Menu
ŞİİR ÜSTÜNE ÜÇ YAZI
Şiir • ŞİİR ÜSTÜNE ÜÇ YAZI

ŞİİR ÜSTÜNE ÜÇ YAZI



1-MÜCADELECİ ŞİİR - 2

Şiir , en nihayetinde, insanın kendiyle bir hesaplaşma denemesidir. Şair , kendiyle hesaplaşırken aynı zamanda-ön planda veya arka planda- içinde yer aldığı ya da tanığı olduğu çağıyla, buna koşut olarak birlikte bulunduğu, ilişki kurduğu veyahut çatıştığı insanlarla hesaplaşır. Bu insanlardan mürekkep toplumla da  bir alıp-veremediği vardır şairin. Onun derdi, ‘nasıl bir hayat yaşamalıyız?’ ve ‘bu hayatın anlamı nedir?’ veya ‘nasıl olur da hayatımı daha anlamlı kılabilirim?’ sorularıyla bütünleşen bir muhtevaya sahiptir. Şiirin ihtiva ettiği, özünde barındırdığı bu ‘çatışma’ , şair için tetikleyici bir unsur olmasının yanı sıra,eserin hem gerek şartı hem de yeter şartıdır. Gerek şartıdır çünkü, ‘çatışmasız’ bir şiir, baştan uyumluluğu kabul etmiş demektir. İtizal etmiş bir dünyanın kaosuna aş taşımak, şiirsel onurun kaldıramayacağı bir basitlik, bir düzeysizleşme ve bir soysuzlaşma belirtilerinden başkaca bir anlama sahip değildir. Şair , uyumluluğu seçmekle bu rezil-mutezil dünyayı onaylamış olur aynı zamanda. Bu ise şairin ölümü ve şiirin tekdüzeleşmesiyle sonuçlanır. Bu sonuç, işlevsizlikle yüklüdür ve şiiri kendinde başlayıp kendinde sona eren bir amaçsızlıkla mühürler. Bu kaygısızlıktır,bu kayıtsızlıktır,bu karşılıksız kalmaktır, bu vurdumduymazlıktır.

Yeter şartıdır çünkü, şiirin içinde ‘cedel’ olması ve mücadeleci bir atmosfer içermesi,bizim aynı zamanda onun bu karmaşık ve çatışmalı iklimine yönelmemize,duygu ve düşüncelerimizi eserin havasında seyretmemize, giderek bu eserin dünyasına komşu olmamıza kapı aralayacaktır. ‘Cedel’ , şiirin can alıcı noktasıdır. Cedelleşen  şiiri okumakla, biz aynı zamanda hayatın anlamına yönelik tasavvurlarımıza dair bazı tutanaklar elde ederiz. Sağlam bir kulpa tutunmaktır bu. Hayat durmayan enerjisiyle karşımızda durmakta:Hareket ve atılım. İç dünyamız birçok basınç ve itkiyle bizi eyleme zorluyor. ‘Bu böyle değil’ diyoruz, şiiri okumakla, ‘bu böyle olmamalı’. ‘Bunun bir sonu olmalı’ diyeceğiz giderek. Zira şair, zulme uğramış biridir, dünyanın gidişatından rahatsız olmuş kişidir. Uygarlığımız bize bunu söylüyor;uygarlığımızın özünde atılım vardır,kimliğimiz ve kişiliğimizle haklılığı aramanın yoluna düşmüşüz çünkü. Şiir de bir hak arama dilidir. Haksızlığa meydan okuma tavrıdır şiir. Her şairin ruhu kelimelerle bilenir. Cedelleşen şiirin inşacısı olarak şair,zulme uğramış olmakla, kelimeyi kızgın bir demirle tutuşturarak çağın ruhuna meydan okuyan bir karakter anıtı olur. Bir şahsiyet abidesidir. Cedelleşen şiirin ilk ateşleyicisi, ilk inşacısı,ilk oluşumcusu Mehmet Akif ve şiiridir bu yüzden. ‘Hakkın sesleri’ şiiri, cedelleşen şiirin mücadeleci ruhunun varoluş gerekçesidir. Bizler Akif’in şiirine tutunarak güç alabiliyoruzdur,eğer hala ayaktaysak.. Temel dayanağımız Akif’in İstiklâl Marşı şiiridir. Millet olarak neyi kaybettiğimizi hatırlamanın yolu , İstiklâl Marşı şiiri üzerine yeniden düşünmektir. Tekrar ayağa kalkmanın koşulu budur. Hemen her zaman cedelleşen şiirin hareket noktası, Akif’in ruhu ve abideleşen şiiri olacaktır.

Kendimizi tanımakla elde edeceğimiz birikimin bir ucu çağın ruhuna nüfuz etmek oluyor,çağı tanımak, giderek çağının tanığı olmak diğer bir ucu. Çağımızın içinde bize konum sağlayan,şiire yüklediğimiz anlam ve şiirin içerdiği çatışma öğeleridir. Tanıklıklarımızdır bize konum sağlayan. Bizim nasıl yaşacağımıza karar veren düzenlerin,sistemlerin zulmüne tanıklık,öncelikle. Savaşlara ve kıyımlara tanıklık. Cinayetlere ve yıkımlara, umutsuzluğa ve karamsarlığa tanıklık. İnsanın insanı aldatmasına tanıklık. İnsanın insan-altına düşüşüne tanıklık. İnsanın ahlaken yozlaşmasına tanıklık. İnsanın Tanrı’ya yabancılaşmasına tanıklık. Kendisine ve çevresine ördüğü duvarlara tanıklık. Soykırıma  ve özkıyıma tanıklık. Çıkmazlara ve labirentlere tanıklık.

Şairin kendiyle hesaplaşması, dünyayı yaşanmazlaştıranlarla hesaplaşmayı sembolize eder. Siz şairi kendiliğine yönelik kaygılarına bakıp ‘bireyci’ sıfatıyla niteleyebilirsiniz. Bu toptancı bir bakıştır haddizatında. Şiirin özüne girememekten doğan bir kör bakıştır. Şiire mahsus kaliteleri unutmadan şair, tanığı olduğu çağını niteliyordur aslında,betimleri çağa yönelik, çağın sunduğu köksüz insan profilini resmediyordur, düpedüz çağını şiirsel anlatım biçimleri kullanarak anlatıyordur. Şairin hikayeleştirdiği macera, genelde tüm insanlığın macerasıdır. Şairin trajedisi, insanlığın trajedisidir. Hayat çünkü şiir yoluyla bir serüven duygusu baz alınarak dile getirilmektedir. Savaşın ortasında yapayalnız kalan bir çocuktur şair, parçalanan gövdedir, haykıran, ünlemlerle dolu sesi dolaşır çağın helezonlarında. Bu bağlamda ‘cedelleşen şiir’ in sorumluluk yüklü bir şiir olduğunu söylemek durumundayız. Zira sorumsuz şiir, bütün şiir-dışı desteğe rağmen ömrü kısadır. Hesaplaşma , en nihayetinde çağımızın vazgeçilmez niteliklerinden biridir.

