Menu
DERİNCELİ EKREM'İN SIR DOLU ÖLÜMÜ
Öykü • DERİNCELİ EKREM'İN SIR DOLU ÖLÜMÜ

DERİNCELİ EKREM'İN SIR DOLU ÖLÜMÜ



Bir fotoğraf kaldı ondan yadigar. Derince’li Ekrem vefat etti diye bir haber geçtiler ilçenin yerel gazeteleri. Sayfanın alt kenarına küçük harflerle yazıldı. Tersanede çalışırken üzerine sac düşmüş Ekrem’in. Henüz 29 yaşındaydı. Bir satır silindi koca dünya kitabından. Doğuştan silik öyle kendi halinde bir garip satır, okunmadan silindi. Bir yaprak sessizce düştü sanki dalından, kimseler bilmedi, karısı ve oğlu hariç herkes unutuverdi bu sıradan ölümü birkaç ay içinde. Borsalar inişe geçmedi ana haber bülteninde anılmadı Ekrem’in ölümü. Gayet telaşsız bir ölümdü, can çekişmemişti, sanki ölüm meleğini dahi çok uğraştırmak istememişti Ekrem. Tersanenin soğuk beton zemininde soluk kırmızı bir leke kalmıştı. Üzerini gazete ile örttüler. Gazetenin üzerinde yine Ekremin ölümüne benzer bir haber vardı galiba. Ambulansın zamanında gelmesinin bir anlamı yoktu. Taze ölüyü iki görevli isteksizce taşıdılar. Birkaç arkadaşı ürkmüş gözlerle baktılar, besbelli kendi kaderlerini taşıyor diye sahici bir hüzünle kalakaldılar ambulansın ardından.

Birkaç parça elbisesi o denli eskiydiki zaten, kimselere verilmedi. Bir tek geçen kurban bayramında aldığı ayakkabıları gıcır gıcırdı, kardeşinin düğününde giyecekti, boyayıp kenara koymuştu. İşte onları verdiler kendisine tıpatıp benzeyen komşunun oğluna. yedisinde toplandı mahallenin üç beş koca karısı. Sade un, yağ ve şekerden helva karıldı. Sevabına dağıtıldı Ekrem’in. Birkaç gün ürkek bir güvercin kondu sanki pencerenin pervazına. Kimse ilgilenmedi kederden. Sonra gelmez oldu güvercin. Elli ikisi unutuldu. Oysa bahar henüz gelmişti. Erikler ancak çiçeklenmişti. Ekrem bahar çocuğu, ekşi eriği koruk üzümü çok severdi.

Orta okulu ite kaka bitirdi. Lise’de artık takati kalmamıştı Cebirle geometriyle boğuşmaya. Okumayacağım dedi, babası hiç seslenmedi. Caminin altındaki kahvede çırak başladı Ekrem, haftalık 50 liranın bir tamam 50 si babanın avucuna sayıldı. Kahveci Cafer aksiydi aksi olmasına fakat gün görmüş adamdı. Çatık kaşlarının ardında gözleri çakmak gibiydi. Ezan saatlerine kuruluydu Caferin iç saati sanki. Kimseye ezdirmedi Ekremi, kendisi ise galiba biraz eziyet etti ama ona sorsan adam olsun içindi.

Yedi çocuklu inşaat işçisi babanın beşinci çocuğu Ekrem, zaten kazayla düşmüştü annesinin rahmine. Doğumu öyle bir heyecan yaratmadı ailede. Patik işlenmedi, hırkalar örülmedi Ekrem’e. Ablasından kalan boyası dökülmüş beşikte uyutuldu. Anne doğum dikişleri iyileşince hemen başladı çalışmaya apartman temizliklerinde. Patlak emzikleri emdi, sulandırılmış bisküvi ile karnını doyurdular çoklukla. O yüzden kemikleri gelişmedi. Allahtan memleketten her sene gönderilen, çocukların avucuna akşamları televizyon izlerken uslu dursunlar diye sayıyla verilen kuru kayısı, üzüm, dut bir de pestil vardı. Ekrem onları çok severdi.

