" Günlerden bir gün ..."diye başlayan bir hikâyeyi ensesinden tutup fırlattım ki onunla karşılaşmamıza kadar gitti. Tam hatırlayamasam da Gogol’un Burun öyküsü ile Nilgün Marmara’nın intihar provası şiirlerinin med-cezirleri anında olmalıydı. Hayatımda kayda değer kimse yoktu - zaten kayıt defterim de epey eski laf aramızda-. Mutfakta hijyenle, banyoda su buharıyla haşır neşirken bile hatırlayacağım biri yoktu. Bir boşluğu doldurmuştu. Cümlelerimin arasındaki boşluğu .
Tren istasyonunda bir sabah. Hava açık. Pırıl pırıl. Sait Faik görse kesin “ Hişt Hişt” derdi. Bir ses gelsin de nereden gelirse gelsin. İstasyona mütevâzi bir gölgelik sunan o ağacı dün gibi hatırlıyorum. Zakkumdu, pembe çiçekli. Bu pek ağaç da olamamış, çiçek de olamamış bitki bana hişt hişt dese. ..Güneş önüne geleni selamlayan bir kalender ;ben geçen her vagona el sallayan bir mağlup. İstasyona kurulmuş banklardan birinde ellerini cebine zorlayarak sokmuş, başı önünde uzun boylu bir adam oturuyordu. Hafif kel, burnu kemerli, beyaz yüzlü biri. Ben de ona “hişt hişt “desem mi? Yanına gitmeye cesaret edemedim. İnsanları kalabalıklar içinde yalnızken izlemek hep cazip gelmiştir. O tuhaf ayakkabılarıyla yerdeki taşı yuvarlamaya başladı. Bir ayağından diğerine geçiriyor, kendi kendine gülümsüyordu. Benim kadar tuhaf birileri olmasına sevindim, benimle aynı havayı solumasına daha çok. Birkaç saniye sonra yerinden kalktı, başı dimdik istasyonun ucuna doğru yöneldi. İki yönden çıkışı vardı bu istasyonun. Bir bahçesinde tarihi bir lokomotif olan kısmı, bir de arka bahçeden yandaki resmi binaya geçiş kısmı. O kısımda bir de otopark var. Herhalde arabasına doğru gidecek diye düşündüm ki etrafında bir tur atıp benim bulunduğum yöne doğru yürümeye başladı. Beni gördüğünü sanmıyorum. Ne kimseyi görecek ne de duyacak haldeydi çünkü. Başka bir boyutta gibiydi. Yürüdü yürüdü ve tam önümde durdu. Kendisini izlediğimi anlamış ve bana çatacak diye düşündüm kalbim ağzımda atıyordu sanki. Ne cevap verirdim bana bir şey derse diye düşünürken:
“ Bu trenler bizi istediğimiz yere götürür mü?” dedi
Şaşırdım. Benim gardımı aldığım cümle bu değildi.
“Bilmem, götürür mü? “ diyebildim.
“Oğlum trenleri ilk gördüğünde nereye gidiyorlar diye sormuştu. İnsanları istedikleri yere götürmeye gidiyorlar demiştim. O zaman oğlum bizi de götürür mü baba demişti.”
“Oğlunuz akıllı çocukmuş”
“Öyleydi “
“Tuhaf da bir çocuktu. Hiç kimsenin düşünemeyeceği şeyleri sorardı. Bir gün renkli sabunların ellerimizi neden boyamadığını sormuştu. Kendimi aptal gibi hissetmiştim. O trenin önüne oyun oynamak için atlarken yerimden kıpırdayamadığım zamanki kadar aptal!”
Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Şimdi aptallık sırası bendeydi. Adam oğlunun başına gelenden kendini sorumlu tutuyordu. Hiç tanımadığı birine bunu anlatacak kadar da çaresiz. Ölmüş müydü yoksa sakat mı kalmıştı soramıyordum. Donup kalmıştım. Hem benim planım sadece izlemekti. Kendi hikayemle bile meşgul değilken tanımadığım bir adamın hikayesini öğrenmeyi istemiyordum aslında.
“Umarım bundan sonrası güzel olur sizin için”
“Umarım”
Devamını getirmemi bekliyor diye düşündüm. Ama beklentileri karşılayacak kadar çok kelimem yoktu.
“İyi günler “dedim yanından ayrıldım. Cevabını beklemedim. Beklemeyi sevmem. Ama gizlice arkama bakmayı ihmal etmedim. Öylece durmuş bakıyordu ardımdan.
Ertesi gün kendime engel olamadım tekrar gittim aynı istasyona. Zihnimde çocukça hayaller, elimde terimi silmekten yıpranmış mendil. Uzun uzun baktım etrafıma. Gelen giden olmadı. Banklarda oturup içine su konmamış süs havuzuna uzun uzun baktım. İçi doldurulmamış boşluklara uzun uzun baktım. Ertesi gün tekrar ,bir diğer gün tekrar gittim aynı yere. Aslında beklemeyi sevdiğimi kendime itiraf edene kadar gittim. Her gün aynı saatte aynı yere defalarca gittim. Güneş tuhaflığıma kahkahalar atarken usanmadan gittim.
Kendime hayret ettiğim bir bekleme zamanı bankın üzerinde bir sürü tuhaf hayaller geçiyordu aklımdan onu beklerken. O çocuğunu kaybetmiş adamı teselli ediyordum. Başı kucağımdaydı. Bana başından geçenleri anlatıyordu. Eli dizimdeydi. Ne kadar üzgün, ne kadar yalnız olduğunu anlatıyordu. Elini tutuyor avucumun içinde sıkıyordum. Kendi kendime gülümserken yakaladım kendimi ve bir sesle irkildim.
“ Bu trenler bizi istediğimiz yere götürür mü?”
Başımı kaldırdım. Konuşan, günlerdir beklediğim adamdı ve beni hatırlamıyordu bile…
Bazen içinde biri çığlık çığlığa şarkı söyler susturasın yoktur. Bu halde yalnızım sanırsın; karşındaki adamın gözlerinde Hamiyet Yüceses ' Söyleyemem Derdimi! 'diye haykırır. Bir zamanlar masala kesmiş hayatından çalar da hâl-i hazıra eklemek istersin olmaz. Eğretidir zaman. Ya harcı eksiktir ya dem tutmamıştır işte.
Olur öyle… dersin. Konar göçer hâl yüklenen nice insan gibi mahzun ve mağrur geçer gidersin.
(AYNA İNSAN DERGİSİ, EYLÜL 2014, SAYI: 12)