2-MUSTAFA ÖZÇELİK’İN ‘AŞK VE NİYAZ’ ADLI KİTABINDA ANLAM ARAYIŞLARI

Hikmet Söylemi

Günümüzde yazılmakta olan şiire baktığımızda şairin şiir algısıyla yoğun bir çıkmazın kıskacında olduğunu görürüz. Hikmete yönelik vurgu, bu şiirden çıkarılmış, şairin bir kısır döngü içinde devinip durduğunu, açmazların, ilginç sözlerin, kopuk ifade biçimlerinin, sürekli bir rahatsızlığın, iç sıkıntıların, iç bunalımların, ruhsal krizlerin şiir biçiminde şiir cümleleriyle dile getirildiğini görürüz. Manevi olanın dile getirilişine, dervişâne edaya, metafizik algıya hiç rastlanmaz bu şiirde. Sezai Karakoç’un ifade ettiği anlamda, manevi aleme pencere açmamış bir şiir dünyası yoksul bir dünyadır. Çorak bir dünyadır en nihayetinde. Günümüz şiirinin hikmete, hikmetli söyleyişe ihtiyacı var. ‘Yazılmasa da olurdu’ denebilecek şiirler yazılıyor bugün. İşte tam da bu noktada, hikmet burcundan sesleniyor oluşuyla şair Mustafa Özçelik’in, dervişane edasıyla birlikte çoraklaşmaya yüz tutmuş bungun, buruk ve yoz dünyamıza, anlam evrenimize edebi birikimiyle ve eseriyle hatırı sayılır bir ışık düşürdüğünü görürüz. Özçelik’in, şiiri, metafizik bir algılayışı var. Bu algı, ona Yunus Emre’den, Cahit Zarifoğlu’dan ve Sezai Karakoç’tan tevarüs etmiştir. Bu şiirsel toplam boyunca Özçelik, bilgece bir edayı, bilgelik dolu söyleyişi hiç elden bırakmaz:

"Sonra ölüm ve hayat hakkında

Yeni kelimeler ezberleriz

Sonra döneriz geriye ah hep o kadınlar çocuklar

Güzel vakitler içinde kutlu sınavlar" (s,32)

"Anlamı bir derviş dilinde" (s,32)

Mustafa Özçelik’in şiirinde fark ettiğim bir şey var: içe doğru okunan ve derinleşen bir şiir bu. Ancak ruhumuzda anlamına kavuşan, anlam kazanan bir şiirle karşı karşıyayız. Burada duralım. Özçelik , tüm şiiri boyunca bir aşk ve niyaz hâlini, bir gönül dilini bulma arayışında. Geneli itibariyle Özçelik’in şiiri, mutlu bir şiirdir. En temelden hareket edersek, bu şiirin, bir ‘muştular’, ‘mutluluklar’ şiiri olduğunu kavrarız ve bu duygular eşliğinde okur, bir tazeliği, hayatla birlikte bir tazelenişi hisseder ve yaşar.

Özçelik’in şiirinde ‘şiirsel tecrübe’, ‘ilk yaratılıştan bir haber gibi’ taze ve özgün niteliklere sahiptir. Düşündüren bir tarafı var şairin, bunu da hikmet burcundan sesleniyor oluşuna borçlu. Sıradan bir lirizmi yok Özçelik’in, liriği düzeyli bir ele alışı var. Ve hikmet, şiirin özünden hareket ederek yüzeye yayılır. Aynı zamanda Özçelik, yaşıyor olmanın tazeliğini imgesel zeminde şiir cümleleri halinde sunar okura:

"Dağları ezberledik yamaçlardan alnımızın akıyla

Kaynak başlarından serin sular içerek geçtik

Güneşin geometrisini içimizde taşıyıp

Sokaklarımızda duran ve bizim olan bir duyguyla

Geldik gecenin ve dervişin ülkesine

Sererek örtüsünü yeryüzüne açtı kitabnı

Işıklı kelimeler bıraktı dilinden" (s,31)

İnsan Oluşun Duygulanımları

İnsan oluşun duygulanımları dediğimizde ilk karşımıza çıkan kavram ‘aşk’ tır. Mustafa Özçelik kelimenin tam anlamıyla bir ‘aşk adamı’. ‘Serenat’ şiiri, beşeri bir tecrübe olan ‘aşk’ a giriş niteliği taşıyan, hikmet ve düşünce yönü ağır basan bir şiir. ‘Serenat’ için aynı zamanda ‘sevgiliye sesleniş’ şiiri de diyebiliriz. Şiirin ikinci bölümünde , aşk adına bir tanınma isteğini dile getiren şair, yazgı söz konusu olduğunda bir teslimiyeti ifade eder. Bu şiirde aynı zamanda aşktan güç devşirme, aşk ile yaşama anlam verme çabasının olduğunu görüyoruz. Şair için aşk, yaşanan kişisel macera ile birlikte, yeniden doğmak, sarsılmak, ‘yağmura alışmak’, aşk ile kelimelere yeni anlam kazandırmak, dünyayı yeniden tanımanın verdiği heyecanla hayata  aşk ile yeni bir boyut, yeni bir ses, yeni bir renk vermek gibi kazanımlara sahiptir. Şairin şiir boyunca tetikleyici unsuru, hayat kaynağı aşktır:

"Artık kendimi seninle tanır ve tanınır oldum" (s,9)

"Yazgı dedim teslim oldum muazzam esmerliğine" (s,9)

"Her gün boğulacağım dalgalarına alışarak

Denizinde martıları sevmenin sarhoşluğunu yaşadım

Bu yeniden doğmak ve yağmura alışmaktı" (s,10)

Özçelik’te ‘çocuk’ imgesi, öne çıkan imgelerden. Simgesel bir okumaya tabi tuttuğumuzda, ‘çocuk’ imgesinin öne çıkışını, şairin, saflığa ve iyiliğe özlem duyması şeklinde okuyabiliriz. ‘Güneşimi  çocuklara veriyorum’ diyen şair, yaşanası bir dünya özlemi içindedir. Bu ideal dünyada, çocuğun masumiyeti ve özgürlük de şairin imgeleminde önemli bir yere sahiptir. Buradan Özçelik’in şiirinin bir diğer niteliğine ulaşıyoruz: Umut. Şairin umudunu besleyen aşktır. Beklentisini de dileğini de aşk besler. Hayat yaşanacaksa eğer aşk ile yaşanmalıdır. Sevinçten başın dönmesine sebep, aşktır. Gelecek yılların umut dolu günleri aşk ile imkan dahiline girecektir. Bedene serinlik katan aşktır. ‘Bir derviin gözlerindeki huzur’ eğer bulunaksa aşk ile olacaktır bu. Aşka kimlik kazandıran , çocuğun iyimserlik dolu dünyasıdır:

"Serin ve eldeğmemiş duygularımla

Güneşimi çocuklara veriyorum" (s,13)

"Şehirlerimizin gurur kalelerine askerlerimizi göndersek

Başımız  dönse sevinçten

Beklenen günler gelir mi geri

Yeniden yeniden sevsek güvercinleri" (s,13)

‘Yalnızlığım Benimdir’ şiiri, insan oluşun duygularını, duygulanımlarını yansıtır bize. Olumlu – olumsuz tüm duygular, şiirin bamteli mısralarla, aslında yitirilen, ‘kadri bilinmemiş’ bir hayatın,  ezilen çiğnenen insani bağların pişmanlığını, suçlarını olgun bir şiir kıvamında dile getirir. ‘Çiğnenmiş sarmaşıklar’, insanı bağları; ‘kırık dal uçları’, kırgınlıkları sembolize eder. Şiir boyunca bu mısralar, yozlaşmanın , değer aşınmasının, insanın aslından uzak duruşun şiirleri olarak okunabilir. Şiirin son bölümünde  şairin önerisi, ölüm duygusunun içimizde gezinişi olarak görülür. Bu öneri dikkate değerdir aslında. ‘Ruhumuzun gizli acıları, suçları’ , ölümle bir anlama kavuşacak çıkarsamasında bulunabiliriz  biz de. Çünkü ölümün ağırlığının hissedilmediği bir hayatı yaşıyoruz hepimiz. ‘Bilmemiz gereken şeylerden’ , yani hikmetin yön tayin edici vasfından uzağız. ‘Bir dağ başı’ yalnızlığı bizimkisi. Şairin bu durumda, onaran, inşa eden, onduran bir özelliği öne çıkar:

