Menu
GÖLGE OYUNU
Öykü • GÖLGE OYUNU

GÖLGE OYUNU

Elleri çizik içindeydi. Anahtarı güçlükle tutmaya çalışıyordu. Kapı açıldığında yüzüne çarpan hava, dışarıdan daha soğuktu. Yüreği üşüdü. “Anneciğim ben geldim...” Ayten odanın önünde bekledi. Hiç gerçekleşmeyen bir umutla, her gün bu örtük kapı koluna asardı gözlerini.

Masa; tabaklar, anason kokulu bardaklar, boş şişeler ve ekmek artıklarıyla doluydu. Dağınıklık masadan eve yayılıyordu. Oysa dün her yeri pırıl pırıl temizlemişti. Yeniden işe başlamadan, sobayı yakmalıydı. Ağzından çıkan buharın havadaki dansını görebiliyordu. Mutfağa giderken, odaya kulak kabarttı. “Anne, anneciğim...” Ses gelmiyordu. Mutfaktan kömürlüğün anahtarıyla el fenerini aldı, bahçeye çıktı. Önceleri kömürlüğe girmekten korktuğu için annesi kalkana kadar, yorganın altında titreyerek beklerdi. Zamanla soğuğun dayanılmaz dişleri, korkusunu yenmesine yardımcı olmuştu. İçeriye girdi. Cılız fener ışığın loşluğunda bakındı. Kömür kovasını yarısına kadar doldurdu. Annesi her zaman demiyor muydu: “Çenen işleyeceğine, elin işlesin!”

Kömürlükle oda arasında birkaç sefer yaptıktan; çıralar, odunlar, gazete kağıtları ve kömürlerle boğuştuktan sonra soba homurdanmaya başladı. Güğümü sobanın üzerine koydu. Su damlaları cızırdadı. Her defasında onların yok oluşunu dalgın gözlerle izler, seslerini dinlerdi. Su ısınana kadar sobanın yanında oturacaktı. Kömürle çalışan vapur yol alıyordu. Puf puf, puf puf... Yüzünde kızıl bir hale geziniyordu. Birden Hacivat ile Karagöz gelip sobanın üzerine kuruldular. Aralarında atışmaya, Ayten’i güldürmeye başladılar. Bedeni gevşedi. Ellerine, yüzüne can geldi, renk geldi. Hacivat seslendi:
- Karagöz’üm, bak güğüm tıngırdıyor.
- Düğün mü şıngırdıyor?
- Yok gözümün çekirdeği su kaynıyor.
- Desene, kulaklarım duymuyor.
Sıcaklık odaya, gülümseme dudaklarına yayıldı. Hacivat ile Karagöz bu defa sobadan tavana yansıyan kızıl ışığın içindeydiler. Daha rahat görebilmek için kanepeye uzandı. Onları çok seviyordu. Hacivat seslendi:
- Karagözüm, gözleme yer misin gözleme?
- Hiç yemem mi hacı cav cav, haydi gidelim Özlem’e!

Tavanda oynaşan gölgelerde Özlem’in yüzünü gördü Ayten. Geçen haftaydı. Okuldan erken çıkmışlardı. Özlem ısrar ediyordu:

- Ne olur bize gidelim. Okul çıkış saatinde eve dönersin.
- Ama, ya...
- Hiçbir şey olmaz! Annen nereden bilecek? Zaten hiç okula gelmiyor...
- Ya annen sana kızarsa beni çağırdın diye?
- Kızmaz, annem arkadaşlarımı çok sever.

Özlem, Ayten’in çantasını kaptığı gibi evlerine doğru koşmaya başlamıştı. Çaresiz Ayten de arkasından. İkisi de nefes nefese kalmış, yanakları kızarmıştı. Sokağın ortasında soluklanıp kahkahalarla gülmüşlerdi.

Özlem apartmanın girişinde zile basmış, kapı otomatik açılmıştı. İçeri girerlerken Ayten, bedenini kuşatan sıcaklığı duyumsamıştı. Asansörün aynasında birbirlerine türlü şaklabanlıklar yapmışlardı. Özlem’in annesi kapıda bekliyordu. Gülümseyerek “hoş geldiniz kızlar” demişti, sıcacık. Ayten’in gerginliği, kayboluvermişti. Sevim Teyze Ayten’in yanağını okşamıştı yumuşacık elleriyle. Annesinin ellerini hatırlamıştı. Yüzüne yalnızca tokat olarak değen yeşil damarlı sıska ellerini... İçerideki temizlik kokusu mu, sıcaklık mı yoksa mutfaktan yayılan kek kokusu mu; hangisi alıvermişti gerginliğini? Sevim Teyze masaya bir tabak daha koymuştu. Anneannesinden sonra ilk defa birisinin yanında kendisini önemli hissediyordu. Burnunun direği sızlamıştı. Çatal, bıçak seslerine sohbet karışmayalı, kaç sofradan kalkmıştı hatırlamıyordu. Yemeğin üzerine çay içmişler, kek yemişlerdi. Sevim Teyze biraz sohbetten sonra bulaşık yıkamaya gitmiş, kızları yalnız bırakmıştı. Özlem, odasında ne kadar bebek varsa getirip salonun ortasına yığmıştı. Ayten yüreğinde dalga dalga kabaran mutlulukla ara ara Özlem’in yanaklarından öpmüştü. Kısacık zamana birçok oyun sığdırmışlardı. Zamanın içinde erimişler, prenses, öğretmen, anne, komşu olmuşlardı. Gitme saati geldiğinde Ayten’in içi buz kesmişti.

