Menu
UZAKLARIN BİR FİRÛZAN MASALINA
Şiir • UZAKLARIN BİR FİRÛZAN MASALINA

UZAKLARIN BİR FİRÛZAN MASALINA

I
Firûzan, varsa da bir terslik, kısaca hikâyem bu!
dik durduğumu sandıklarında
korkusuz Şamandım ya, karşılarında
oysa tüm bunlar, beni tutup putlarına sürtüp
negatif kutuplamalarından önceydi
yani ben, tanrıya basit bir kulken
ve hazine sandıklarına
henüz postalanmamış pulken değerliydim!

o zamanlar, dillerinde /ejderha dilli adam/dım
/kusulmamış taze nefret, ifrit gurur, pürneşe ve sâfî kahkaha/
kendime yargısız infazlarımın ardından
sıkmaktan köpekdişlerime kadar döktüğüm
ölüme kilitlenmiş çenemde, nasılsa
bir başına kalmış, öyle kolayca sökülemeyecek
en fazla, dört kök bir azı diştim!

şimdi şurda, benliğime şu kör cımbızı vurup
tek tek bulup, yolup şu kıl kılçık kelimeleri
bir vebâlı şırıngayla, çekip kalbimin kanını
şu katliamı, dilime yeniden yaşatmayayım!
şimdi şu kanlı sahneyi sana, şurda
utanç verici, bir enişte-baldız hikâyesi gibi
yani o kadar aykırı, o kadar aşağılık, hâşâ
anlatmayayım!

öyle anla ki şu az sonra gelecek teşbihi
bir şiire hiç benzemese de şu zırva
içinde en azından, kabul görmüş edebî sanatlardan
bir eser bâri olsun
şu berbat kelâmlar içinde, en azından
az kullanılmış, bir kapalı istiâre bari bulunsun!

işte, /varlık/ demek yanlış değilse, eğer
o her gece düşlediğim
birebir eşleşip, ölümüne seviştiğim
ve cesedimi büyük zevkle emdirdiğim /ölü'm/
hayatın o dünyalar güzeli kız kardeşi
sürünerek geçerken, sıkışıp kaldığım
o dipsiz ve sıkı kasık, o genital darlık
...ki sonsuzun ilk kapısı
bal gibi de /kabir/di!

inan, inandığımdan değil şu söylemişliğim
yakarak çağırıyordum kayıp gemilerin türküsünü
dağ dağ dağlayarak
...ağlayarak!

peşinen, şu açıklamayı yapmalıydım şurda, Firûzan
ki sana hayattan, sevdiğin tek bir şeyi bile hatırlatmayıp
“nerden çıktı bu şimdi?” demeyesin diye!

sözün özü, kömür gözlü!
bildiğim hâlde o hekim ellerini
ve merhametini neşterinin
/ölüm/e şu reçeteyi
kızılkor, kömürközü bir /ihtiyaçtan/
/âcil/ yazdırıyor ve yakıyordum yaralarımı
yakıyor, yıkıyor
ve sağ çıkıyordum yine, kendi enkazım altından..

bu kadar değildi elbet hikâyem
sen yokken çoğu şeyi de es geçerek daha
basarak geçerken hem /ölü’m/ün de üstüne
onu öyle bir güldürüşüm vardı?!

şu latife, firûzan?!
ne komik ve ne kanlı, değil mi?!
hayatımı Arsen Lüpen kibarlığında yaşarken, bir yandan
onu bir piyanist ustalığıyla, tüy gibi bir dansa kaldırıp
tıpkı, o hırsızlar prensinin
soylu bir markizin mücevherlerini, zarif boynundan
ve şehvetli bir öpücüğü yarı açık dudakları arasından
tereyağından bir kılı/cı/ çekercesine, (ç)alışı gibi
şu son notalarını çalışlarım!

bir güzel soyuyordum ben de, işte
kızıl bir çariçeyi yatağında
uyandırmadan soyuşu gibi, Rasputin'in
hayatın en muhkem kasalarından, kendimi
böylece başlatıyordum, içimde
sessiz ve sonsuz, bir kansız devrimi..

şu insan ormanının zoraki kahramanı, ben
dilimin bir türlü dönmediği o /Şervud/ kaçağı Robin’i
Bastil hapishanesinden kaçan, müebbet günahkâr aziz(!)i
ve Kutsal Kâseyi arama bahanesi
daha ilk Haçlı seferinde, Kudüs'e katliama giden kirli zangocu
merhamete gözü kör; Beş Keş Keşişi oynarken de
bir o kadar Vandal, bir o kadar da kabaydım hani!

oysa ben
hayatımın ilerleyen sakin bir sahnesinde
Cankurtaran’ında bir İstanbul’un
denize yay çeken, çelebi kemancıyken
aynı anda, martılara cankurtaranlığa soyunmuş
destursuz bir balıkçıydım, yalnızca!