"Günler var ki güneş bizden kaçıyor

Martılar ki çığlık çığlığa

Hep bizden uzakta

İşte herkes kendi mahşerinde

Kendi yalnızlığında

Bizim yalnızlığımızsa

Unutulmuş bir yüz gibi hatırlanan

Bilmemiz gereken şeylerden söz ederek

Kanatıyor ruhumuzun gizli acılarını suçlarını

Yeniden ölümü gezdiriyor içimizde" (s,15)

Sonsuzluğa çağrı ile biten bu şiirde şairin yalnızlığı trajik bir durum arzetmez. Dervişane bir içe çekilme, bir inzivadır söz konusu olan. Günümüzde her gün karşımıza çıkan bir şair yalnızlığı değildir bu. ‘Göz kamaştıran bir oluş’la ‘hayata yeniden doğan’ şair, aslında bu oluş ve durumla birlikte, ve bu oluş ve durumdan, yeniden başlamanın, yeni bir dünyaya yeniden bakmanın gizilgücünü toplar. Mustafa Özçelik’in şiirinde karşılaştığımız temel bir tutumdur bu. Baharın yeniden dirilişi, göz kamaştırıcılığı, yeni bir başlangıcı muştular şaire. Umut dolu bu şiirsel ifadeler bütünü, okur açısından da sevindirici bir durumdur. Lirik duyarlığın dışa açık bir penceresidir bu aynı zamanda. Günümüz şiirinde tanık olduğumuz içe dönük kısır döngü, Özçelik’in tavrında belirmez. Bunu , şiiri okuttuğu ve haddi zatında okuruna güç veren tarafıyla olumlu buluyoruz. Şiirin duyurduğu veya şiirle gelen yeni dünya olumlu ve önemseldir. Ve şiir ile kazandığı anlama göre söylersek, gerçek bir şaire özgüdür. Olgun ve dengeli bir dünya. Biz bu ‘şairin evreni’ni benimsedik ve aşk ile yoğrulmayı göze aldık. Acı ve hüzün bile bu evrende muvazeneli bir konumdadır. Bir kez daha "şairin hayatı şiire dahil" diyoruz:

"Göz kamaştıran bir oluş

Yeniden doğuyorum hayata" (s,16)

"Bir mucize diyordun

Bir şeyler olmalı

Bir kere daha yazılacak şeyler olmalı hayatımızda

Bir ses gelip beni de bulmalı şimdi

Ey sonsuzluğun denizi

İçine ta içine çek beni" (s,17)

Şairin Duyarlığı ve Duygusal Çölleşme

Bizler, modernizmin kıskacında yaşayanlar, hızlı bir koşuşturmacanın içinde, çok yönlü iletişim imkânlarıyla çevrili bu teknolojik evrende, devasa binalarla donatılmış çok sesli ve çok renkli hayatta, toprakla olan sahih bağları göz ardı etmiş olduğumuzdan bir şeyin farkına varamadık, bir şey unutuldu gitti bu hengâmede; bize genişlik hissi veren, özgürlüğümüzün önündeki engelleri kaldıran, hasret çektiğimiz bir şey: GÖK. Şairlik kaybolan değerlerin hatırlatıcısı olmak değil midir biraz. Bu , "neyi kaybettiğimizi hatırla"tıyor oluşuyla şair, aslında (kaçamayız, bundan kaçış yok) bizi , kendine has bir duyarlıkla, tam kalbimizden yakalar. İşte ben lirizmi bunun için önemsiyorum. Lirik ifade biçimi değil ama lirik duygulanım; her gün hayat cangılında şaşkınlıkla dolaşır, yaşarken bizi en hassas yerimizden vurur, insan olmanın, insani özün hissedilişiyle sarsılır, yerinden ediliriz. Şairin en belirgin vasfı, onun sarsıcılığıdır. Çünkü biz öyle biliyoruz ki şiir şairin neresinden neşet ederse karşılığını bulacağı yer de orasıdır. Şairin bunu özgün ve vurucu bir ifade biçimiyle sunumu, okur için ve eski bir tanışım olan okur adına, yeni bir imkânın kapısını aralar ve hayat, içinde tüm çelişkileriyle devinip durduğumuz hayat, bizler için hissedilebilir ve dokunulabilir bir vasıf kazanır. Böylece fark edemediğimiz bu durumla, insan oluşumuzun anlamına kavuşuruz. ‘Durup ince şeyleri’ düşünmeye başlarız sonra:

"Şehrin kıyısında

Göğe bakmayı unutmuş adamların

gri ayak izleri" (s,51)

‘Tablo’ şiiri, tam anlamıyla bir şehrin fotoğrafını daha doğru bir deyişle şehirle birlikte köklerinden kopmuş bir çağın ve insanın durumunu sunar bize. Bu çağın en belirgin özelliği, duygusuzluğun bayrak yapılıp güne öyle başlanmasıdır. Bunu , ruh çoraklığı, iç dünya çölleşmesi  olarak da okuyabiliriz. Her şey hesaba ayarlıdır bu çağda ve merakın bir özelliği de tehlikeli oluşudur. Sorgulamanın gözardı edildiği, soru soranın tehlikeli görüldüğü bir çağ bu:

″Yaşamak konusunda herkes kendinden emin

Duygusuzluğu bayrak yapıp öyle çıkıyorlar güne″ (s,25)

″Telikeli merakları var insan kardeşlerimin

Doludizgin bir hayata hesaplı girmek gibi

Bunun için rakamlar sevimli ve çiçekler susuz

Bunun için tehlikelidir hep sorular soran yüz″ (s,29)

‘Kuşları İçimizde Taşısak’ şiirinde, genelgeçer doğruların karşısında şairin bulduğu ‘gerçek’ i (şiir gerçeği) , bu gerçeğin özgülüğe yönelik açılımını, deyim yerindeyse bir ‘özgürlük gerçeği’ ni, yine şairin çağına olan duyarlığını da içeren; modernist algıya, modernisr algının hilafına ters bir duruşu simgeleyen, özünde modern insanın algılayamadığı bir ‘şair hali’ni şiirleştiren bir metinle karşılaşırız. Şairin bu problematiğe, şiire özgü kaliteden ödün vermeden bir çözüm önerisi sunduğunu görürüz. Ama tam da burada metnin sınırları içerisinde bir şair duyuşunun farklılığına şahit oluruz. Kuşlar kafeslerinden çıkarılıp gökyüzüne değil de içimize taşınacak, ruh dünyamıza bırakılacaktır. Şairin içe doğru bir özgürlük isteğinin açılımıdır bu. Şiirde konuşan özne veya şiir kişisi yaşadığımız gerçekliği değil de kendi bulduğu , kendi şair haline uygun gördüğü bir gerçeği dile getirir. Yani bu anlamda genele rağbet etmeyen (anti-konformist)  bir tavrı benimser:

″Filistinde bir çocuk ölmüş doktor

Toprağa önce kan sonra kar düşmüş″ (s,18)

″Tanımlara tasniflere sığmayan derdimin

Ne tahlilleri ne röntgenleri sonuç verir″ (s,19)

″Suç işledim biliyorum

Alnımda taşıdım çiçekleri

Ekmeğimi bölüştürerek yedim

Sorular sordum hayata sesimi boğdular

Doğrusu buydu ben kaçırdım uykularınızı

Ben taşıdım güneşi odalarınıza

Uyumlu bir hayata engel oldu yüzüm ″ (s,20)

‘Şehriyar’ şiiri, Zarifoğlu’nun şiir tekniğinin yer yer kullanıldığı, şiirsel duyarlılık bakımından da benzer nitelikler taşıyan bir şiir. Mustafa Özçelik’in bazı şiirleri, çağdaş duyarlılık veya çağının duyarlılığı dediğimiz, duyargaları dışa açık, dışa ayarlı bir nitelik de taşır. ‘Şehriyar’, bu özelliklere sahip bir şiir. Bu anlamda Zarifoğlu’nun son dönem şiirlerini anımsatır. Hiç kaçınmadan Özçelik için , çağın zulmünden haberli, hassas bir yürek diyebiliriz. Lirik şiire okunurluğu kazandıran, bu şiirin bir de bu özeliğidir: duyargaları olan bir şiir. Öyleyse epikle liriğin ortak noktasını bu özellik, bu nitelik taşır diyebiliriz. Ama yine de epik şiirde şair daha etkindir. Epiğin dünyası iç’ten dış’a doğru bir yönelim gösterir. Lirik şiirde şairin derdi, kendi iç’i, kendi içinde olup bitenler, kendi iç dünyasıdır.