Masayı toplamak için kalkacaktı ki donakaldı. Kapı kolu yavaşça kımıldadı. Gülümsemesi, Özlem, Sevim Teyze, sobanın sıcaklığı bile kayboldu. Sürüklenen terlik sesi kulaklarında yankılandı. Ensesini bir kedi tırmaladı.

- Geldin mi?
- Geldim anneciğim. Seslendim ama duymadın.
- Uzatma. Off başım çatlıyor! Evde sigara kalmamış. Bakkaldan al da gel.

Masanın üzerinde ne kadar tabak, bardak, kase varsa hepsi bir anda kırıldı. Kırıklar Ayten’in yüreğine, gözlerine battı. Ağzını açıp tek kelime söyleyemedi. Yerinden kalktı, babasından gelen paraları biriktirdikleri çekmeceye uzandı.

- Başka bir şey, anneciğim?
- Yok! Çabuk git gel. Perdeleri de açmamışsın.

İri çiçek desenli perdeleri açtı. Çiçeklerin dikenleri ellerine battı. Annesi, söylenmekle meşguldü.

Her zamanki gibi kelimeler karışıyordu ağzında. Ayten annesinin dilini çözmüştü ama neden bu kadar çok içtiğini çözemiyordu. Birkaç kere soracak oldu, annesinin yeşil damarlı sıska eli yanaklarına inince vazgeçti. Sürekli, yalpalıyor, kelimeleri karıştırıyor, anne gibi kokmuyordu. Hep aynı gecelikle, evin içinde hayalet gibi dolaşan, giderek her şeyden uzaklaşan annesinden korkar olmuştu. Uyuduğu saatlerde annesi şişelere şefkat gösteriyor, annesi uyurken o okulda oluyor, ya da ev işleri arasında boğuluyordu. Annesinin iş yapacak gücü yoktu. Sigarası veya içkisi bittiğinde daha sinirli oluyordu.

Annesinin eski mutlu günlerine döneceğini bilse ölene dek bulaşık, çamaşır yıkamaya, ütü yapıp, yer silmeye, soba yakmaya razı olabilirdi. Ne var ki geçen her gün birbirlerinden daha da uzaklaşıyorlardı. Ayten’in tüm yaklaşma çabaları, annesinin elinin tersiyle yaptığı hamleyle yarıda kalıyordu. Artık annesini tanıyamıyordu.

Anneannesi ve ağabeyi ölmeden önce hayatlarında sorun yoktu. Annesi içmeye başlamamıştı. O trafik kazasından önce onların da sofraları Özlemlerinki gibiydi. Alkol ve sigara kokularının daha da ağırlaştırdığı hava yerine anneannesinin sabun kokusu eserdi perdelerde, koltuklarda, kapılarda. Ağabeyinin parfümü dolaşırdı odalarda. Babası üzerlerine titrer, onları parklara, alışveriş merkezlerine götürürdü.Yılgınlık onu teslim almamış, kapıyı vurup gitmemişti o zamanlar. Şen kahkahalar çınlatırdı evlerini. Hatırlıyordu. Nicedir babasının yüzünü gördüğü yoktu. Çekmecede biriken paralar da olmasa...

Evden gitmeden kısa süre önce, annesiyle babası yine tartışmışlardı. “İşini de kaybettin! Böyle giderse beni de, kızımızı da kaybedeceksin. Gayret et biraz. Benim de desteğe ihtiyacım var!” Annesi “affedemiyorum kendimi” diye ağlamıştı. “Nasıl yapabildim o kazayı!”

Çocukken annesinden korkan Ayten, büyüdükçe ona önce acıdı, sonra öfke duydu. Annesinin kendini cezalandırmak için gösterdiği bencil iştah, Ayten’in yıllarını yutmuştu. Çocukluğu boyunca suratına inen ellerdeki sıskalık Ayten’in sabrına, yaşama sevincine, tüm yetilerine yayılmış, ruhunu kurutmuştu. Artık Hacivat ile Karagöz’ün atışması için sobanın kızıl ışıltıları gerekmiyordu. Her an her yerde onları duyuyor, görüyordu. Bir sabah, yaşlı annesinin alkole boğulmuş sesiyle uyandı:

- Kalk, içki getir bana. Tembel! Bu kadar uyuyacak ne var?

Ayten, sırtını döndü. Karagöz yanıtladı:

- İki mezara bu kadar insan daha ne kadar sığar?

Birden fırladı Ayten. Donuk gözlerini, annesinin iskelete dönmüş bedeninde gezdirdi: İnatla içiyor, inatla suçluluğunu katmerliyor ve inatla yaşıyordu.
Başucundaki çekmeceden arabanın anahtarlarını aldı. Annesine ömründe ilk kez bu kadar buyurgan bir sesle “hazırlan” dedi. “Küçük bir gezintiye çıkacağız...”

(İLKAY NOYLAN, DOKUNUŞLAR, KANGURU YAYINLARIN, ANKARA 2007, SS: 76-81)

Diğer Yazıları