ne yazar, ne çizer, ne şairdim yani
ve ne de başka bir şey
çapsız biriydim, ki kendi yarıçapımda
sessiz ve kendi çığlıklarından ürken!

bu yüzden şu itiraf hiç rencide etmiyor beni, Firûzan
kendime yirmi dört saat itirafçıyım nasılsa
ve dâimî müfteri..
arada /boşluk/ olsa da
işlemediğim ne kadar suç varsa, zaten hepsini
çoktan üstlenmişim
ve o boşluklardaki sıra sıra düğümlerimi!

oysa bir düğümü çözmek
derin bir yardan düşmekten zor
bir Türkmen bozlağına konuk olup
yâr göğsünün düğmelerini çözmekten kolaydı
Karac’oğlan misâli!

işte, daha çok düğümlenip ve çözülmemek için, bir daha
ve daha çok karışıyorum hayata
bağrımı açıp, sıkıca asılıp saçlarına kaderin
bahtımı açık bırakıyorum rüzgârlarına!

II
çekilmez dedikleri şeyler, büyük mutluluktu bende, Firûzan!
onların şu büyük derdi, benim ağız tadım, kavgalarımdı
çekilmez denilen en hırçın yanlarını,
ve yılanlarını basarak bağrıma
güzeldi, denizlerine düşüp sarılmak yalanlarına
hayatın ve insanların!

desem ki sana; “insanların can sıkıcı bulduğu şeylere alışığım ben
ve âşığıyım onların!.”
çoğaltmaktan ziyâde kendini, hep eksilmeye müsait ruhumla
elde avuçtakini dağıtmaya..
bu yüzden “ne varsa gitsin benden, elden!” diyerek
geriye bilerek bıraktığım şu üç beş çul-çaput anı
ve kendime sakladığım bir iki kirli gizem
bir de içimin o kanlı bezi
“kepâzeliğim hâriç!” desem, meselâ
çeker miydi/m/ dikkatini?!

ya da “kimliğimi kaybettim insanlığın dibinde
…demek ki lüzumsuz bir şeymiş!
oysa ki benliğim, ben daha küçük bir çocukken
anamın severken öptüğü, sağ kulak mememdeki
o minicik /ben/ kadar benimdi” desem
bugün anlar mıydın beni?!

yolum uzun ve sancılı, Firûzan!
önümde, kendimle edeceğim daha çok kavga var!
işte, üzerimdeki tüm ağırlık burada, ortada
ve insan elinden çıkma öğretilerin tüm kemikleri
içimde, bir mezarlıkta..

işte şurada, o her boya ayarlanabilir çelişkilerim
henüz nötrken hayatım ve varlığım hep solda sıfırken
daha çocuk yaşta tersinden kutuplanmış o
en tartışılmaz aşırılıkta “en”lerim..
işte
sömürgen sürüngenlerimin salyalarını akıttıracak kadar
yakınlarında duran, şu bağlayıcı, en iştah açıcı yanlarım
sert ve haksız müdahaleler için, sicilime işlemiş aptallıklarım
işte, modernizmin yaldızlı sözcüklerinin, sihirli sloganlarının
parıldayan yanlarına aldanan, şu beş karış havada aklım
ve sinsi, sırıtkan gülüşlerinin kapatması
o saf gençlik yıllarım!

hani korkum, iliklerime kadar ıslanıp
ellerinde şarj edilebilen, bir oyuncak pili olmak
orijinlerinde sıfırlanıp önce
ve sonra yeniden kutuplanmak
üstüne, donmak; sıfır noktalarında!

masumluğu yenilenmiş şu /öteki yarım/la
garip garantisi, yarım kalan yarı/nı/mın
kendinden geçmiş bir geçmişte, kolayca kaybolmak
kendi sarayında köle ve kendi köleliğine sultan olmak
geldiği gibi, gittiği gibi
olduğu gibi
öldüğü gibi...

III

firûzan!
kendini bozukluk gibi, harcayan biri
elbet kendine acımayan biridir..
günde dört paket, sade Maltepeyi
dibine kadar çekiştirip, köpek gibi
içime indirişime
ciğerlerimin şu bayram edişine
inan, acırsan üzülürüm!

gözlerimin hayata şöyle kör oluşu ve dillerimin kötürüm
acıtmasın içini!
başımın böyle, kendimle nasıl hoş olduğunu bir bilsen?!
hani sen, iç karartan şarkıları hiç sevmiyorsun
hani “bize ne yaptılar, bize ne oldu?"yu
“batsın bu dünya!” ve “kaderimse çekerim!”i
hani şu türden, lümpen tarzı şeyleri..
hani
sen hiç istemiyorsun diye bir zaman
şu vazgeçmiş göründüklerimi!

oysa, arkanı döner dönmez daha
karşında bile bile saptığım şu kör saplantılarım
benim sürekli iç çekip, iple çektiklerimdi..

biliyorum, bu fasıllar seni hep sıkıyor
hem sıkıyor, hem fena yıkıyor
askıya aldığın tüm umutlarını!

