I
Pencereden, gökyüzüne uzanan balonları seyrediyordu. Hayatında gördüğü en güzel şeydi onlar. Mavi, sarı, kırmızı... Çeşit çeşit balonlar.
Baloncunun etrafında dolanan yaşıtlarını görünce merakı bir kat daha arttı. Hızlıca oturduğu yerden kalktı. Koşarak çıktı evden. Adım adım yaklaşıyordu ruhunu rengârenk boyayan balonlara. Yüzündeki tebessüm görülmeye değerdi. Ta ki ardından gelen sese kadar. Duyar duymaz onu olduğu yere çivileyen sesin sahibi, ellerini beline koymuş öylece ona bakıyordu. Suratında hiçbir duygudan eser yoktu.
Annesini gördüğünde ne yapacağını bilemedi. Kadın nefesini tutmuş patlamaya hazır bir volkandı. “Kız nereye gidiyorsun bakalım? ” diye çıkıştı. Öfkelendiği her halinden belliydi. “Şey ana baloncu gelmiş de” dedi çekinerek. Tepesine lamba tutulmuş suçlu gibiydi. Acımasızca sorgulanan bir suçlu. Annesi; “Kız ben sana dışarı çıkmayacaksın demedim mi?” diyerek yürüyordu üzerine.
Annesinin sıktığı kolunun acısı yüreğinde duyduğundan çok daha azdı. Bedenine inen her darbe boşlukta yankılanan çığlığına karışıyordu. O gün köyde sadece o acıdan çığlık attı.
Ertesi sabah erkenden uyandı. Vücudunda oluşan kızarıklıklar ona doğal gelmeye başlamıştı. Yatağına oturmuş dalgın dalgın bakıyordu. Nereye baktığının farkında bile değildi. Sonra gözlerinde asılı kalmış bir damla düştü yatağına. O günden sonra ağlayamadı. Zaman su gibi akmamıştı onun için. Her gün ayrı bir eziyetin başlangıcıydı. Öyle ki rüyalarında bile devam eden bir eziyet. Gördüğü her kâbusun ardından anne diyerek uyanmasına şaşıyordu. Çünkü her kâbusunda o vardı. Kâh dövüyordu onu, kâh kovalıyor.
Yedi kış böyle geçmiş, yedinci kışın sonunda ailesinde bir hareketlenme başlamıştı. Neden olduğunu çözemediği bir heyecan vardı üzerlerinde. Sahte gülümsemeler konmuştu acımasız suratlara. Annesinin bedenini yoklamaları, babasının göz süzmeleri. Bir depremin öncüleriydi adeta. “Meryem bir gelsene.” Annesinin sesindeki yapmacıklığı hemen anlamıştı. “Meryem bir gelsene, bak misafirlerimiz var”, dedi.Ürkek adımlarla yaklaşmıştı gelenlere. Orta yaşlarda bir kadınla, ondan epeyce yaşlı olduğu anlaşılan bir adamla göz gözeydi. Üzerine dikilen iki çift göz tarafından esir edilmişti. “İşte bizim Meryemimiz, kızım öpsene misafirin elini.” istemeye istemeye öpmüştü elleri. “Eh, bize bir kahve yap bakalım.” Annesi buyurgan bir ses tonuyla konuşuyordu.
Kahvelerini içerlerken meraklı gözlerle bakıyorlardı ona. O gece elinde tuttuğu tepsinin kesikleri uyutmadı Meryem’i.
Kan çanağı gözlerle karşıladı sabah ezanını. Dilinde, anneannesinin öğrettiği Kevser Suresi. Ölmeden önce öğretmişti ona. Yaşlı hafızasında ancak bu sure barınabilmişti. Torununu bırakıp gittiğinde ardından bir tek Meryem gözyaşı dökmüştü.
Kahvaltı sofrasında çıt çıkmıyordu. Tek ses bütün büyüyü bozacaktı. Kimsenin kanayan yaraya bakmaya niyeti yoktu. Daha fazla dayanamadı. ”Beni o adama verecek misiniz?” Meryem’in dilinden dökülen sözler boşlukta dönüp durdu bir süre. Ne annesi, ne de babası cevap vermişti ona. Orada yokmuş gibi davranıyorlardı. Babası, çayından son yudumunu aldıktan sonra, sofradan hızlıca kalktı. Onu yalvaran gözlerle takip etmişti Meryem. Hayatta tutunabileceği en sağlam dal, daha o uzanmadan kuruyuvermişti. O günden sonra sesini duyan olmadı.
