Güneşin erken doğduğu toprakların çetin kışı yine tam karşımdaydı. Bu çok farklıydı. Kar, fırtınayı da yanına alıp gelmişti. Bu müthiş ikili, bütün seslere baskın çıkmıştı.
Okul zili vakitsiz çalmaya başladı. Bu zamansız sesleniş, fırtınanın daha da şiddetleneceğinin habercisiydi. Hademe Mustafa Ağabey, elindeki zili sallayarak sesleniyordu.
“Çocuklar, fırtınadan dolayı okul tatil oldu!”
Kar, kışın eğlenceli oyunların vazgeçilmezi, fırtına ise oyunbozan şımarık bir çocuk... Bu çocuk, heybetli görüntüsü ve şiddetli gürültüsüyle beni öğretmenimin yanında tehdit etmeye başladı. Zilin sesine eşlik eden bu habere sevinip sevinmemek arasında gidip gelmeye başladım.
Kar ve fırtına uzaklardan gelen yatılı misafir gibiydi. Kar geldiği zaman uzun süre kalırdı. İyi bir arkadaştı. Fırtına ise her ziyaretinde buz gibi, ortalığı toz dumana katar ve giderdi. Onu hiç sevmezdim. Kar ile samimi dostluğuma aramıza girer ve bozgunculuk yapardı.
Yediden yetmişe karlı kışla yaşamaya alışıktık. Kara kışın bağrında doğup onunla ahbap olmuştuk. Onunla öğreniyorduk mücadeleyi, düşünce kalkmayı, cesareti…
Öğretmenimiz tembihliyordu:
“Çocuklar montlarınızın fermuarını çekip, şapkalarınızı sıkı kapatın. Eldivenlerinizi takın…”
Sıkı giyindim. Atkımı arkadan bağladım, sadece gözlerim açıkta… Sırtımda okul çantam… Mahalle arkadaşlarımla okul kapısında buluştuk. Evlerimize doğru yola çıkarken, küçük gruplar oluşturduk. Dışarıda olmamamız gerektiği bir vakitte yollardaydık. Büyüklerimizin gelip bizi götürmeleri için hepimiz dualar mırıldandık. Bu gibi durumlarda belediye hoparlöründen yapılan anonslarla duyurular yapılırdı. Fırtına elektrik hatlarını kopararak buna da engel oluyordu. Elektrik kesintisi yolumuza hazırlanmış tuzakların ilkiydi.
Aynı mahalleden dokuz on arkadaştık. Ben çömezler sınıfındaydım; en kıdemlimiz ise beşinci sınıftaydı. Her tarafı kaplayan kar ve tipi göz açtırmıyordu. Çetin şartların cesur çocuğuydum. Ya da kendini cesur sanan cılız bir çocuk…
Arkadaşlarımla el ele tutuşup zorluklara meydan okurcasına ilerlemeye çalışıyorduk. Fırtına, bu samimi dostluğumuzu ve kenetlenen ellerimizi kıskanmış gibiydi. Yaramaz bir çocuk gibi tüm gücüyle bizi itekliyor ve birimizi yere düşürüyordu. Her düştüğümde elini tutarak kalktığım arkadaşımdan biraz umut biraz da cesaret alıyordum.
Başımı öne eğdiren fırtınaya, başkaldırdığımda, avuçladığı kar tanelerini gözlerime atıyordu. Hiddetinden korkup tekrar başımı öne eğerek kırmızı çizmelerime bakıyordum. Gözaltına kadar örtmeye çalıştığım atkım sıyrıldıkça, fırtına tokat gibi yanaklarıma çarpıyordu.
Kar kürtünlerine saplanan ayaklarımı çekip ileriye adım atmak için tüm gücümle mücadele ediyordum. Fırtına olanca gücüyle uğuldayarak yüreğimi, soğuk nefesiyle de bedenimi üşütüyordu.