″Sonrası bir şehir ve yine sen şehriyar

Zulüm kaldığı yerden

Vurmaya başlarken yumruğunu toprağa

İçimde asyalı karanfiller ağlar ″ (s,25)

Şiirin Belirleyici İzlekleri: Aşk ve Hüzün

Şiirsel toplamın ileriki aşamalarında, lirik şiirin temel karakterinden olan ‘hüzün duygusu’ , çocukluğa özgü masumiyet arayışıyla birlikte şiirin belirleyici ilkerinden biri olur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, hikmet arayışı veya hikmetâmiz söyleyiş, Mustafa Özçelik şiirinin belirgin özelliklerindendir. Geri planda Özçelik’in , ‘sonsuz’u dert edinen bir şiiri vardır. Şiirde konuşan öznenin ‘sonsuz’a yazgılı bilgece bir edası vardır. Özçelik bize şiiriyle bir dünya getirir ve bu dünya manevi olana yönelik algısıyla üzerinde düşünülmesi gereken bir dünyadır. Şairin dünyayı ve hayatı yorumlayış tarzı, hikmet ve düşünceyi yedeğinde taşıyan, evrene özel bir bakış getiren bir tarzdır. Çocukluğun , saflığın, masumiyetin dile gelişi bile âdeta sonsuza yazgılı , sonsuzun bu dünya hayatından görülen resmi gibidir. ″Yeryüzünün bütün sırlarını″ taşıyan bir dünyadır bu. Benim okuma biçimim, Özçelik’in şiirini , ‘çocuk’ , ‘aşk’ , ‘hüzün’ ve ‘bahar’ imgeleriyle birlikte okumak ve düşünmek:

″İşte yine bir eylül kapısındayım

Hafızamda yeryüzünün bütün sırları

Bir alışkanlık belki şimdi de

″Akşamın kadife sesine tutunmak

Çölün kalbinden

Sarışın bir nokta getiren kuşlar

Konarken dallarıma

Dudaklarında benden bir ses

Benden bir kelime

Her seher vaktinde

Gün batımında

Benim gölgem düşer çocukların saçlarına″ (s,43)

Özçelik , ‘Sığınma’ şiiriyle, içe doğru yönelmeyle birlikte, mahçupluğunu da taşıyarak bir sığınak, bir çatı arayışına girer ve bu girişimle hayata dair bazı temel tutamaklar elde edilir. Yine bu şiirde bir macera tadına, bir şiir zevkine, dili ustalıkla ele alan, işleyen, kıvama erdiren şairin şiirsel tecrübesine şahit oluruz. Uç bir söylemle bu şiire, şairin kişisel serüvenine de göndermede bulunduğu için ‘efsanevi şarkı’ niteliği verebiliriz. İçli , içten, dokunaklı, epiği lirizmin içinden kavrayan, tutamak-sığınak arayışındaki insanoğlunun efsanevi şarkısı. Algısı , içli ve mahçup bir şair edasında. Özçelik , şiir boyunca, aldığı şiir eğitiminin getirileriyle şiirsel bir dekor sunar okura:

″Ey benim efsanem

Beni sen avutursun

Şarkım sende

Hoş kokular umarak

Sarmaşıklarına tutunmak istiyorum″ (s,54)

‘Son Sözler’, bir veda şiiri. Ağır bir hüznün varlığını hissederiz bu şiirde. Ama yine de şair, hiçbir zaman bir dirimselliği elden bırakmaz. ‘Sabahı ve suları hatırla’ diyerek, umudun, tazelenişin, serinliğin ve coşkunun her vakit yaşanası duygular olduğunu telkin eder. Tanpınar da bu anlamda ‘şiir bir telkin sanatı’ der. Şiir duyurur, hissettirir ama göstermez. Gösteriyorsa zaten düzyazının sınırlarındayız demektir.

‘Dünyanın Tenhasında’ , iyimserlik dolu bir şiir. Şiirin hemen her yerinden umut fışkırır. Saflığa , bozulmamışlığa dönüş arzusu. Dünyanın ilk haline, tenhasına ulaşma çabası. Bu şiir, metafizik algısıyla yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlar, bütünler ve bir ahenge kavuşturur. Her şeyin sona erdiği bir yerde aşka çağrı:

″her şeyin bittiği yerde

sen başla

sırrıma ahenk kat″

″işte mahmur bir sabah

işte suları sarhoş eden martılar

kanatlarında aşkın bitmeyen bereketi

işte yıldızlar çocuk gülüşleriyle

sevinçleriyle

birer ışık olup düşüyor yüreğimize″ (s,60)

Mustafa Özçelik şiirinin temel karakteridir bu: Aşk, hüzün ve ayrılık. Ama ‘bahar’ da hiç eksik olmaz Özçelik’in şiirinden. Her şeye rağmen bir açık kapı (umut) kalmıştır ve aşk mümkündür. Keder duygusu ve hüzün, bu şiire rengini veren unsurlardır. Ve diriliş mümkündür. Özçelik açısından ‘firak’ da kaçınılmaz bir şeydir. Şiir ve hayat düşünülmeye değer şeylerdir. Özçelik’in şiirinin genelini düşündüğümüzde, bu şiirin iyimser bir şiir olduğunu söyleyebiliriz. Bu iyimserlik dolu tablo, ‘Yağmur Masalı’ şiirinde bir hüküm cümlesiyle dile getirilir:

″Takvimler nisanı gösteriyorsa mevsim bahardır″ (s,67)

Mustafa Özçelik’in şiirinde aşk, umut taşıyan, lirik bir öze sahip, yaşanılan beşeri tecrübenin sonu ayrılıkla biten; içli, mahçup ve dokunaklı bir şeydir. Ama her zaman bu aşk; yeniden başlamanın, yeniden yaşamanın heyecanını hissettiren, ayrılığın sarsıcılığını yaşatan, yoğun bir duygu durumudur. Özçelik’in şiiri, imgeye boğulmamış bir şiir. Bunu özellikle ifade etmek geekiyor. Özçelik’in şiirinin genelinde, imge kullanımına yönelik son derece olgun, kıvama ermiş şiir cümleleriyle karşılaşırız. Aşk en temel duygudur bu şiirde. Aşk ile yaşamsal serüven anlamlandırılır ve bu, hayata mânâ katan bir öze, diri bir öze sahiptir aynı zamanda. Aşk , şiirinin tetikleyicisi konumundadır. Haddizatında bu , şiire hayat katar, canlılık kazandırır. Yaşanılası bir aşk serüvenine sahiptir:

″Ben seni bekledim

Bütün …… otobüsler seni getirdi bana

Ey çocukları sevip

Çiçekleri gökyüzünde taşıyan dost

Artık bu şehir sen oluyor

Yeni bir tarihi başlatıyorsun içimde″ (s,68)

