Sevinç Çokum Hanımefendi’ye
Aydınlıklar evlerin kırmızı kiremitten çatılarına, gökdelenlerin doğuya bakan yüzlerine az sonra vuracaktır. Bir şafak vaktidir. Tan kızıllığı ufuk çizgisinde beliriyor. Sisler denizin üstünü kaplamışlar. Şehir hatları vapurları seçilmiyor. Onları, görüş menzilinize girdiğinde fark edebilirsiniz.
Adam yürüyordu; hayır, hayır bu, adeta koşmaktır. Bir tepedeydi. Yolcu otobüsü onu bu hakim yerde indirmiş, aşağıları tarif etmişti. “Dümdüz gideceksin, sağa sola sapmadan, istikâmetini aksatmadan yürü, denizi göreceksin.” Yalnızdı. İşte şimdi kimsenin, simasını tanıyamayacağı bir yola düşmüştü. Bir sabah vaktiydi. Caddeler boş gibiydi. Sadece arada bir sarı arabalar geçiyorlar, ona sellektör yapıyorlar. Adam ürkek duygularla koşuyor. Hiçbir araca binmiyor. Sadece adımlarını hızlı hızlı atıyor. Yolunu asla kaydırmadan ilerliyor. Az sonra denizi görecektir. İyotun keskin kokusu ciğerlerine kadar giriyor. Denize yaklaşmıştır.
Sahildeki meydana indiğinde belediye işçileri temizlik yapıyorlardı. Onu uykulu gözlerle çığrışıp kayan martılar, ince sislerin içinde sallanan, halatlarını iskeleye bağlamış, akşamın yorgunluğunu üzerinden atmış, gerinen gemiler karşıladı. Kiminle, başka hangileriyle yüzleşmeyi bekliyordu ki?
Adam soluk soluğaydı. Alnında ter öbekleri toplanmıştı. Şafağın serin esen rüzgârı onu üşütmüştü. Şimdi parkasını çıkardı ve sırtına geçirdi. Ellerini ceplerine koydu. Muvazzaf bir ordu mensubu gibi o kasabanın akşamlarında, çamurlu yollarında yaptığı hüzün yürüyüşlerine yine başladı. Sanki bu, meşakkatlerle, yorgunluklarla dolu yolculuğa bu voltalamalar için tahammül etmişti.
Hafif, sadece kendinin duyabileceği bir ıslık öttürüyor. Şehri şimdi görmüştür. İnsanlar uyuyorlar. Gemilerin bacasından dumanlar birazdan çıkacak. Ve hayat başlayacak.
Simitçiler meydana çıktılar. Salep satıcıları, çay ocağı işletmecileri. Minibüsçüler sabahın ağırlığında yorgun, gürültülü bir motor çalıştırıyor, egzoz dumanlarını kimsesiz asfaltlara boşaltıyorlar. Köprü hareketlenmiştir; sislerin içinde belli belirsiz gözüken köprü.
Adam denize baktı. Güneş yükselmiştir. Suyun, ışıklarla buluştuğunda oluşan parıltıları onun gözlerine çarpıyor. Sağa gidiyor, sonra sola gidiyor. Bir simit alıyor. Çay ocağında oturuyor. Beklediği kimse yoktur.
Gülsüm kızın, gölün yukarısındaki sazakta bulunan, şırıltılarla akan pınardan satırlarla su getirmesini düşündü. Vakit bir güze vurmuştu. Alıçlar yeni yeni yanaklarını kızartıyorlardı. Çınarlardan ve diğer bütün ağaçlardan ölgün yapraklar bir bir rüzgârın kollarına asılıyor ve çürümeye, yok olmaya kopuyorlar. O, şu sahil çayhanesinde oturan adam, omzunu bir meşe ağacına vermiş, gizlice onu izliyor. Kalbi bir katilin yakalanma korkusuyla hızlıca atan kalbi gibi çarpıyor. Saklanıyor, görünmemeye çalışıyor. İki elinde ağır, su dolu satırları taşıyan Gülsüm yorulmuştur. Yere damlacıklar dökülüyor. O, yardım için koşmayı düşünüyor ama bundan çekiniyor.
