoner Mektubunun Sonu”. Öte dünyaya geçmiş adamlarla düşsel yakınlık kurmanın riskleri düşün sınırlarını aşmıştı çoktan. Ama bu yola koyulmuştum. Bu benim mutlulukla ve tedirginlikle göğüslediğim büyük sorumluluğumdu.

-Peki bir yazar kahramanıyla nasıl bütünleşir? Yazarın seçtiği kahraman tarihsel bir figür de olabilir, hayali de. Bu seçilen karakterle kurulan ilişkinin kestirilemezliğini konuşalım. Hatta özellikle kitabına giren bu 17 şahsiyetin sendeki etkisini de paylaşabilir misin?

-Bir söyleşide şöyle demiştim; öykülerimi yazma sürecinde o filozoflarla ilgili yaşadıklarımı yazsam bir kitap olurdu. O kitap çok başka bir tecrübeydi. Kahramanların hepsi erkekti ve bir erkeğin dünyasından yazmaya çalışmak ilginçti. Ancak, öznenin yokluğunda yazabildiğimi gördüm bu öyküleri. Ne biçimsiz Sokrates, ne cimri el Kindi ne de bileğini keserek intihar eden İbni Seb’in, ne gençliğinin baharında idam edilen Sühreverdi vardı. Ne… Onların parıldayan yoklukları mevcuttu en fazla. O halde bu karakterlerimin her birinin anlatıcısı da bütünden kopmuş çokluktu. Bir örnek vereyim bak: Sokrates’i yazdığım “Bir Sokrates Oyunu” adlı öyküde tam üç buçuk yıl beklediğim tezahür durumları var. Giriş cümlesi ve devamındaki cümleler, içerikteki pek çok cümleler değişti, dönüştü. Demek ki bazı cümlelerin açığa çıkmasında özne etkisinden kurtulamamışım. Bu üç buçuk yılda bazı geceler okur, yeterince doğru bir yanma olmadığını görürdüm. Bir gece bu yanmanın gelmesi kaçınılmaz gibi geliyordu bana. Bunları kitaptaki biçimiyle yazabilmek için öznenin tam bir kayboluşu, bu kayboluşun boşluğunu deneyimlemesi gerekti.

Bilirsin sen de! Kelimelerin göstergelerle tezahürü yakıcıdır. Ki edebiyat bu tezahürle kendini belirtir. Bunlar bir öznenin bağlayıcılığında olacak iş değil.

-Kadın bir kahraman seçmeyi düşünmüş müydün?

-Önce düşündüm fakat artık ben sertliklerin evrenine girmiştim. Epeyi kötü bir evren. Cinsiyetsiz bakmaya çalıştım. O dönemde onların dünyasına çok iyi sızdığımı hissediyordum. Aslında “niye kadın filozof yazamıyorum” diye çok hayıflandım. O acımasız dönemde kadın filozofların dünyası bana kapalı gibi gelmişti. Hem birçok erkeğin içinde birkaç kadın filozof olacaktı. Diğerler karakterler arasında bir kontenjan açmış gibi olacaktı.

-Hasibe, bazı yazarlar dünyanın sıradanlığını çok cazip sunuyorlar, bir tür taklitle yola çıkarak. Senin öykülerinde de sıradanlıktan ziyade, özellikle tabiat söz konusu olduğunda güzele dikkat çekerek, güzel olanı göstermeye yönelik bir tercih var sanki. Seni okuyunca dünyanın güzel olduğuna ikna olabiliriz. Elbette ki dünya bütünüyle güzel yönden tasvir edilmiyor sende fakat güzel ifade edişin gücü de diyebiliriz buna.