Özçelik’in şiirinde dile getirilen aşk, aynı zamanda son derece insani bir eylemdir, insan olmaya yeni ışıklar düşürür, insan kalmaya yeni bir boyut ekler, şiiriyle, şiir algısıyla bunu daha bir belirgin kılar. İnsani özün peşindedir Özçelik. İnsanlığımızı pekiştiren bir şiiri vardır. Özçelik’in şiirinde aşkın, dirilten bir sesi , bir özü vardır. Şiirin atmosferinde romantik bir duygulanımla devinmez şair. Dirime yönelik bir bakışı vardır aşka. Ve dirimsellik, bir canlılık içerir. Hayat doludur şiirde konuşan özne. Buna sebep, dünyayı, kâinatı aşk temelinde algılamaktır. Bu algı, hayatı kalkındıran, coçku dolu ve dinç bir algıdır. Aşkı sıradan bir ele alış yoktur bu şiirde. Bu önemli. Aşkın; tabiatı, çevreyi, dış’ı ve iç’i anlamlandıran bir yönü hissedilir. Alşılmadık ve yeni:

″Sen bana denizlerin renginde

El değmemiş maviliklerini içinde taşıyan

Yosun kokulu bir gülümseme gönder″ (s,70)

Öz cümle, bu şiirin , taşıdığı incelikli lirizmi, aşkı ele  alışı, çağına olan duyarlılığıyla gözardı edilmemesi gereken bir şiir olduğunu söyleyebiliriz. Biz bir şiiri, yoğun duygulanımları ve ilettiği beşeri tecrübeyle, şairin yaşadığı hayattan ayrı tutmuyoruz. Şair Mustafa Özçelik’i, şiire verdiği emek ve şiir yoluyla, şiir aracılığıyla aldığı eğitimden dolayı, karakterindeki olgunluk dolu vasıflarıyla birlikte düşündüğümüzde saygı duyulması gereken bir şair olarak görüyoruz. Hasasiyetindeki Yunus Emre ve Mehmet Akif dikkatinin de Özçelik’e çok şey kazandırdığını biliyoruz. Hikmet burcundan bize aktardığı bu şiirler, daha fazla yoğunlaşıldığında, zengin bir anlamlar demetiyle, bereketli bir kaynakla karşılaşılacağı mümkündür. Biz bu imkânın açtığı kapıdan bir giriş niteliğinde metin boyunca ulaşmaya çalıştık. Anlamsal bir kazı çalışması, bu şiirin daha bir çok boyutunu gün yüzüne çıkaracak, önemli bulduğumuz bu şairin anlamsal evreni okuruna yeni açılımlar kazandıracaktır.

mustafa özçelik, aşk ve niyaz, ilkkitap yay.,2006,ist.

3- ALIŞILMADIK VE YENİ

Şiir Dilinde İmkan Arayışları

Şiir hemen daima bir çatışma üzerine kuruludur. Şair de sanatının nesnesini edinmek için dil ile çatışmak, bu yolla kişiliğini kazanmak zorundadır. Paul Valery’den öğrendiğimize göre, şair kaba bir malzeme olan dil ile çatışmasının sonucunda, "yapay" ve "ideal" bir düzen yaratır. Şiirde deformasyon arayışlarını, bu çatışmaya, bu şiirsel sürecin sonucuna bağlayabiliriz. Kelimelerin ayrımına veya bölünmesine bağlı olarak o kelimelerden deneysel bir çalışmaya girerek yeni kelimeler, yeni biçimler, yeni anlamlar üretme, mısraların kuruluşuna müdahale ederek alışılmadık mısra yapılarına ulaşma, şiir cümlelerini eğip bükerek değişik biçimler, değişik görüntüler elde etme v.s tüm bunlar temelde bir dil çatışmasını, dil ile olan cedelleşmeyi içerir. Şair bu yüzden ve bu yolla yepyeni bir kişiliğe bir şair kişiliğine ulaşır. Dil ile yoğrularak yeniden varolur şair. Modern şiirin doğasında  biraz da bu yol bir çatışma barınır. Modern şair, her gün adım attığımız yoldan gitmeyerek kendine yeni bir yol, yeni dil olanakları arayacaktır. İkinci Yeni bu anlamda, dilde yeni arayışların şiirsel verimlerini sunacaktır okura. İkinci Yeni şairi , Orhan Veli akımına tepki olarak alışılmış şiir dilinin, kağşamış söz dizimlerinin karşısına, yeni ve modern bir şiir dili ile çıkar ve o güne kadar görmediğimiz kelimelere yeni bir kimlik yeni bir şahsiyet kazandırır. Bunu da kelimelerin sabit anlamlarını yerinden uğratarak yapar.

İkinci Yeni şairi, şiirinde kelimenin yerini daha bir belirginleştirerek yeni bir gerçekliğe varır. Yeni bir gerçek yeni bir evren demektir. Şiirin her gün yaşadığımız, tanık olduğumuz veyahut müdahale ettiğimiz dünyadan ayrı bir tarafı vardır artık. Şair kök veya çıkış noktası olarak gerçekliği esas alsa da kaba ve ham bir vasıta veya işlenmemiş bir malzemeler yığını olan (herkesin kullanımına açık) dili, işleyerek-yoğurarak, oradan, hiç farkına varamadığımız gerçeğin (ama bu ‘gerçek’ ten daha gerçektir) yeni yüzünü, yeni bir gerçekliği, Valery’nin ifade ettiği anlamda "özüne herkesin ulaşamayacağı" bir nesneler düzenini, bir ilişkiler dizgesini oluşturur. Bize bu yolla yeni bir dünya, herkesin içinde ‘yurt’ kuracağı yeni bir evren sunar. Bu anlamda şiir, dilin dolaylı bir dışavurumudur diyebiliriz. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi alışılagelen nesneler ve ilişkiler dünyası, henüz şiir katına yükselmeden orada öylece durur. Şiir sanatı, bu temaşa ettiğimiz karmakarışık dünyaya ‘düzen’ getirmek için var biraz da. Kaotik bir dünyaya yeni bir düzen getirme edimi:Şiir.

Şiirden edindiğimiz tecrübe , benzersiz ve heyecan verici bir tecrübedir. Bir anlık bir zihinsel durumun ışıması gibidir. Dil ile oluşan şiirin işaret ettiği dünya (şiir evreni/şiirsel dünya) , bizim her gün müşahede ettiğimiz, yapıp etmelerimizin dünyası,ilişkilerimizin ve tanıklık ettiğimizin dünyası ile bir ve özdeş değildir. Kısaca içinde yer aldığımız dünya ile tekabuliyetten uzak, alışılmadık ve yeni, özgün ve çarpıcı, çalkantılı bir dünyadır. Şiir ile esaslı bir bağ kurmuş her şair veya şiir okuru , bu özgül dünyayı idrak eder,  hisseder , tecrübe eder ve yaşar.

Şiirin dil aracılığıyla bize yaşattığı coşku , heyecan ve keder gibi duygu durumları, ruhumuzun en dip köşesinde, biz daha şiirle irtibat kurmadan, açığa çıkmayı, dile gelmeyi beklediğini varsayabiliriz. Bu varsayım karşısında yine de temkinli olmak gerekir. Bu şiirsel duygu durumlarının , metne yansımadan önce pişirilip olgunlaştırılması, zihnimizde belli bir kıvama erdirilmesi gerekir. Burada yapılması gereken, bu duygu durumlarının çağdaş bir eleştirel güçle denetime tabi tutulmasıdır. Bunun akabinde şiire özgü prizmadan geçirilmesi ve aynı zamanda istikamet tayin edici ilkelerden hareket edilmesi… bu hem oluşum hem de yazım aşamasında bir gerekliliktir.