Akşam olunca yıldızlar çıktılar. Bulutsuz bir gökyüzü kasabanın yukarılarına gerilmiş, sonsuzluğun doğu tarafından bir ay ışığı parıltısı belirmişti. Adam bir eve gözlerini dikmiş pusudadır. Pencereler perdeli tüm ışıklar sönmüştür. Yalnız kuzey cephedeki pencerenin kalın, kırmızı perdelerinden hafif bir aydınlık sızıyor. Adam orayı nişan almıştır. Yüreğini, gözlerini, düşüncelerini oraya kilitlemiş, gözetliyor. Bir an kolluyor. Gülsüm’ün kollarından tutup ona sevdiğini söyleyeceği bir an. Ama bir türlü bulamıyor. Kasabanın en aşağısına, en yukarısına gidiyor. Dalgındır, düşüncelidir. Aşk bacayı sarmıştır. Bunu hiç kimseden saklamak mümkün değildir. Dumanların ötesinde, bacayı saran bir alev oradan göğe yükseliyor.
Çayını yudumladı. Simidin susamlarını dökmemeye çalışıyor. Bir gurbet şehrin sokaklarına az sonra çıkacaktı. Gideceği, kapısını çalacağı bir tanıdık yoktur. Önce bir işçi bulma kurumuna mı uğramalıydı? Tebessüm ediyor; bir acıyla derinden of çektikten sonra.
Bir yaz, yaylaya gidiyorlardı. Kasabalı hem tarım, hem de hayvancılıkla geçimini temin ediyordu. Bu sebepten keçilerini, koyunlarını otlatmak, daha temiz bir havayı ciğerlerine çekmek ve sivrisineklerden kurtulmak için dağlara, yaylaya çıkarlardı. Yine böyle bir gündü. Yükler traktörlere yerleştirilmiş, denkler hazırlanıp katırlara vurulmuştu. Adam, ailesiyle en önde gidiyordu. Bazen arkalarda kalıyor. Ön ve arka arasındaki geliş gidişlerde, aralarda bulunan Gülsüm’ü görüyor. Acı çekiyor. Ama hiçbir şey yapamıyor. Bir bahardır. Güz vakti geçmiş, çılgın bir kar fırtınasıyla başlayan kış günlerinin sonunda bu bahara ulaşılmıştı. Ama adam günlerin çok hızlı geçmesine rağmen bir türlü aradığı o anı bulamıyordu.
Çadırlar kurulmuştu. Keçi kılından yapılma Yörük çadırları. Kap kacak, onları koymaya raflık ayarlandı. Ateş yakmak için ocak yeri hazırlandı.
Çobanlar sürüyü dağa götürdü. Kuzuların ve oğlakların peşlerine takılan yırtık ayakkabılı ve yamalı pantolonlu sümüklü çocuklar bu işi çok isteksiz yapıyorlardı.
Tepelerden ferik ötmeleri geliyor. Anaç keklik yeni çıkan yavrularını başına topluyor ve görkemli bir bahar şarkısı söylüyorlar. Adam çadırdadır, ayaklarını uzatmıştır. Sinekler ellerine, yanaklarına konuyor. Sürüyü az önce getirmiş ağıla doldurmuştur. Anası süt kaynatıyor. Tezek ateşi ağır, yorgun, içten içten yanıyor. Bir duman kalabalığı obayı sarıyor. Adamın içi içini kemiriyor. Şu keklikleri, yavrularını yakalayıp Gülsüm’e hediye etmeyi aklından geçiriyor. Ama bir türlü istekleri istediği gibi olmuyor. O, ümitsizdir. Bir yayla yerinin yaz günleri böyle mi geçecektir?