Aniden büyüdü Ekrem. Cılız bedeni 14'ünde boyu kenarlarından çekilmiş gibi uzayınca iyiden iyiye kemikli idi. Kocaman burnu ile tek tük çıkan sakallarının gizleyemediği sivilcelerinden nefret etti. Aynalara küstü bir zaman. Kahveci Cafer namaza gidince caminin yanındaki berbere dadanmıştı bir ara. Berber çırağı Tolga ile arkadaştı. Tolga’nın saçları ne kadar güzeldi briyantinle ıslak ıslak geriye tarardı. Üstelik sivilcelerini de her gün pudralardı, çok havalı oğlandı Tolga. Berberin çayı her gün yüzlercesini dağıttığı kahvenin çaylarından daha tatlıydı. Çaylarını içerken berberin açık saçık resimleri olan gazetelerine bakıp yoldan geçen kızlara laf atarlardı. İçlerinden biri dönüp baksa Tolga iyice yılık bir gülümsemeyle elleriyle saçlarını düzeltirdi. Ekremse kıpkırmızı olur yerin dibine geçerdi.

Önce Tolga askere gitti Muş Varto’ya çıktı askerliği. Ardından Ekrem Manisa’ya gitti. Giderken kimse eğlence falan yapmadı. Hiçbir şey Ekrem’in hayalindeki gibi olmamıştı. Havaya atan tutan “en büyük asker bizim asker" deyip Ekrem’i omuzlarında gezdirenler de olmadı. Ayrılmadan elini öptüğü büyüklerden bir tek kahveci Cafer cebine 100 lira koydu. Sırtını sıvazladı. Galiba Cafer ağanın çakmak çakmak gözleri biraz da nemlenmişti ya da Ekrem’e öyle geldi. 18 ay askerlikte Ekrem’i mutfağa verdiler. Temizlik yaptı bulaşık yıkadı. Oysaki hiç böyle düşünmemişti askerliğini. Komando olacaktı, mavi bereli ama fazla zayıf ve kısaydı. Ancak paspas yapabilirdi. Zamanla alıştı, vatan hizmetiydi hepsi. Hatta o çok sevdiği mavi bereyi arkadaşı Elazığ’lı Hüseyin’den ödünç alıp bir de ağır silahlarla resim çektirince iyiden iyiye hoşuna gitti askerlik Ekrem’in. Kimse ziyaretine gelmedi. Hiç mektup almadı. Bir kez babası aradı ninesi vefat edince, cenazesine de gidemedi çok sevdiği ninesinin. Gel zaman git zaman askerlik de bitti.

Eve gelince boş buldu evi. İki ablası ile abisi evlenmişti kardeşleri ise okuldan henüz dönmemişti. Pencerenin önünde oturdu bir süre boş sokağa daldı. Sonra masmavi gökyüzünü seyretti. Radyoda  dertli bir türküye kulak kesildi. Sabahat Akkiraz’dı galiba ya da ona öyle geldi. “ yine gam yükünün kervanı geldi, çekemem bu derdi de yavrum bölek seninle” bir an efkarlandı Ekrem. Hiç böyle hissetmemişti. Gözleri pencereden dışarı pembe bir renge takılmış öylece kalmıştı. Karşı komşu Hayri abinin ortanca kızı Füsun olmalıydı. Ekrem askere gitmeden ortaokulu yeni bitirmişti Füsun. O anda içine güvercinler misali dolan o heyecan olmasa yıllarca öyle hiçbir şey olmamış gibi yaşar giderdi belki. Bir an Füsun’da onu gördü göz göze gelince Ekrem bir kuyuya düştü, baygın bir uykunun içinde yuvarlandı sanki. Kilometrelerce düştükten sonra uyandı. Genç kız merdivenlerden sekerek eve girdi. Ekrem’in o gün ilk kez midesi ağırdı. Karnına tatlı bir boşluk hissi yayıldı.

Karanfiller bırakıldı pencere önlerine, şekerle kandırılan mahallenin afacanlarıyla mektuplar verildi, ilk defa pastaneye gitti Ekrem, kazan dibini çok sevdi. Elele tutuşuldu yaz akşamlarında sahile inildi. Tanıdıklardan kaçıldı komşulara yakalanıldı. Gel zaman git zaman üçüncü sınıf bir matbaada basılan üzerinde büyük süslü E ve F harfleri yazılı davetiyeler dağıtıldı eşe dosta. İş merkezlerinden birinin arasına sıkışmış bir düğün salonunda kötü meyve suları içildi ve bayat kuru pastalar yendi. Gürültünün arasında bebekler uyutuldu masalarda. Kadınlar ve erkekler yoksulluklarını bir an olsun unutup halaya girdi, lorke delilo çaldı. Kadınlar yoksul terlikleriyle, erkekler arkasını kırdıkları eski ayakkabılarını sürüyerek oynadılar. Takı merasimi kısa sürdü. Yapışkan sesiyle elektro bağlama org ve darbuka sustu. Füsunun kiralık gelinliği ertesi gün teslim edilmişti. Ekrem düğünün sabahında televizyonla çamaşır makinesinin borcunu düşündü keyfi kaçtı bir sigara yaktı. Pencereden dağlara doğru üfledi.

