Bana inanmıyorlar. Haklılar da. Çok inandırıcı değilim. İkna kabiliyeti olmayanın inandırıcılığı da olmazmış. İkisi aynı şey değil mi zaten. Ne saçmalıyorum. Onu bulmalıyım.
Geçen gece rüyamda görmüştüm. Yolculuğa çıkmıştık. Arka arkaya iki koltuğa oturmuşuz . Sen yanıma oturma demişti. Zaten benimle pek konuşmaz. Öfkeli bana. Neden bilmem.
“Öyle bakmayın. Beni nehrin kıyısında bekle demişti. Az önce karşıdaydı. Kayboldu. “
Onu tarif etsem belki bilirler. Gözlük takar. Küçücük gözleri var. Ama her âlem sığar içine. Sarraf kumaşından. İnsanları iyi tanır. Gülümsemesi sizin yüzünüze de yansıyacak kadar etkili. Güçlü kolları var. Hangi boşluğa düşse birisi hemen koşar yakalar. O geniş omuzlarında koca bir dünya taşır.
*
Yine dünyanın bütün yükü omuzlarında uyanır sabaha. Besmeleyle kalkar yataktan. Bir de salat-ü selâm. Yünlü terliklerini giyer hemen. Ayakları çok üşür. Elleri de. Nefesini avuçlarına derin derin hohlar. İyice ovuşturur ellerini .O zaman kendine gelmiş demektir. Hemen komodinin üzerindeki gözlüklerine uzanır. Komik adam. Az sonra banyoda yüzünü yıkarken yine çıkaracaksın.Sık sık tansiyonu düşer. Gözünün önünden ışıklar falan geçiyormuş .Uzun bir yol uzanıyormuş böyle. Sonra havai fişek patlar gibi yine yıldız yıldız oluyormuş gözlerinde mekân. Eğer öte âleme varıp dönmüyorsa doktora görünmeli.
Banyodan hemen sonra çalışma masasına yönelir. Ahşap bir masa. Babasından kalmış. Her türlü kağıt masanın üzerinde ama muntazam. Üzerinde Nasreddin Hoca figürü bulunan kalemlikte envai çeşit kalem. Kalemi sever, kelâmı sevdiği kadar. Kitaplar masaya sabitlenmiş raflara dizilmiş. Rafların birinde bir hokka var. Hocası vermiş ona. Hatıra. Mürekkep parmaklarına değecek ki yazar olduğunu hissedesin dermiş. Artık kullanmaz onu. Ama yazarken yeşil dolmakalemini kullanır. Mürekkep kokusunu burnuna çekenlerden hâlâ.
Kahvaltı bile etmeden yazmaya koyulur. Her zaman yaptığı şey. Midesi ağrıyana kadar yazacak yine. Sonra yardımcısına seslenir.
“Esin kızım hazır mı sofra?”
Esin sırf adı için alınmıştır işe. Takıntılı biraz. Ona göre her şey herkes ona ilham vermeli. Mutfakta asılı nazarlık, halıdaki desen, duvardaki çizik ,oda kapısındaki çatlak, avizedeki metal parça, evdeki yardımcı. Tuhaf adam demiş miydim?
Yazmakla var olacağıma inandığım bir başka gece . Işıklar kapalı. Yalnız çalışma masamdaki cılız lamba yanıyor. Bilgisayarın tuşlarını tam göremiyorum. Gözlerim yanmaya başlıyor. Yıldızlar yanıp sönüyor gözümün önünde. Yazamıyorum. Ne kahve kâr ediyor, ne loş ışık, ne de müziğin mutlak hakimiyeti. Birkaç cümlem var. Belki öykünün sonuna yakışabilir. Öykünün kendini yazması gereken bir düzlemde final cümlelerinden başlamak çok uygun değil. Sadece bir karakter var kafamda. Doğru cümleler nereye kayboldular?
Evin içinde dolaşıyorum. Belki bana ilham verecek bir şeye rastlarım diye. Mutfakta asılı nazarlık, halıdaki desen, duvardaki çizik ,oda kapısındaki çatlak, avizedeki metal parça. Keşke bir esin perim olsaydı.