En Sahici Dil

Konuşma diline dayalı bir şiir, önemsenmesi gereken bir şiir tutumudur. Ayrıca bu tutum, şiirin gerekçeli bir şiir oluşunu sağlar. Zira modern şiirin en belirgin vasfı konuşmaktır. Ne için konuşmak ve kime karşı? Şairin şirinde konuşmayı merkez alması, dilin de gelişmesine, varsıllaşmasına sebebiyet verir, vermelidir de. Türkiye’de yazılan şiir bağlamında ifade edecek olursak, Tanzimat’tan bu güne yazılan şiire yönelik yapılan yeniliklerin temelinde, ‘konuşma dili’ yatar. Her ne yapılmışsa konuşma dili geliştirilerek yapılmıştır. Eliot  da Denemelerinde , "şiirde her yenilik, kimileyin bildirisinde açıklandığı gibi, günlük konuşmaya bir dönüş olmak eğilimdedir." , der. Zamanın konuşma biçimleri yer almalı şiirde. Ama bu yirmi yıl önceki üslupla olmamalı. (E.Pound) Eğer yirmi yıl önceki üslupla günümüzde hâlâ daha şiir yazılıyorsa (ki 80lerin şiir üslubunu bugün sürdüren bir çok şair var) bu durumda alışkanlıklarımızın ve klişelerin ağındayız demektir. Eliot bu konuda daha dikkate değer bir fikir öne sürer: "Kuşkusuz hiçbir şiir ozanın konuştuğu ve işittiği konuşmaların tıpkısı değildir. Ama yazıldığı zamanın konuşmasıyla öyle ilintilidir ki , dinleyenler ya da okurlar "eğer şiir söyleyebilseydim işte böyle söylerdim" diyebilirler. İyi çağdaş şiirlerin, belki daha büyük eski şiirlerden biraz daha coşkulu ve doyurucu gelişi bundandır." Şiir okuru böylece okuduğu şiirlerde daha cana yakın, daha sahici bir dil ile karşılaşacak, çağımıza mahsus yapmacıklığın, yapaylığın, sahteliğin hüküm sürdüğü insan konuşmalarından, şiir içinde sıcaklığını koruyan özgün ve çarpıcı bir dile varacaktır. Bu ne ile mümkün? Bu , şiirin mayasına konuşma dilini katmakla, konuşma dilini şiirin hamuru kılmakla mümkündür.

Şair şiirini oluştururken iç’e ve dış’a yönelik yeni izlenimlere, yeni duygulanımlara ve yeni algı kapılarına ulaşır. Bu süreçte  biz bir şiiri okurken, alışılmadık anlamlar, alışılmadık tatlar buluruz. Zira şiir keşiftir. Şair evvelâ kendini keşfeder. Kendilik bilgisi, bu açılımda devreye girer. Şairin biyoğrafik ve psikolojik ben’inden  getirdiği ve bize ulaştırdığı bilgi, evrensel açılımlara/keşiflere gebedir. ‘Nesnel ben’ de bu keşif hareketinden çıkış yapar. Öznel ben ile nesnel ben arasındaki şiirsel akım, şairin trajedisini ortaya serer. Zira şair dediğimiz ontolojik varlık, tınısını şiirde konuşturabilen trajik bir varlık olmakla anlamını kuşanır. Şiir de şiirin atmosferi de trajiğe akraba bir iklimdir. Şairin dramatik ben’i bu iklimden beslenir. ‘İnsan varsa trajedi vardır’ ya da ‘Allah varsa trajedi yoktur’ söylemi, şiirin geniş evreninde paradoksal bir duruşa sahiptir. Şiirin oluşumu ve bir metne dönüştürülmesi, bu paradoksa çok şey borçludur. Çünkü şairin diğer insanlarla olan diyaloğu, şairde bazı hasara ya da zihinsel ve duygusal çatlaklara sebep olur. Bu yüzden şiir için ve adına çatışma, şiirin olmazsa olmazlarındandır. Bu vazgeçilemez niteliktir ki şiirin doğuşunu muştular. Bu çatışma olmadan şiir yazılamaz demiyorum. Çatışmanın şiiri esasta bir inşa faaliyetidir. Öznel ben’den nesnel ben’e olan ana akım, bu inşa faaliyetinden etkilenir ve herkese benzeyen ve hiçbir kimseye benzemeyen yüzü ile bir varlık çıkar ortaya: Şiir. Birileri de bu sürece ‘yaratma’ veya ‘yaratış’ der, çünkü alışılmadık bir insanlık durumuyla karşı karşıyayızdır. Bu insanlık durumuna ‘niçin’ sorusunu sorduğumuzda şiir tınılar. Bu , öfkenin sesi olduğu gibi (niçin olmasın) neşenin, sevincin de kutlaması olabilir, kederin , yalnızlığın,  iyimserliğin ve karanlığın sesi olduğu gibi. Şair sanılanın aksine aydınlık bir insandır ve son derece yalın ve basit yaşayan biridir. Son derece basit bir yaşayıştan büyük bir şiir ortaya çıkabilir. Paradoksal bir şekilde trajik bir varlığın ve varoluşla teyellenmiş bir bütünlüğün dünyasında bu iki zıt duruş, varlığı aksettirici bir ‘ayna’ görevi görürler. Şair aynada daha doğrusu varlığın aynasında gördüklerini soluk soluğa bize söyler. Yine de şairin bakışı, görmeyi de içine alan, kapsayan bir bakıştır. Hem sonra her sabah kendimizi aynada görmüyor muyuz? Hayır görmüyoruz. Şair aynada ‘öz’ünü görür. Buysa acı vericidir:

"aynada iskeletini

görmeye kadar varan kaç

kaç kişi var şunun şurasında " (ismet özel)

Şairin sahicilik arayışıdır bu ve ürkünçtür. Kendimizi tanımak kadar heyecan verici. İnsan tekinin aslına atıflarla ilerleyen bu şiir, hayatiyete yönelik göndermeleri de içinde barındırır:

"ne yapsam

döl saçan her rüzgarın

vebası bende kalacak"  (ismet özel)

Bu mısrada da insan oluşa dair aksayan bir şey var. Rahatsızlık vericidir. Şair canlılıktan ve hayatiyetten güç alır, trajiği ile barışık değildir ama yine de sakinliği, müsekkin olmayı arzular:

"varsın bende biriksin

durgun suyun sayhası" (ismet özel)

Zira bu teskin oluştan güç devşirilecek durumlar vardır. Bu mısranın sonunda şair epiğe geçer ve savaşılacak, kavgası verilecek durumları işaret eder:

"yumuşatmayı bilen ateş

öğüt sahibi toprak

nasıl olsa geri verecek

benim kılıcımı" (ismet özel)

İnsanoğlu en içten görünümü, en sağlam duruşuyla, şiir çerçevesinde belirginlik kazanır. Zira şiir, sahici konuşmayı esas alır.