-Kelime ve cümlelerin güzel kullanımı sanatın hiçbir zaman kolay bir güzellik olmadığına atıf belki. Leyla’da, kelimelerim için acı veren sevinç diyen kıymetli okurlarım oldu. Kelimelerin sevinci ve hüznü, güzellikle dokunulmuş çürüme diyen okurlarım oldu. Öykünme konusunda, bilhassa Leyla, mimetik tatları sezdiren öykülerce zengin diyebilirsiniz de. Çünkü, doğa tasvirleri salt retorik değil bende, olduğu biçimiyle ve esas tabiatında doğaya bağlılığım var. Ancak burada görüngüleri aşan bir şey, kurgulanan mekân ve zaman var. Görünürün, aslında ne kadar görünmez olduğunu gösteren bir dizi kurmaca söz konusu. Nesneler, şeyler sözcüklerle varlığa bürünsün diye, görünmeyen anlamıyla imgede var kılınsın diye bilinen maddi mevcudiyetlerinden soyarak bu mevcudiyete hapsolmuş biçimi bulma eylemidir demiştim ilk sorunu yanıtlarken.

Diğer yandan taklitçi sanatın karakteristik bir sanat olamayacağını düşünüyorum. Yeni yazının düşüyle ve boşluk duygusuyla yazan birisi taklit etme hakkına sahiptir fakat rüyalarını! Mesela “Her Şey Bir Derekuşu” öyküsü… zihinde hiçbir nesneye, özdeğe, hiçbir plana, ve uzama yaslanmayan soyut bir metin… keşif ve bulgulama, düşsel karşılaşmanın hayreti ve şoku var.

-Peki, sıradan olmayan kahramanlar üzerine yazmayı konuşarak devam edebiliriz. Eagleton bu konuda şöyle bir şey söylüyor: Shakespeare’in Cordelia’sı, Milton’ın Şeytan’ı ve Dickens’ın Fagin’i tam da bizim bu tiplerle süpermarkette karşılaşma ihtimalimiz çok düşük olduğu için büyüleyicidir…

-Novalis idi sanırım, “ne kadar imge, o kadar gerçek” diyor. Aslında gerçeklik dediğimiz şey nedir? Bana göre gerçeklik, saklanandır. Saklananı açığa çıkartarak aslında büyük suçluluk duygusuna kapıldığım vaki olmuştur. Öbür türlü kelimeler açığa çıkmadığından edebiyat eyleminde bulunmamışımdır. Yazının açığa çıktığı an, asıl gerçekle karşılaşmış hissediyorum. Zaten bu açığa çıkanda gerçeklikle karşılaşmasam yatıştırılabilirdim. Kendi kendimi teskin edebilir, hiçbir şey değişmemiş gibi yaşantıma devam edebilirdim. Bu dünya vehimdir de demek istemiyorum. Hayır, bu değil. Benim hakikat veya gerçek diye düşündüğüm şey, mevcut haliyle beni rahatsız etmeye devam eden yazının varlığındaki tuhaf ıssızlık. Teskin edilmemin olanaksızlığında hakikat salınıyor.

Bu meyanda karakterlerimin gündelik yaşamda kendini gizleyen tipler olduğunu söyleyebilirim. Bütünüyle insanın hassasiyetlerini yansıtan ama bu yansıtmayı kendine döndüren karakterler. Uyku ve yorulmak bilmeyen faaliyetlerinden tanırız onları. Aşırı heveslilik ardından hemen bir umursamazlık sergilerler. Diğerleriyle konuşmamanın dehşeti içindedirler. Mahrumiyet ve boşluk içinde kimseye yük olmak istemeden dünyayı bulgularlar. Parlayan gözler, buğulu tipler…

-Tanpınar’ın karakterleri için ara-varlık, sınırda demiştin. Senin öykülerindeki kahramanları nasıl tanımlarsın?

-Öyle sanıyorum ki, imgelerin dönüşümü belirliyor benim dilimi. Eşikler, yürünen yollar, mekâna bulaşan, yayılan bedenler, yalnızlığın dibini bulan buğulu kadınlar, çizgiyi çizen ve kendini çizenler, silinmek isteyenler… Bir günde büyüyen çocuklar, tam tamına görünmez olmak için yaşayanlar, renkler, hayvansal varoluşlar, doğa, ve bir okurumun tespiti ile hüzün, taş, kuş, ağaç, çiçek, yıldız, kar tanesi, otlar, evler, pencereler, pınarlar, bütün rüzgarların dört bir yanda estiği uzamlar, ırmak, deniz, su, beni çeken hayali mekânlar, mekânlar… hiçbir detay gereksiz değildir. Çünkü hepsi benim yazın karakterlerimi oluştururlar. Hepsinden derin anlamı içinde etkilenirim.