Zihnimi dağıtmamalıyım. Yazmalıyım. Tüm kelimeler ambalajı açılıp yarıda bırakılmış şekerlemeler gibi. Ne tadını alabiliyorum, ne de kıyıp atabiliyorum. Bu olurmuş her yazana. Bir zaman sonra açılırmışız. Yazmak sanırım benim fasit dairem. Sonsuz kere kısıtlı özgürlüğüm .Fişlenmiş med-cezirlerin standında cümle cümle kurduğum saltanatım. Kuvvetle muhtemel kısa bir saltanat olacak. Ama daha fazlasını yapabilecek gücüm var. Var mı?
Perdeyi açıp balkona çıkıyorum. Uzaklarda bir yerde nehrin ışıltısı kendini aydınlatıyor. Bir şehri arşınlamanın yorgunluğu düşmüş sesine. Duyulmuyor bile. Bir fısıltı. Yazmak, yalnızlığın berraklığında kendine bir kez daha bakmak. Belki sabaha…
*
Kafamda yazma fikri sabitlenmiş bir hâldeyim. Sabah sabah midem ağrıyor ama bir şey yiyesim yok. Sabrımın son kertesindeyim. Gözlerimi ovuşturarak doğruluyorum yatakta. Eğer yine yazamazsam nehrin kıyısına gidip birikmeyi planlıyorum.
Kalkıp sandalyeyi çekiyorum. Raftaki kitaplar birbirinin üzerine devrilmiş. Bende hatırası olan hokka kitapların arasında kaybolmuş. Üzerinde Nasrettin Hoca olan kalemlikte tek kalem yok. Hepsi bir yerlere dağılmış. Yeşil dolmakalemin de kapağı ortada yok. Çalışma alanım harp alanına dönmüş.
Masamın üzerinde hiçbir zaman düzenli olmayan kağıtları üst üste yığıyorum. Bir tanesi yazıcının altına sıkışmış. Çıkarıp diğerlerinin yanına koyuyorum.
O kağıdın köşesine kurulmuş bir derkenâr gibi gülümsüyor:
“Aradığın tüm mânâları kendinde bulacaksın. Sen kendini idrak edene dek suyun öte yanında olacağım. Eğer bundan vazgeçersen sonsuza dek yokum.”
Aceleyle giyiniyorum. Gece baş ucumdan dökülen kelimeleri topluyorum sonra. Çantamda not defterim. Tamam. Bir de kalem alıyorum yanıma. Koşar adım çıkıyorum evden. Yürüyorum, yürüyorum ,yürüyorum …Nehrin yakınlarda bir park vardı. Çay bahçesi miydi yoksa? Masaları da kaldırmışlardır hem. Yoksa bu onun ara ara hava aldığı? Evden çıkmıyordu sanki? E belki yazmak için evdeki malzeme kifayet etmiyordur? Kafamdaki soruların hangisini cevap vereceğimle cebelleşirken banklardan birine kuruluyorum. Önümde dallarını eğmiş koca bir ağaç yapraklarını dökme telaşında…Başımı kaldırıyorum:
Omuzlarını kasmış, ellerini ovuşturarak yürüyor. Zaten geniş olan omuzlar ;içinde askı unutulmuş gibi duran bir paltoyla bütünleşmiş nerdeyse. Soğuğu sevmiyor. Zaten çok az kimse soğuğu sever diye düşünüyor. Yardımcısına kızgınlığı arttıkça artıyor. Ayakları da üşümeye başlıyor hafiften. Sığınağıma dönsem ,şöyle bir ıhlamur içsem diyor ,sıcak sıcak. Bal koyarım azıcık. Biraz da limon sıkarım diye geçiriyor içinden. Ağzı kamaşıyor birden. Tam o sırada rüzgâr önündeki yaprağı kaldırıp ağzına yapıştırıyor:
“Eh Esin ben sana demedim mi atkımı ver diye. Eldivenleri de yük etmeyin yanınıza dedi. Taş taşıyacağım sanki. Rüzgar sert esiyor bak. Hasta olmak var işin ucunda. Bir de yağmur başlarsa şimdi. Yok yok bu kız sadece yemek yapsın. Temizlik ,ütü falan. Bir yardımcı daha almalı. Şöyle ince düşünen. Adı ne olsun ki?...”