Dakikalar ilerledikçe küçük bedenimdeki üşüme hissi diğer evrelerine geçiş yapıyordu. Dizime kadar çıkan kırmızı çizmemin üstünden topak topak giren karlar ayak parmaklarıma ulaşmıştı.Açılmaması için elimle tutmaya çalıştığım atkımı, bir hışımla alıp kaçırdı. Öyle çabuk kaçırıyordu ki, arkasından yetişemeyeceğim kadar hızlıydı.
“Dur, bırak onu! O benim…”
Her düştüğümde ayağa kalkmamam için bütün gücüyle omuzlarıma bastırıyordu. Bende alacağı var gibiydi. Atkımı almıştı. Başka ne verebilirim ki? Acaba eldivenleri de mi istiyordu? Vermeliydim, eğer isteği buysa.
“Al, eldivenlerimi de al! Beni bırak, evime, anneme gitmek istiyorum.”
Islanmış ve buz tutmuş eldivenlerimi çıkarıp, omuzlarıma bastıran ellerine bıraktım. Onu da aldı ve götürdü.
Arkadaşlarım beni fırtınanın elinden kurtarmak için kar kürtününden çıkarmaya çalışıyorlardı. Parmak uçlarında kaşıntı başlayan kızarmış ellerimi kara bastırarak bir kez daha ayağa kalktım. Eldivensiz ellerimi ısıtma görevi de montumun ceplerine kalmıştı.
Fırtınanın pençesinde mücadele ederken, kulağıma ilişen ikinci bir uğultu aniden vücudumdaki kan akışını hızlandırdı. Uzaklardan gelen bu uğultu yüreğime sinen korkuyu ikiye katlamıştı. Erkek arkadaşlar bilmişçesine haykırmaya başladılar:
“Eyvah, bu uğultu kurdun uluması!.. Kurt inmiş, hızlı yürüyün!..”
Eyvahlar olsun! Aç kurtlar gelirse hepimizi parçalar. Kurdun pençesine düşmemek için fırtınanın el ve ayaklarını öpmek istiyordum. Çare ararcasına çırpınmaya başladık.
Cesur gibi görünmekten vazgeçerek ağlamaya başladım. Abla ve ağabeylerim benim gibi paniğe kapılan küçükleri sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Karlı yolda daha hızlı ilerleyebilmemiz için fikirler üretmeye başladılar:
“Olduğunuz yere çantalarınızı bırakın, sırtımız boş olursa daha hızlı koşarız!..”
Önce atkım, sonra eldivenlerim… Sıra çantama gelmişti, çaresiz onu da bıraktım. Fırtına, bana ait olanları tek tek alıyordu.
Zorlu mücadelenin sonunda nihayet mahalleye ulaşmıştık. Yoldaşlarımdan ayrılıp yoluma yalnız devam edecektim. Evim ilk sokağın sonun da, tepenin başındaydı. Yukarıya doğru bakarak kar savruntuları arasından evimi görmeye çalışıyordum. Görebilmek belki de dizime derman olacaktı.
Kaç defa düştüğümü hatırlamıyordum. Her defasında azaldığını hissettiğim takatim tamamen tükenmişti. Ayaklarım ve ellerimdeki uyuşmalar vücuduma doğru ilerliyordu. Soğuk, ağzımdan girerek ciğerlerime inmişti. Karın boşluğumda başlayan ağrı nefesimi kesiyordu. Fırtına bademciklerimi de şişirerek ses tellerimin önüne bent olmuştu. Nafile seslenişimi benden başka işiten yoktu. Serzenişlerim de bitmişti. İçimde büyüttüğüm umut fırtınaya teslim olmuştu.
Annem bana beyaz bir yatak sermiş gibiydi. Ayaklarımı katlayarak yavaşça kıvrıldım. Uğultusuyla yüreğime korku salan fırtına, ninni söylemeye başlamıştı. Tüm hırçınlığını bir kenara bırakıp, anne şefkati ile yorganımı örtmeye çalışıyordu.