-Öykülerini yazma süresince kimleri okudun, üzerinde bu yazarlardan bir etki hissediyor musun?

-İlk kitap için: Peyami Safa, Tanpınar, Ahmet Haşim, Cahit Zarifoğlu, Poe, Borges, Hermann Hesse, Kafka, Calvino galiba en çok bunlar vardı elimde. Poe ve Borges ve Calvino en çoktan daha çok etkisini hissettiğim üç sanatçı. İkinci kitap için: Nabokov’un derin tasvir gücü ile insan oluşu harika çözümlemelere tabi tutan ayrıntıcılığı, duygusal karşıtlıkları işlemedeki samimiyeti. Kelimelerin en acı diplerini görmüş bana kalırsa Nabokov. Müthiş demek istiyorum. Katherine Mansfield, dili dua gibi işleyen çok tatlı bir hüzün anlatısını bırakmış geride. Zweig, görkemli tasvir gücü ve Amok Koşucusu gibi hayranlık uyandırıcı öyküleriyle girmiş oldu yazın evrenime. Ama yanımda en çok Nabokov vardı ikinci kitabımı yazarken. Bu arada Borges’in Babil Kitaplığı serisi içindeki kitapları hatırlamakta yarar var. Leyla’nın dışlaşma sürecinde hep iç içe olmayı seçtiğim birkaç isim: Bilge Karasu’nun imge odaklı dil evrenini hep canlı ve kışkırtıcı buldum. Rasim Özdenören ayrıntının, hıncın, çok hoş imgesel doku içinde açımlanan savruluşların, incelikli tasvir atmosferinin yazarı. Öykülerinde öznenin parçalanışı ve nesnenin kişisel bir değer alışı etkileyici idi. Kafka’nın rahatsız edici tarzı, fantastik insanı, Hermann Hesse’nin günümüz insanını doğa içinde ele alarak onu daima aşan büyük söylemi ve doğaya bakışındaki görkem, yazınsallığı resim sanatıyla birleştirmedeki ustalığı, ayrıntılardan etkilenme biçimindeki tam insan tonu sarsıcıydı. Cortazar ile karşılaşmam Leyla’nın uğuru olmuştur. Serinkanlı merhamet, sakin kışkırtının adı Cortazar. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’deki gerçeği ustalıkla örttüğü sanki hiç başlamamış gibi bitirdiğim ara varlığı (kahramanın, belli bir zaman aralığındaki gerçek dışı mevcudiyeti), tasvirin, imgelerin tarafsız aracısı olarak duyarlığın, incelikli ayrıntının zirve anlatımı, (bence tamamen mitik bir yazın evreni ki etkilenmeye değer). Ayrıca kelimelerin özel anlamında büyük mesafe almış derin karanlık R. Maria Rilke, İngeborg Bachmann fantastik derinlik, acı, sarsan anlık karşılaşmalar, Virginia Woolf’ün kendi tarzındaki mitik izleği, Sâdık Hidâyet’in kışkırtıcı modern dili… Bir de belli zamanlarda okumayı hep özlediğim Faulkner’in izleğini mitik bulurum.

2-Senin öykülerinde tamamen açığa çıkarılmayan, kendini bütünüyle ele vermeyen, okurla sanki bir tür saygı mesafesi kuran bir yapı var. Buna katılıyor musun?

