Sonra bir şey daha vardı anlamadığım:
Yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Çağrılmayan Yakup - Edip Cansever
Foucault’a göre “Aynının Kahramanı” (Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, Temsil, Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge yay, s. 83) olan Don Kişot; yel değirmenlerine karşı verdiği savaşta bulduğu işaretler ve her an yenilenen kodların şifresini bulacağını düşünmekle geçirdiği süre içerisinde harcadığı emek ile “benzer” olanın sınırlarından çıktığı için kahraman olmuştur. Halk mizahıyla aşağılanmıştır, belki bazılarınca renkli bir kolaj olmakla sınırlandırılmıştır; ama “özdeşliklerin ve farklılıkların” yani modernizme ait şeyler arasındaki bağın çözümünde dilin hükümranlığını alet edinerek farklılığını açıkça gözler önüne sermiştir. Karnavallaşmıştır.
Benzer olanın sınırlarını en çok o sınırları geçen bilebilir. Don Kişot, farklılığını alelâdelikten alır. Fakat sıradanlaşmanın sınırlarını deliliğin sınırsızlığıyla yıkıp geçmiştir. Nasıl olsa sıradanlık, bir delinin asla imtina etmeyeceği bir şeydir.
Bir şairin de dünyaya olduğu gibi saygı duyma zorunluluğu yoktur. Hatta dayatılmış, onaylanmış, aynılaşmış olana karşı, dünyayı değiştirmekten uzak bir şekilde ona saygı duyup boyun eğmesi mümkün değildir. Bu tavrın tersi, dünyanın (şiirin) merkezine kendini koyan şairin Don Kişot’un aksine, benzerlerinin sınırlarını yıkmadan “aynı”laşması olur. Oysa kahraman oluşun sırrını bilen şair -nasıl bildiğini bilmese de- sıradan oluşun sırrını da bilir.
Sıradan, orta çapta, vasat olmak benzerlerinden ayrıldığında değişiveren bir özelliktir. Benzerleriyle birlikteliğin silikleştirdiği her ne varsa, tek olarak diğerlerinden ayrıştığında son derece dikkate şayan bir nesne haline gelir.
Kendini gösterme biçimini kendi seçen özne artık sıradan değildir. Sabit sınırlar veya kategorilerden uzaklaştıkça sıradanlığın yok ediciliğinden kurtulabileceğini bilir. “Bütün siyasi kötülüklerin temelinde ‘başka’yı ‘aynı’ya indirgemenin yattığını düşünür.” (Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı (Giriş), Çev.: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004, s. 285). O’nu olduğu gibi algılamamıza engel olacak şekilde tekil, ters istikamette, Araf’ta, değişime açık, merkezsiz, eklektik ve akışkandır...
Zaten dünyayı bütünüyle “olduğu gibi” bilme iddiamız Eagleton’a göre kavrayışımızın her zaman taraflı, partizan bir yorumlama meselesi olduğu kadar, dünyanın kendisinin de belli bir oluşu olmaması nedeniyle boş bir hayalden ibarettir. (Terry Eagleton, Age, s. 279).
İnsan hayatının ufkunu bütünüyle kuşatabilecek bir bütünsellik, rasyonalite, bir üstdil ya da insan hayatının sabit bir merkezi yoktur; hiyerarşik olarak düzenlenmesi ya da “ayrıcalık tanınması” imkânsız ve dolayısıyla kendilerine ait olmayan iş görme biçimlerinin dokunulmaz “başkalığına” saygı göstermeleri gereken bir kültürler ve anlatılar çoğulluğu vardır yalnızca.
“Ben” in sınırlarında dolaşan şair bir yerden sonra tüm hiyerarşik kategorilerden sıyrıldığında ötekini “çözümleme” adına dillendirir. Artık hiyerarşi değil “başka”lığın çözümlemesi vardır. Diğerine ait özne hiyerarşik bir kategori oluşturmaz.