derler ya hani “…söyletene bak!” diye
bir yandan içimde o ses
“artık /acı/ yaşamak istemiyorum!” diye fısıldayıp dururken
ölüme şöyle sükseli el-enseler çekerek
sana ben, nasıl da naz yapıyorum böyle?!

sanırım ben, hep isteyerek ısıtıyordum
kör de olsa bakışlarımın garantisi
körlük belgemin tescili
şu kanlı suya tiridi..

bilirsin, soğukluğundan bilir, ölümü körler
şimdi şu hâlime ve şu demelerime bakıp
“hadi ölümü anladık be adam
kör ne bilsin aşkı!” deme bana!
hani bilirsin, aşk dâhil, her şeyi
hep dokunarak okurlardı onlar?!

ben, boşluğa yazıp çiziyordum
çilekeşken köy kültürüm
her şarkım edilgen ve körkütük arabeskken her bestem
varoşken, şehrimde mahallem
üstelik tek bildiğim acı da /biber/ken
bu durumda nasıl bir /acı/dan söz edebilirdi ki insan?!

..
gerçeğe duyduğun saygıya elbet saygım var, Firûzan
ben /benim olmayan gerçeğim/den bahsediyordum sana
bundan dolayı korkumdan!

fakat korkma sen!
dedem Korkut Ata gibi, benim de elimde bir kopuzum var
ama sen, yine de istersen
varlığınla reçetesine yazdığın o tatlı müsekkin
yarasına attığın o müşfik neşter yerine
kararlı Hipokrat yeminini sürüp meydana
doğrultup korkularına şu /Delidumrul’un/un
meydan okumalısın /ölümü/ne..

IV
şu taktıklarım ne fena bir ağırlık değil mi, Firûzan?!
güya yepyeni dallara daha sıkı tutunmalar
“bir inkişaf, bir tekamül, bir keşif, bir im”
yeni dilde; “bir gelişme, bir çoğalış, bir deneyim” içindi
“olgunlaşma”yı unuttum mesela, onu da demeliyim!

Firûzan, çocukluğumdan gebe kalmış şu melâl
“hüznüme zeyl” dediğim şu /karalama/lar
acuze dullar ülkesinin borca alınmış çeyizi
şu yırtık bohçama attığım her yama
şu /yazma/lar
Kaşıkçı Elmasına satılan
şu üç buçuk, kırık, tahta tatlı kaşığı olup
ve hayatın şu isli karavanına şu gözü kara dalmalarım
şu garip damak tadıma, şu daha da acı çalmalarım
biliyorum, iş değildi!

şunlardan konuşmak iş değil, biliyorum!
ama dünyaya sırtını dönüp
şöyle umarsız olabilmek
ve pervasız gülebilmek
kötü bir şey olmasa gerek!

kır kokan, köy kokan, kekik kokan
aşk kokan çağlardan kalmaysa, eğer
şu üç telli bağlama ve /şöyle masum tebessüm
ve bir de gülümseyerek şöyle, ölebilmek/
/köyü, kırı, kekiği, aşkı
ve bir ayağı çukurda modern dünya/ya
kötü bir miras, ama sıkı bir ders olmalı!

evet!.hiçbir şeyi olmak hayatın
diş diş kemirilirken acı duymamak
gülümsemek, katillerince kucaklanırken
güzeldir, Firûzan!
dervişler gibi kanarken
gülümseyerek kavramak da güzeldir
dikenlerini güllerin!

bilirsin, her Mecnun çölünde kendi Leylâsından asılır
başka türküleri düşürmez kervanına
benim göğümden de geçen o turna katarları
gidip ve dönmeyecek diyarına..

yaşamak zor erdem miydi ve yıpranmak yaşarken
ve böylece çoğalmak?!
ve buna talip olmuşsan, katlanmak?!
öyleydi de madem “eksilmek” diye bir kelime, niye vardı lügatte
boş mezar bekleyen biri olmak dururken, örneğin
hayatın başka bir şey olmayı tercihlemek?!
sonu /yokluk/sa ve eğer başka bir yolu yoksa mâdem bunun
bir derdi olmamalıydı o zaman, /yaşarken yok/luğun!

Tacitius’u “teklifsizlik küçümseme getirir” demek delirtmişti
ve entrikacı Roma’ya, ölümüne teklif götürmeye iten de aynı nedendi
yani şehirleri yakanlar, bıraktılar da insan gibi yaşamayı
biz beceremedik mi?!

ölemiyorum bile işte, sürünürken Firûzan
belâya tırmık çekmişliğim de çokken üstelik!
ve üstelik sen şöyle üstüme titrerken..

nenem rahmetli, o Türkmen bilgeliğiyle bunu söylerdi demek, hep
“oğul, sen doğru yolda ölmezsin!” dediği ben
yanıltıp onu; “artık, mezarında güldürmenin vaktidir!” diyorum
ve soldurup şu eğri yolda, hayatımı
doğru!.yaşıyorum işte, inadına!

Diğer Yazıları