-Elbette. Ne kadar çok açıklarsam metnin katışıksız özünün o kadar eksildiğini düşünürüm. Metni dış dünyaya bütünüyle açmak güncel sözcüklerle veya şöyle diyelim; herkesin kullandığı sözcük dizimi yani uzlaşımın mantığı ile eyleme geçmek olur ki bu, okuru önceleyen bir yaklaşım yani avcı yaklaşımıdır. Kitabı okur yazmaz hayır. Yazarın kendini ortadan kaldırması bu şekilde olmamalı. Yazar, yazarken metnin içinden kendini silerek kaldırmalı kendini. Nesnenin bilinci ve yaşayan özü okur değil yazardır. Okuru tavlamaya yönelik eserler okura büyük saygısızlıktır bu yüzden. Zekâsını ve keşif yetisini hafife almaktır. Aslında sen busun. Henüz olmadığın şeyin sende zuhurunu bekleme demektir. Bu anlamda dürüst, çıkar gütmeyen vicdandır özgür bir yazar. Düşünün ki koşulları yadsıdığım için yazıyorum; fakat o yadsıdığım koşullara haklılık payı çıkaran bir yazar gibi görünmeye uğraşıyorum. O zaman özgürlüğümü değersiz ve anlamsız kılmam mı?

-Tam da Tanpınar’ın “İster rüya olsun, ister kurgu olsun yazarken o havayı kurabilmek önemli…” dediği atmosferi sen öykülerinde kuruyorsun. Bu atmosferde okur merakı giderildiği ölçüde nüfuz edebiliyor yazdıklarına. Bir yandan da oluşturduğun atmosferin ne kadarı metne sızıyor, gerçeği tahrif edip hatta yıkıp ne kadarını okura veriyorsun? Hani her defasında inşadan bahsettik…

-Öncelikle sessizliğin benim öykülerimde bir temel olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu bu bir sezgi. Yazılamayan başlangıca yani söze götüren bir yanı var sessizliğin. İmge yoluyla dünyanın mevcut haliyle yüz yüze geldiğimde sessiz boşlukta yürümeye başlıyorum sanki. Bugünün dünyasını boş ve ardışık anlamından sessizlikte kurtarıyorum. Heidegger, “Sessizlik yalnızca anlamlı olan değildir, anlamı açığa çıkarandır” diyor. Belki kurtarma bu anlamı görmedir. Belki de görülüp yazılamayandır. Bilmiyorum. Sonuç olarak kelime gerçekliği örtendir. Yazı daima yadsıma üzerine kuruludur yani. Bir yönüyle temsil ettiği bir bütün var yazının ki bu itibarla salt düşünce olmasa gerektir. Çünkü soyut bir tasarı değildir artık gerçekleştirilmiştir. Ama öznellik içinde. Diğer yandan dünya bütünüyle ancak bir düşün içinde kendini gösterir. Gündelik gerçekliği içinde değil. Demem o ki şeyler düş ve imgenin ürününe dönüştüğü zaman tam bir bütün olarak görünür. Yazın uzamında özne parçalandıkça dünya daha bütün görünüyor. Açıklanamaz olana yaklaşılıyor o zaman. İmgelerin akışkanlığı, konumunu sürekli değiştiren öznenin konumlandığı zaman aralığı ve göstergelerin birbiriyle mesafesi bu bütüne götüren şeylerdir.

-Yazma tekniklerini sorsam, nasıl yazıyorsun? Zaman konusu nasıldır? Sabahları yazar mısın veya gece gibi tercihlerin var mı?

-Açıkçası ben çok dağınık bir yazarım. Gece yazdığım öykülerimin hakiki öyküler olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu gece yazılan kelimelerin gerçek kelimeler olduğunu. Sabaha kadar oturmam belki ama 4’e kadar oturup yazıyorum başladığımda. Zaten başlanmış bir metin artık belli bir vakit ve rahatlık gözetmeksizin yazılır bende. İki arada bir derede kaldığım zamanlarda örneğin, alıştım buna. Geçenlerde yeni bir şey keşfettim, metroda yazabilmeyi. Bir buçuk sayfalık bir metin. Ve tek kelime atılası değildi nerdeyse. Uyarıldığım zaman uykusuzluk çekiyorum. Uyku düzenim altüst oluyor tabii. İyice uyarıldığımda vaktin pek kıymeti yok. Öğlen güneşi geceyi taşıyor. Her şey geceyi taşıyor. Yazarken her vakit gece oluyor. Açığa çıkma ve belirlenme olan kelimelerin belirlediği şeylerin ölümünü taşıması gibi.

(DERGÂH DERGİSİ,19 MART 2016)