Dünyayı göstermek istediği sorunlardan yana, yaratmak istediği karakterden yana çevirebilen şair, artık yel değirmenlerinin değil dev plazaların içinde gündüz mesaisinde savaşan kahramanların olduğunu göstermeye başladığında “benzer”lerinin sınırlarını zorlayan Aynının Kahramanları’nı yeniden ve yeniden yaratmış olur. Modernizmin hiyerarşik “ikizlik” (İkizlik Motifi; modern edebiyat dâhilindeki tanımıyla bir yandan yazarın anlatının yaratılması sürecinde aslında yazdıklarına dönüşmekte olduğuna vurgu yaparken, diğer yandan da yazarın kendisini kişisel olarak tanımayan insanlar tarafından ister istemez yazdıklarından ibaret kılındığına işaret eder. İkizlik Motifi tarihsel anlamda; Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar, Hz. İsa’nın taşıdığı haç “+” , Eski Yunan’da tapınak kapılarında kullanılan sağ ve sollu hayvan+bitki figürleri, İkizler burcu gibi örnekleyebileceğimiz semboller şeklinde rotasyonel yönetimi işaret eder. Daha sonrasında ise “çift başlı tek kartal” motifi, merkezi iktidarın ikizlikten tek el’e doğru geçiş aşamasının sembolü olmuştur.) motifi silinip gider. Dünyanın gidişatını değiştirmeyecek kahramanlar olarak ezilmişler, küçümsenmiş kadınlar, onuru kırılmış erkekler, yoksulluktan beli bükülenler... Sadece bunlar değil; her gün işine nefretle giden sekreter, doktora tezini hazırlamak için kendini eve kapatan genç, çağrı merkezindeki müşteri temsilcisi, akşam yemeğinde ne pişireceğini düşünen ev hanımı, her gün doğum yaptıran ebe, köşe başındaki market sahibinin oğlu... Bütün bu sıradanlığın yaşandığı dünyada yazılan şiirin içinde, geri çekilen şairin yerine geçen birer özne olarak varolduklarında şiirin çokseslilik imkânı boy vermiş olacaktır.
Bakhtin’e göre “Ben-öteki ilişkisi, öznenin bir başka özneyle ve öznenin bir başka özne aracılığıyla kendisiyle ilişkisi meselesidir. Dolayısıyla da bu yaklaşım biçimi, Bakhtin'in daha geniş bir bağlama sahip olan özne kuramının temel öğesidir. Buna göre ben, bir özne olarak kendi değerimi, ancak öteki ile yani başka öznelerle ilişkilerimle belirleyebilirim. Bu bağlamda özne, Bakhtin'e göre hem Etik hem de Estetik bir varlık olarak anlaşılır ve değerlendirilir. Eyleyen özne, aynı zamanda yaratan bir özne olduğu için de bu böyledir. Eyleyen ve yaratan özne, sorumluluk sahibi olmalıdır; çünkü Bakhtin'ci anlamda sorumluluk, öznenin öznelliğini fark etmesi ve bunun gereklerini üstlenmesidir.
Bahsi geçen sorumluluk duygusu, şairin şiirde geri çekilerek öne sürdüğü her ne olursa; o kahramana (şeye) ait bir şekilde oluşur. Öne sürdüğü kişi bizzat tecrübenin kendisi olan şiir ile başkası olma deneyimi arasındaki paralellikle birlikte bize kendini gösterecektir. Şair şiirde başkasına ait bir bilinci tümüyle “kişilik olma kapasitesi” bakımından herkesle eşit bir konuma ulaştırabilir. Mesela “ezilenler”in üretilmiş karakterinin yansımasına denk düşecek bir şiirde buluşma zorunluluğu duyduğunda, onları ötekileştirmeden, nesneden özneye dönüştürdüğünde, onların değişimin nesnesi değil bizzat öznesi olduğunu gösterdiğinde son derece yüce bir sorumluluğu yerine getirmiş olur. Var olmuş bir “dünya”nın dile gelmesi için şair kendi öznesinin saltanatına son verir.