Anlam, Pasiflik ve Lirik Şiir

Bir şiiri bütünüyle anlamak, o şiirin tüm boyutlarıyla anlaşılması demek değildir. Biz ne kadar kazı çalışmasıyla şiirin anlam katlarına vakıf olursak olalım, anlaşılmayan bir yer mutlaka kalacaktır. Bu dil denen mucizenin ele avuca sığmaz yapısından kaynaklanan bir şeydir ki bu durumun hafifsenecek bir yönü de yoktur. Eliot’a göre anlamanın ilk şartı, açıklamaktır. Biz bir şiiri ‘seviyor’ olabiliriz ama bu ‘hoşlanıyor’ oluşumuzun temel şartı değildir. Şiirin tadına varmanın ya da şiirden zevk almanın anlamı, bu zevki esinleten nesneye göre değişir. Bu , şiir ve dilin zenginliğine bağlıdır biraz da. Şiirle muhatap olmuş herkes, duyarlık düzeyine göre o şiirden değişik tatlar alabilir. Ama şu bir gerçek ki, hoşlanmadığımız bir şiiri bütün çehresiyle anlamamız da mümkün değildir. Buna kısaca , şiir tat almalar şiire göre değişir, diyebiliriz. Sözün burasında , anlamı öncelediğimiz sonucu çıkmamalı. Zira anlam her şey değildir. Dilin olduğu gibi şiirin de ele avuca gelmez bir oluş süreci vardır. Şiirde anlamı öncelemek, o şiirin avuçlarımız arasından kaybolmasına da sebebiyet verebilir. Buradan, şiirin, diğer gündelik işlerimiz gibi üzerinde titizlikle durulacak bir uğraş olduğu çıkarsamasında bulunabiliriz.

Şiiri açıklamaya yönelik her çaba , şiirin sınırlarından taşmaya teşnedir. Çünkü şiirde anlam, metnin arkeolojik bir arayışa tabi tutulması karşısında biçimsizleşebilir, anlamın yoğunluğu veya anlamsal işaretler buharlaşabilir. Bu da şiiriyetten uzaklaşmak demektir. Bu bağlamda çok dağınık yapısıyla lirik şiirin , anlamı belirsizleştirdiği söylenebilir. Liriğin epiğe nazaran bulutlu flu bir görünümü vardır. Liriğin imgeci şiire yakınlığını hesaba katarsak okurun bu şiir karşısında anlamı tamamlayıcı bir işlevi olduğunu düşünmek mümkün. Epik daha nettir liriğe göre. Direkt ve doğrudan söyleyişi önceler. Harekete dayalı ve gerilimli bir yapısı vardır epiğin. Lirik şair, yazarken otobiyografik ben’inden hareket eder. Bu hareket esnasında karşılaştığı her durum, olay ve nesneyle bir özdeşim kurar. Özdeşim kurma işlemi her şeyi kapsar ve bu, şaire geniş bir hareket alanı açar. Şair esasında başkasından bahsederken bile kendini ön plana çıkarıyordur. Şairin psikolojik ben’i bir bakıma dilsiz ikizini arıyordur ve bu arayış, herkesle özdeşleşmeyle hal yoluna konulmak için şaire malzeme sunar. Lirik şair , dili fetişleştirmeye kadar varır. Amacına ulaşamadığında ise  çözüme, dil içinde, dilin estetik imkanları içinde ulaşmaya çalışır. Dili ikonlaştırır, bu kutsayış şair için yeni bir merkez arayışıdır. Özdeşleşme imkân dahiline girmediği için lirik şair, dili kendisi için merkez kılarak yaşadığı sorunsalı aşma yoluna girer. Dünyadaki her şey dilin dünyasında anlamlıysa kapsama alanındadır. Dilin dünyasında anlamlı olan ise, duygunun dünyasında anlamlı olmayla bir ve aynıdır. Dil’e dokunan, duyguya dokunanla irtibatlıdır. Bu bağlamda lirik şairin malzemesi duygudur. Aşırı duygusal biridir lirik şair. Zaten başka türlü de özdeşim kurulamaz. Burada , şiirde kullanılan imgenin çağdaş eleştirel süzgeçten usla sınırlanması diye bir durum söz konusu değildir. Şiir öncesi duyarlığın malzemesi, duyguyla ilişkisel olan durum, nesne ve olgulardır.

Lirik şair, hayatın pasif tarafında durur. Duyguyu her daim öncelediği için pasiftir. Bu ise onu aşırı romantik bir tutuma sürükler. Lirik şiir, gerekçesiz bir şiirdir. Şairin şiiri niçin yazdığına dair her hangi bir gerekçesi yoktur. Küçük bir nesneyi bile duygu nesnesi için malzeme haline getiren lirik şairin gerekçesiz bir şiir yazmasının sebebi, etkin bir hayatı yaşamaya cesaret edemeyişidir.

Sanatı büsbütün ‘duygu işi’ olarak göremeyiz. Sanatçı gerektiğinde duygudan kaçan adamdır. Sanatçıya , duygu ile us arasında bir denge arayışı içine giren, ne eserlerinde bütünüyle duyguya yaslanan, ne de aklı (us) eserinin merkezine tamamıyla yerleştiren, bilakis bir denge adamı tavrını belirginleştiren bir aktif insan, bir duyarlı kişi, bir sentezci gözüyle bakabiliriz.

İnsani Sanat Biçimi ve Kelimeler

Şiir yazma edimini, bir edebiyat biçimi olarak düşünemeyiz. Bu bağlamda şiir, allı pullu süslü bir ifade tarzı değil. Şiirin dil’e değinerek dille yazıldığını düşündüğümüzde insana bağlı, insan ile alakalı bir irtibatının olduğunu görürüz. Şiir insanı çok yakından ilgilendiren bir sanat. İnsani olan ne varsa şiiri ilgilendirir, diyebiliriz. İnsanlık durumuyla insanlığın kaderine dair tasavvurlarımız, şiirin içinde vurgulanır, şiirin içinde pekişir, şiirin içinde açıklığa kavuşur. Şiir, bir konuşma biçimidir. İnsanın en yanına, bozulmamış boyutlarına hitap eder. Bu yüzden Oktavio Paz, şiir için, "üstün biçimde konuşma sanatı: ilkel dil", diyecektir. Şiir insanın bozulmamış fıtratına dair göndermelerde bulunur. Bu anlamda saflığı, insani olanı arar şair. Sosyal ilişkilerin yozlaşmaya uğradığı zaman dilimlerinde şairin bu vurgusu, bu dikkati daha bir pekişmiş görünüm elde eder. Burada temel vurgu, esas dikkat, ‘insan gerçeği’ dir. İnsanın olduğu her yerde şiir vardır. Bu yüzden en insani sanat biçimidir şiir. İnsanın ne olduğu , giderek kim olduğu hususu, şiirin alanında ve şiirle birlikte belirginlik kazanır.

Şiirin kelimelerden meydana geldiği olgusu, Malerme’den günümüze bir çok şair, bir çok kuşak tarafından ifade edilir. Şiir kelimelerden oluşmakla birlikte kelimelerin meydana getirdiği bütünden fazla da olabilir ve hatta şiiri aşan bir şeye dönüşebilir. Şiirden fazla. Kelimelerin vücuda getirdiği anlamdan fazla. Bu fazlalık, bu sınırları aşmışlık, yine de kelimelerle şiirde ifade bulur. Bu şekilde sınırları ihlâl durumunu tasvip edemeyiz. Şiirin hissettirdiği her ne ise onu yine şiirin sınırları içinde aramalıyız. Şiirin kendine özgü doğasını, şiir hakkında bir şekilde edindiğimiz ön-yargılardan  arınarak kavrayabiliriz.

Şiirin malzemesi olan kelimeler, şairin zihninde bir dönüşüme uğrar. Bu değişim-dönüşüm sürecinde, her gün gündelik hayatta kullandığımız kelime öbekleri, şairin müdahalesiyle şiir katına yükselir. Bu yükselmeyle birlikte  şiirin malzemesi olan kelime veya kelime öbekleri anlam genişliğine uğrayıp bir bütün oluşturmasıyla eserin dünyasında yerini alır. Bu bir özgürlük edimidir. Zira malzeme (kelime) özgürlüğüne kavuşmuş, ilk ve özgün yerine geri dönmüştür.