Adam şehrin sokaklarında, dalgalı sahil yollarında yürüdü. Köprünün altından boynunu bükerek geçen turuncu, yük dolu dev gemilere şahit oldu. Zengin züppeleri sürat motorlarıyla denizi keserek, gerilerinde köpüklü sular bırakarak kayıyorlar. Balıkçı kayıkları geçiyor. Besili martılar kanat çırpıyor. Adam yalnız ve hüzünlüdür. Denize serinlemeye giren çocukları izliyor. Suyun yanağına dizdiği mavi, pembe, kırmızı, mor balonlarına silah sıktıran gariban adamı…
Çarşıya şimdi gitmişti. İş yerlerine sorular sordu. Vitrinlere asılı çırak, kalfa aranıyor yazılarını okudu. Her girdiği yerden üzgün, biraz daha umutsuz, korkularla çıkıyordu. Şehirde az sonra akşam olacaktı. Karanlıklar pıtrak gibi sokaklara, yollara, evlere yapışıyor. O, ürperiyor. Geceyi nerede geçirecektir?
Kenger dikenleri, boyacılar savruluyor. Bir ikindi üzeridir. Obanın yukarılarındaki sırtlarda kalan koyunları getirmek için oraya çıkıyor. Dalgındır. Adımlarını atmasından sonra ayaklarından tozlar kalkıyor. Ve Gülsüm’le karşılaşıyor. O, az ileride, uçuruma bakan bir kayanın üzerinde oturmuş ufukları, uzakları seyrediyor. Belki bir hayal kuruyordur. Doru bir ata binmiştir. Tül, kırmızı duvağı yüzünü kapatmıştır. Bir evlilik, sevgiliye kavuşma hayalidir. Adam, kızı korkutmak istemedi. Hafif bir ıslık çalıyordu. Dalgın dalgın yürüyormuş gibi yapıyordu. Bir anda göz göze geldiler. Gülsüm, yazmasıyla yüzünü kapattı. Adam, utanıyor, sıkılıyordu. “Sana bir diyeceğim var.” dedi. Elleri, bacakları titriyordu.
Adam bir pansiyona girdi. Geceyi orada geçirecekti. Sahile uzak olmayan, deniz kokusunun odasına dolduğu bir yerdi burası. Yatağına uzandı. Perdeleri açık bıraktı. Pencerelerden, sokak lambalarından kopan ışıklar duvarına vuruyordu. Köşedeki berberden ağır, içten, aşkı okuyan bir arabesk şarkı geliyordu. Gemi böğürmeleri acı, ayrılık ve yalnızlık doluydu. Şarkıdan arada bir inleyen, sızlayan bir keman sesi duyuluyor.. Akşam, gece büyüyor, büyüyor. Gurbet, adamın suratına vuruyor. Uyuyamıyor. Dağları, Gülsüm’ü düşünüyor. Şehir dışarıda, Boğaz’ın iki yanında uzanıyor. Yokluğa gelmişti. Oralardan adeta kaçmış, buralara sığınmıştı.
-“Artık her şeyde geç kalmadık mı? Diyor ve devam ediyor Gülsüm: Yüreğimin çocuğu. Seni, gelmeni, iki çift sözünü ne çok bekledim. Geceleri lambam en son sönerdi ve senin dışarıda beklediğini bilirdim. Babamın katı tutumunun farkındayım. Gönül rızası ile beni sana vermeyecektir. Ama seninle gelirdim; beni alır giderdin. Buna teslim olurdum. Sen bir alçak adamsın sevdiceğim. Şimdi dağların aramıza girmesi, ayrılığı devasalaştırması hâli artmıştır. Ve asla küçülmeyecektir. Beni Köpo Ramazan’a verdiler ve onunla nikâhladılar. Hoşça kal güzelim, Recep’im.”
Adam terlemiştir. Yatağı su içinde kalmıştır. Gece ilerledi. Berber, ilerideki çorbacı kapandı. Sokaktan sesler gelmiyor.
Recep, artık ne yapacağını düşünmek istiyor. O, kötümser anları aklından silemiyor. Kasabasına bir daha dönemeyecektir. O kızın gözleriyle karşılaşıp yürek sızısına dayanmayı göze alamıyor.
Adam, sabahı gözlemeye koyuldu. Bu şehirde yerleşecek ve kök salacaktı. Açlık, yoksunluk, hakaretler de olsa muhatabı bu kent onun son durağı olmalıydı.
Şehir inliyor.
Mecnunumsu bir adam kentin gizemli gecesinde uyumaya çalışıyor.
Leylâ nerededir ki?
04.10.2006
[email protected]