Bahar güneşinin ilk ışıkları damlıyordu toprağın üstüne. Bindiği arabadan, giderek uzaklaşan baba ocağına son kez baktı. Belki de hiç yakın olamadığı baba ocağına. Kocasının yol boyunca sürdürdüğü ısrarlarına rağmen hiç söz çıkmamıştı ağzından. Şehre ulaştıklarında gün ışığı yerini şehir ışıklarına bırakıyordu. Koca koca binaların yanından geçiyorlardı. Meryem ilk defa bu kadar büyük şeyler görüyordu. Her biri gölgeler halinde üzerine geliyor, onu boğmaya çalışıyordu adeta. Küçük yüreğinde büyük korkular vardı.
II
Yalnızlığın kuytusunda bir çocuktu o. Merhametin unuttuğu bir çocuk. Ve şimdi bir evlat getiriyordu dünyaya. Daha kendisinin bile alışamadığı dünyaya. Sabah ezanıyla birlikte başlamıştı sancısı. Kocası söylenerek götürmüştü hastaneye. Meryem, bağırmamak için dudaklarını koparırcasına ısırıyor, kocasının öfkelenmesinden korkuyordu.
Sedyenin üzerine yatılırken küçük bir çığlık attı. Aynı zamanda bu doğum sancısının bitişiydi. Bir saat sonra hastane odasında kucağında bir bebekle yatıyordu. Dünyayı sadece annesinin fark ettiği bir titremeyle karşılamıştı.
Meryem evladını hayranlıkla seyrederken, kocası bir kenarda dalgın dalgın duruyordu. Hayatının son demlerinde bu ona ağır gelmişti. Günahsız iki bedeni daha fazla izleyemedi. Hastanenin bahçesine çıktığında yorgun kalbi son vuruşlarını yapıyordu göğsüne.
Kim bilir kaç ölümlü doğmuştu bu sabah. Ve kim bilir kaç kişi yer açmıştı onlara. Meryem kocasının ölüm haberini almış, çaresizliğin yamaçlarında tırmanmaya başlamıştı çoktan. Ne yapacaktı şimdi. Baba ocağını düşündü bir an. Umutsuzluğun katmerleştiği andı. Geri dönmek imkânsızdı onun için.
İki gün geçmişti aradan. Meryem hastane odasını benimsemeye başlıyordu. Huzurun tadını aldığı ilk yerdi burası. Çoğu zaman pencereden dışarıyı seyreder, birbirini ezercesine ilerleyen arabalara hayret ederdi. Hastane çalışanları çok sevmişti onu. Hasta bakıcısından hemşiresine hepsi kol kanat germişti ona. Onlar için öksüzdü o. Ailesi öksüz bırakmıştı onu. O da kelimeleri.
İkindi ezanının görünmez bir örtüyle kapladığı yola bakıyordu. Çektiği ezanın acılarını dindiriyordu ezanla. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Fakat bu sefer ne ailesinden gördüğü muamele ne de yalnızlığın verdiği korku onu bu hale getirmişti. Bu yüreğinin zindanlarına mahkûm edilmiş bir duygunun zincirlerini kırıp çıkmasıydı. Huzur... Evet, huzurdu gözlerini nemlendiren. Çorak toprakların yağmurla buluşması. Önce yüreğini yıkamıştı rahmet. Sonra sesini. Kendine yabancı gelen sesine, çocuğu yıllardır aşinaydı adeta. Meryem artık her gün ninni ile uyutuyordu Yusuf’unu.
Kara gözlerinin derinliğinde Yusuf’un, kendi hayatını görüyordu. Bir kuyunun dibinde gibi. Çırpındıkça battığı bir kuyu. Ama oğlunun o kuyulara düşmesine izin vermeyecekti. Karanlık, gözlerinden başka bir yer bulamayacaktı. Kucağında özlemi. Kucağında umutları. Vazgeçeceği anda onu sıkı sıkıya hayata bağlayan tek şey.
Bir sabah uyandığında hayatta en sevdiği insanı karşısında buldu. Mavi gözlerini ona doğru yöneltmiş öylece bakıyordu. Yüzünde ki tebessümden iyi bir haberinin olduğu belli oluyordu. “Günaydın Meryem nasılsın?” dedi. Arkadaşının sesinde ki ahenge hayrandı Meryem. “İyiyim Selma. Sen nasılsın?” dedi. Uyku mahmurluğunu üzerinden yavaş yavaş atıyordu.
-Ya özür dilerim. Sana vereceğim haberin heyecanı sabaha kadar uyutmadı da. Erkenden koşup geldim. Malum bugün benim izin günüm. Yarına kadar bekleyemedim kusura bakma.”
-Yok, Selma ne kusuru. Olur mu öyle şey. Merak ettim haberini.
- Hani geçen gün sana bahsetmiştim ya belediyenin yardımlarından.
- Evet söylemiştin.
- İşte. Oraya senin için başvurdum. Dün akşamda aradılar beni. Başvurumu kabul etmişler. Sana bir ev tahsis ediyorlar. Artık burada kalmana gerek yok.
