Bir akasyasın, salınıyorsun. Yavaş yavaş eserek düş yorgunu çiçeğin ,
buluttan bir su öpüyor dudaklarını, dudaklarından yakıcı, içine sızarak nemi bembeyaz çiçeğin.
Dilinde yaşamanın tuzu var. Kimi zaman son vapuru en yakın iskeleden kaçırmanın acısı.
Sözlerini unuttum ben; bir şarkı vardı dilimde, dönüp dönüp aynı yerde acıdan donardım onunla. Bazen gri bir hatırayı yüreğimde taşımak oluyordu her şey, pürüzsüz bir tende seyiren o her şeyle yürürdüm.
Şehirler nasıl yitip giderse, zaman gözönünden silinip kaybolmak için yokluyor. Sus diyorum sus. Ay altındasın. Sızlanıp durma ve bak aya, nasıl beyaz. Nasıl güzel bileniyor göğün demirinde. Bitmez sanma her şeyi. Kollarına düşen olgun meyvelerdir diyorum aydan. Gecede bir beliren bir yokolan korkuların düşüyor…
Kollarından çıkar şu meyveleri, gecenin havanında ez, ez durma sabaha kadar. Her yol ayrımında duruyor, kendi kendine attığın düğümleri çözerken yoruluyorsun. Gecenin bir saatine ayarladığın doğumun yorgun, en çok kendinden yoruluyorsun.
Yollar, dağlarda bükülür gibi bir şey geçip gidiyor, durulmuş sular vardır bu geçip gitmenin ardındadır, üstümüzdedir suyun vücudu. Dualarını alıp götürür ay gibi koşarak dere tepe, gök ova. Kopuk uçurtmalar karışıp birbirine, hür sabah rüzgârları olur, gelir yanağıma yaşamak.
Ne gül ilmiklerindeydi hayat ne gölgeli bir temmuza tutsak. Artık gece temmuz gibi sussan da bir, konuşsan da hayat.
Güvercinler ıhlamur ağacında sırlı bir uykuya dalmış. Yürekten bir ötmekle kabuk çözülüyor. Meydan burası. Burası ıhlamurlar ve güvercinin adası.
Bir elden, suyun tadı geliyor aklıma.
Uzak bir çocuk, kuşları havalandırıyor. Her şeyama her şey sonradan kıvama geliyor. Yağmur rüzgârdan sonra kavuşuyor toprağa. Toprak neden sonra kokuyor nemini. Sonra, bir serçenin kursağında demleniyor uçmak.
Akşam çok sonra oluyor. Bir kelebek ömrünü bitiriyor sonra.
Ucu yırtık bir film afişinden bir ölüm, yaprak kıpırdatmadan, ağarmadan geliyor gün.