Hayatın, ortama bağımlı çok sayıda ve çok çeşitte bulunan şekillerinin birlikte varolduğunu düşündüğümüzde diğerine ait bir özneyi öne sürmek şair için, belirlediği sınırın yine kendince ihlal edilmesiyle kendi öznesinin apoletlerini sökmesidir. Kahramanın tahtı artık boştur. Artık herkes sadece on beş dakikalığına değil, bir şiirde boy vermiş kahramanlardır.
Sıradan ve Benzersiz:
Klasik destanlardan bu yana çok tanım değiştiren “kahraman” özne, modern şiir çerçevesinde “şair-özne”, günümüze baktığımızda bunca çeşitlilik içinde daralıp genişleyen anlamda çoksesli, çokdilli yani kendi adına konuşma imkânını elinde tutan bir öznedir. Bakhtin’e göre şair kendi söylemini doğrudan kendisi üstlenir. (Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki yay. 2000, s. 29). Dolayısıyla şiirde çoksesli bir çabanın şairin kendi sınırları dışına çıkamayacağından mümkün olamayacağını ileri sürer. Bakhtin’in kastı tamamıyla lirik şiir olsa da şair kendisi dışında her şeyi şiirde nesne kılmıştır ona göre.
Bakhtin’in romanda bulunduğunu öne sürdüğü “ülkücü kahramanlar” yazarın söyleminin nesneleri değil, “kendi öz söylemlerinin ayrı birer özerk taşıyıcısı”dırlar. Bu yüzden “ Bakhtin Dostoyevski’yi gerçek çoksesli romanın yaratıcısı olarak görür. Onun romanının temel ilkesi söyleşimdir. Kişilerden herhangi birini, insan doğasını, toplumsal bir tipi, ruhsal bir özyapıyı simgeleyen belirlemeler ağı içerisinde, “O” zamiriyle belirlenen ayrı bir kişi yaratmak yerine, kişiyi kendisiyle konuşulan bir “Sen”e dönüştürür. Yazar onu belirlemek yerine, sorgular, kışkırtır, dinler.
Dolayısıyla, bir başkasının bilincinin -bir nesne olarak değil özerk bir özne olarak- olumlanması romanın içeriğini belirleyen etik-dinsel postüladır (bütünleşmemiş bir bilincin mahvoluşu). Yazarın dünya görüşüne ait bir ilkedir bu ve yazar karakterlerinin dünyasını tam da bu noktadan kavrar. Vyaçeslav İvanov’a göre “Kahramanlar ötekini gönülden olumlayamadıkları, “Sen Varsın” diyemedikleri için mahvolurlar.” (Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Eleştiri, s. 54).
Oysa şiirde başkasının “Ben”ini kendi öznesi yerine koyma tercihi; her türlü tecrit edilmiş kimlikten tedirgin olmayan şairin gözlem gücü, beyin kimyasının yüksekliği, kendi kahraman kimliğinden feragat etmesi gibi unsurlarla açığa çıkacağından şiirde de diyalojik bağlamla karakterler yaratılır. Şiir dehası, yetenek ve benzeri (yukarıda bahsi geçen) birçok unsuru beraber anmamızı gerektirecek bu çaba mesela Akçaburgaz’lı Yekta’yı Turgut Uyar’dan bağımsız olarak düşünmemizi sağladığında başarıya ulaşmış olur.
Diyalojik, dolayısıyla çokdilli bu şiirlerde kişiliğiyle, yaşantısıyla, sözleriyle kusurlu olanı mükemmel bir “oluş”la açığa çıkarır şair. Böylelikle ancak şair-özne ilişkisinde kurulmuş bağı sürekli ve sonsuz yıkmaya dayalı bir çaba bizi şiirde çoksesliliğin imkânına götürür.
Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
O kadar ölü vardır ki her yanımda benim
- Ölüler içindeyim ölüler içindeyim -
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim.
Cenaze Kaldırıcısı Adem - Edip Cansever
Cenaze Kaldırıcısı Adem, soğuk bir gerçeklik olan ölümü içselleştirmiş, böylelikle sıradanlığını tüm benzerlerinden ayırarak ilginç kılmış bir ses. Onun yaptığı iş, bir gün başına gelecek olan şeyi başkalarının başına geldiğinde gerekeni yaparak unutmaktır. Ölüleri yıkayıp kefenleyerek para kazanır. Ölülerin üzerinde bulduğu eşyaları her zaman teslim etmez, genç kız cesedi gördüğünde içi gıcıklanır, bazen gördüklerini karısından bile gizleyerek karanlığa gömer.
Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz /Kimseler bizimle konuşmaz /Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız /Giderek alıştım içkiye de /Demin de söyledim ya, iyi adamımdır /Benden kötülük gelmez
Yaşadığı topluma karışamayan, yaptığı işin tuhaflığını günlük pratiklerinin tümünde hisseden “ölülere alışmaya mecbur” edilmiş bir adamdır Adem. Edip Cansever Cenaze Kaldırıcısı Adem’in var oluşunu, sıradan ve benzersiz oluşunu onaylamaktan ziyade ona bir ses vererek onu onaylamamızı -ya da varlığına inanmamızı- kendisinin bizzat şiirin öznesi olarak sağlamasına imkan vermiştir. Tıpkı Turgut Uyar’ın yaptığı gibi taraf tutmaz:
- Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni. hangileri haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
(Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur)
Akçaburgazlı Yekta şiiri, Uyar’ın geri çekilerek bu sıradanlığa kendi varoluş, Yekta oluş imkânını sunduğu bir şiirdir. Onu tüm günahı ve sevabıyla “bir insan” olarak bize kendini anlatma gayreti içinde görürüz. Bu gayreti yadsıyamadan Yekta’yı suçlar veya mazur görebiliriz. Yekta’nın var oluşuna, insancıllığına, aykırı duruşuna ve yıkıcılığına kayıtsız kalamayız.
Belki tümüyle sınırsızlık ideali yoktur; ama sınırlarla mücadele vardır şiirde. Şiir, “duyarlığın en saf, toplum tarafından en az lekelenmiş biçimiyle devreye girebildiği tür” (Terry Eagleton, Age, s. 74) olduğundan sınırları şair tarafından belirlenmiş müthiş enginlikte bir alandır. Şiirin alanına kendisini “O” zamirini yüklenerek diğer yandan bizimle konuşmasını sağladığı bir “Sen” oluşturması şairin, aynılığa indirgenmemiş her bir özneye yaşam alanı açmasıdır. Yıktığı saltanatın yerine dipsiz bir tasarım, tarafsız bir duruş, metafizik derinliği olmayan ama oldukça yoğun bir gerçeklik veya gerçeksizlik duygusu yani garantisiz hakikatler koyar. Negatif bile olsa her özneye sahici bir kahramanlık sırası gelmiştir.
Şiir daima Nietzsche’nin deyimiyle “büyük öğlen” yani o korkunç ve tam aydınlanma vaktini işaret eder yaşadığı toplumda. Gerçekler onları gören gözlerin sayısı kadar fazladır. Şairler tüm bu gerçeklere tam aydınlanma vaktinde bakabilme şansını yakalayabilirler.
Yaşadığımız çağda ise Şair’in özne olarak çıktığı tahttan inip “Sen Varsın!” dediği ve bize bu oluşu gösterdiği her kimse veya her şey, var edildiği andan itibaren şairin kendisi kadar ölümsüz olma arzusu taşıdığını bizlere ispat edecektir. Her biri tıpkı öldürülemediği için ölümsüz olan Unamuno (Miguel de Unamuno [1864-1936], Çağdaş İspanyol düşünce ve edebiyat adamı olan yazarın Sis adlı romanında anlatılır: Roman kahramanı Augusto Perez’i öldürmeye karar veren yazar ile aralarında geçen diyalogda Perez şöyle der: “Hayır, hayır, hayır, ölemem ben! Yaşayan, var olan kimse ölür, bense varolmadığıma göre nasıl ölebilirim? Ölümsüzüm ben! Tek ölümsüzlük benim gibi ne doğmuş ne de var olmuş bir yaratığın ölümsüzlüğüdür...” Miguel de Unamuno, Sis, Çev.: Behçet Necatigil, Bilgi Yay., 1970, s. 245) karakteri gibi.