- Allah razı olsun Selma. Senin hakkını nasıl öderim ben.
- Sakın bir daha öyle deme Meryem. Biz kardeşiz.
- Sağol Selma.
- Sen şimdi buradaki eşyalarını toparla. Yarın beraber gideriz tamam mı?
- Tamam.
Arkadaşının yanağına kondurduğu buse ona hiç hissetmediği bir hissi tattırmıştı. Güven. Evet, o insanlara güvenmeyi öğreniyordu yavaş yavaş. O gün akşama kadar heyecanını dizginlemeye çalıştı. Önünde belki de hayal edemeyeceği kadar huzurlu bir hayat onu bekliyordu. Ertesi gün uyandığında güneş uyanmamıştı hala. Şehir dünden arta kalan çöplerini atarken dışarı o da gönlünde ki çöpleri boşaltıyordu sonsuz boşluğa.
III
Meryem, iyice alışmaya başlamıştı yeni mahallesine. Geçmişi bir küldü onun için. Ve yeniden doğmuştu küllerinden. İlk zamanlar yardımlarla geçiniyordu. Sonra yavaş öğrendi yaşam kavgasını. Hayatın buzlu zemininde ayaklarını dondurmamayı öğrendi. Can yoldaşı bildiği Selma ile ona hayat içinde hayatı veren oğluydu yoluna ışık tutan. En çok gözlerine bakmayı seviyordu oğlunun. O büyüdükçe kara gözleri daha da derinleşiyordu. Kendini bıraksa kaybolacaktı adeta. Benzersiz bir güzellik vardı yüzünde. Meryem önce konuşamadığını fark etti Yusuf’un. Çıkardığı sesler ufak çığlıklardı o kadar. Artık farklı bir çocuğa sahipti Meryem. Çoğu zaman boşluğa öylece dalar gider, annesinin tüm çabalarına rağmen hiçbir tepki vermezdi. Bazense uslu bir çocuk olur yatardı annesinin dizlerine.
Soğuk bir kış gecesiydi. Koynuna aldığı yavrusu daha bir başka sarılmıştı ona. “Birbirimize tutunursak asla düşmeyiz.” der gibi.
Meryem sabahın ilk saatlerinde boğazındaki yangınla uyandı. Her nefes alışında, göğsünden aşağıya bir ateş topu iniyordu. Yavaşça doğruldu yatağından. Soğuk duvara tutuna tutuna ilerledi. Telefon ile arasında bir ömür uzaklık vardı adeta. Titreyerek uzandı telefona. Tuşlara basmanın bu kadar zor olacağını tahmin etmemişti. Diğer taraftan gelen sese sadece “Yardım et.” diyebildi.
IV
Sedyenin gıcırdayan tekerlek sesleriyle açtı gözlerini. İç yangını, sönmeye yüz tutmuştu bile. Doğrulmak istedi. Omuzlarına dokunan bir el izin vermedi. Hemen tanımıştı bu elleri. İnce uzun parmakların sahibi Selma’dan başkası değildi.
Ambulansın, dar bir koridoru andıran içine doğru ilerlerken, hep uzaktan duyduğu acı siren sesinin içinde buldu kendini. Koluna giren iğnenin acısıyla, kendine geldi biraz daha. Bedeni hafifçe sallanıyordu hastanenin kapısına geldiklerinde. Nefesinin giderek rahatladığını hissetti. Avucunun içi gibi bildiği koridorlarda ilerliyordu.
Bir saat sonra kucağında oğlu, eski yatağında yatıyordu. Can yoldaşı Selma’nın gölgesi düşmüştü üzerlerine. İkisi de konuşmuyordu. Meryem oğluna sıkı sıkıya sarılmış, öylece duruyordu. Sonsuz bir sessizlik uzuyordu odanın ortasında. Her şeyin olduğu gibi sessizliğinde bir sonu vardı.
Odaya giren doktor, seri adımlarla yaklaştı yatağa. Yüzünde olabildiğince samimi bir hâl vardı. Önce Yusuf’un kuzguni saçlarını okşadı.
-Maşaallah. Ne kadar tatlı bir çocuk. Allah nazardan saklasın
-Allah razı olsun Doktor Bey.
-Meryem Hanım biraz daha iyi oldunuz ya.
-Şükür. Biraz nefes almakta zorlanıyorum o kadar.
-Anladım. Şimdi size vereceklerimi şişirmeye çalışın bakalım olacak mı?
-Tamam.
Doktor, beyaz önlüğünün cebinden çıkardığı şeylerin, Meryem’in geçmişini yeniden dirilteceğini bilemezdi. Gölgeler arasından çıkan geçmişi gözlerinin önündeydi şimdi.
Meryem gözyaşları arasında görüyordu onları. Mavi, sarı, kırmızı balonlar.