Düzyazıda kullanılan kelime, kısıtlı bir anlamı belirginliğe kavuşturmak üzere vardır. Düzyazı yazarı, kelimenin tek bir anlamını kullanmak için yazar ve bu ifade biçimi şiirde  olduğunun tersine kelimeyi ve onun anlam evrenini kısıtlayan bir ifade biçimidir. Oktavio Paz’ın da dediği gibi "şair maddesine özgürlük verir, düzyazı yazarı ise onu mahkum eder. "

Şair kelimelere özgürlük verir, bu doğru. Bu doğruya bir doğru daha eklemek gerekiyor: Şair kelimelere haysiyet kazandırır. Burada da kelimelere karşı (şiiri estetik bir nesne olarak görenlerin tersine) kazanılmış bir zafer söz konusu değildir. Aksine şiir ediminde kelimelere serbestilik kazandırılır. Bu özgürlük ortamında kelimeler Paz’ın ifade ettiği üzere "bir başka şeye" dönüşürler. Burada kelime ‘kendisi’ olur ve özgün doğasına kavuşur.

Şiir bir dil hadisesi olmakla birlikte dili aşan bir şeydir."Şiir, dilin sınırlarını aşar." Şiir dilin sınırlarını yine kullandığı kelimelerle aşar, kelimeleri kullanarak. Şiir edimi, kelimeyi şiirsel döngü içerisinde imgeye dönüştürür. Burada da kelime, imge hüviyetine dönüşmekle birlikte haysiyet kazanmış, ‘kendi’ si olmuştur. İmge sayısız zıt anlamları içinde barındırır ve şiir edimi sayesinde bu zıt unsurlar şiirin çatısı altına girerek bir bütünü oluşturur: Yapıt. Edebi eser, esasında kelimelerin özüne, tabiatına dönüş hareketidir. Bu hareket zihne ilişkindir ama tamamen zihinsel bir olgu değildir. Duygu ve davranışa dayalı irtibat noktaları vardır. Bu yüzden şiir, somut olarak dışavurumda kendini belli eder. Biz şiiri somut bir davranış biçimi olarak düşünme eğilimindeyiz. Zekaya dayalı ama tamamen zekadan müteşekkil değil. Şair aynı zamanda kelimelere hayatiyet kazandırır. Kelimelerin hayatilik vasfı, yaşadıklarımıza müteallik bir irtibatı ilgilendirir. Yaşadıklarımızı da davranışlarla somutlandırırız. Ama yine de zekadan bağımsız değil. Bu bağlamda şiir, son  derece somut bir şeydir. Genel geçer kanaatin aksine, zihne dayalı bir spekülasyon değildir şiir. Yaşadıklarımıza karşılık gelir ve bu yüzden beşeri bir edimdir o.

Şiiri her gün karşılaştığımız davranışlarla bir ve aynı göremeyiz. Alışılmadık bir iletişim biçimidir şiir. Kelimeyi kendi doğallığına bırakır ve bu bırakışta biz, birçok anlam boyutlarına kulaç atarız. Şiir insanı sarsar. Şiir sayesinde bilincimiz tetikte durur ve medeniyetin belâlarına duçar olan şuurumuzun dinç ve diri kalmasını ve hatta her günü yeniden bir tazelenişle karşılamamızı, her gün yeniden doğmamızı sağlar. Şiir insanı sağlar. Bir başka bağlamda şiirin açtığı yolda millete giden dinamik işaretler bulunur. Diğer taraftan şiir, bireysel, kendine özgü bir uğraştır.

Dilin Kalbinden Konuşmak

Hareketlerimizin belirsiz hale gelmesinin sebebi, kelimelerin ağırlığının yitirilmesi, anlamlarının belirsiz oluşudur. İnsan ve kelime, insan ve dil, birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. İnsanı kavramanın en temel yolu, kelimelere yüklenen anlamdır aslında. Varoluşumuzu dil ve ifade araçlarıyla kavrar, açıklığa kavuştururuz. Paz’ın dediği gibi, " insan kelimelerden, kelimeler de insandan oluşur." Kelime olmadan insanı kavramamız mümkün değildir. Kelimeler de ölümlü varlıklardır, insanlar gibi doğar , büyür ve ölürler. Kelimelerin insan varlığını açığa çıkartıcı işlevleri vardır. Bu yüzden Cemal Süreya, "şiir geldi kelimeye dayandı" diyecektir. İkinci Yeni şiirinde, insan dünya üzerindeki yerini kelimeyle betimleyecektir artık. "Varlık endişesi"ni kelimelerle dillendirecektir. Kelimenin şiir içinde önemi ve değeri, aslında insanın kendi önemi ve değeridir. Paz’ın düşüncesi, kelimeye verdiği önem ve yaptığı vurgu, yukarıdaki ifadelerimizi destekler mahiyettedir: "Sözcük insanın kendisidir. Sözcüklerden oluşuruz bizler. Sözcükler bizim tek gerçekliğimizdir, en azından gerçekliğimizin tek kanıtı." Kelimelerin bu şekilde önemi, dil olmadan da bir anlam ifade etmez. Gerçekliğimizi açıklamak için dil’e başvururuz. Eğer dil’e bağlı kalmak, anlamımızı ifadeye kavuşturmak istiyorsak dil’i kullanmak zorundayız. "Dilden kaçamayız " der, Paz. Sessizliğin bile ifade ettiği bir şey vardır. Kelimelerin kalbinden konuşan şairin sessizliğine bir anlam vermek istiyorsak dil’in kapısına gelmek gerekiyor. Şair, kelimeleri de yedeğine alarak dil içinde, dil’in kalbinden konuşur. Varoluşumuzu açıklamanın temel koşulu dil’dir. Varlığımıza sahih bir anlam katmak istiyorsak dil’in imkânlarından faydalanmamız kaçınılmazdır.

Şair, dile, hayati olan özü yükler. Bu dil’in, bu dil’in malzemesi ile inşa edilen şiirin, bizim için vazgeçilemez oluşu, yaşamamızın olmazsa olmazlarından oluşu, yüklenen bu şiirsel öz dolayısıyladır. Yine de dil’i fetişleştiren bir tutumdan uzak durmalıyız derim ben. Alışılmadık ve yeni şiir dilinin dolaylarında hayata bakan bir taraf hemen her zaman olacaktır. Bu da çağdaş bir konuşma biçimi olan şiir için hususiyetli bir konudur. Yeni bir şiir dili, konuşmaya dayalı bir şiirdir. Paz’a göre "konuşma şiirin özü ve yaşam kaynağıdır fakat şiirin kendisi değildir." Şiirin genelini kapsayan ritmik düzenleniş itibariyle konuşma , kaynağını halktan alır. Halktan kaynaklanan bir konuşma biçimidir şiir, ama bütünüyle halkın konuşmasından ibaret değildir. Şiirde her yenilik konuşmayla, konuşma diliyle başlar. T.S.Eliot bu konuda manidar bir fikir öne sürer: "Şair hayatiyetini halktan alır ve karşılığında halka hayat verir." Cemal Süreya da "Konuşma dili şiirin mayasıdır.", der. Yeni şiir, yeniliğini, çıkışını, gerekçesini, istikametini buralarda aramalı, buradan bir yenilik arayışına girmelidir.

Kısaca özetleyecek olursak, alışılmadık ve yeni bir şiir dilinin inşası; ancak dil’i,dildeki lirizmi, epik sesi, anlamı, etkinliği, anlamın insanca dışavurumunu, bu toprakların ruhuna eğilerek, bu toprakları ‘bu topraklar’ yapan değerleri sahiplenerek, yeni bir bütünlüğe kavuşturmak, şiiri insan ve hayatla irtibatlı kılmak, süreçsel yeni yapılandırmalarla mümkün hale gelecektir. Anlamsal bağ, insan ve hayatla önem kazanır. Bu ise ciddi bir millet meselesidir.