Düzenli bir işi hiç olmadı Ekremin her akşam eve biraz daha solgun döndü. Akşam haberlerinde politikacılara küfr etti. Kahırlandı zaman zaman. Biraz isyankar oldu, cumaları bıraktı. Tüpçünün yanında işe girince şükretti, yine başladı. Sonra bir gün füsun hamile kaldı. Nasıl olduğunu anlamamışlardı. Ama bir süre için de olsa tarifsiz bir mutluluk doldu içine. Daha önce ancak çocukluğunun nisan mayıs aylarında kırlara tarla kuşu tutmaya gittiğinde içine dolan bir sevinç. Hani koştukça koşmak, dünyayı yutmak, gökyüzüne dokunmak istediği zamanlardaki coşku gibi. Sonra gün tamam oldu füsun doğurdu. Oğlandı. Biraz neşe ve bir çok kaygı getirdi bebek. İsmini Turgut koydular Ekremin dedesinin ismini. Turgut gün geçtikçe Ekrem’e benzedi. Yine hiçbir özelliği olmayan bir yüz. Arası açık kaşlar, ne küçük ne de büyük bir burun...

Bebek arabası alamadılar. Her yere Ekrem kucağında taşıdı Turgut’u fakat hiç yerinmedi. Başka kimseye vermez güvenemezdi. Çelimsiz füsuna da kıyamazdı. Can parçası zamanla serpildi ayaklandı, sehpayı devirdi, sofraları karıştırdı, merdivenden düştü, büyüdü. Okul zamanı geldi. Ekremin korkuları da büyüdü. “Allah büyüktür” dedi Cafer ağa, Ekrem de dedi. Ama yine de kendini düşünmekten alıkoyamadı.

Çok dertlendi; su, elektrik faturasına, kış gelince odun kömür parasına çok içlendi. Ama en çok bayramlarda tarifsiz bir hüzün yakaladı Ekrem’i. Kaçıp gitmek istedi her seferinde. Bayram namazından eve adımları gitmez oldu. Füsuna o çok beğendiği paltoyu, entariyi alamadı. Kendine küstü en çok. Ama her akşam evine döndü, Tolga'ya uymadı, sağa sola sapmadı. Ağzına bira, rakı sürmedi.

Aradı sordu her yere başvurdu. Gazeteleri takip etti. Tecrübeli büyükleri dinledi. Partiye yazıldı. Koş denilince koştu. Afiş astı, sandalye masa taşıdı. Sonunda temizlik görevlisi oldu belediyede. Oysa güvenlik görevlisi olmak isterdi Ekrem’e sorsalar. Kimse sormadı, kendisi de ısrar etmedi, zaten boyu kilosu da tutmazdı. Gitti geldi, çok çalıştı. Asgari ücret ancak yetti boğaz tokluğuna. Fakat gece kondunun kirasını verebildi. Kışları yarım ton kömür de dökülünce evin önüne pek bir keyiflendi. Çöp arabasının arkasında neşeliydi. Kendisine birkaç beden büyük elbisesinin içinde kocaman şapkasıyla kimseler görmedi Ekrem’i. Görseler de ne olurdu ki. Çalışmak ayıp mıydı diye geçirdi içinden. Fakat Turgut’un veli toplantısında anladı ki ayıptı çalışmak. Turgut öğretmenine babam lastik fabrikasında işçi demişti. Utanmıştı babam temizlikçi diyememişti zağar. Çok sevmese de alıştığı işinden işte o gün soğudu Ekrem kimseye söylemeden başka iş arar oldu. Gel zaman git zaman işte bu tersane işini söyledi Tolga’nın bir arkadaşı. Parası iyiydi. üç aydan sonra beğenirlerse sigorta da yapacaklardı. Çok çalışır mesai de yaparsa temizlik işinin tam üç katını kazanmak mümkündü. Ekrem hiç düşünmedi. Hemen tersaneye yazıldı. Bütün mesailere gönüllü kaldı. İyi kazandı ilk ay. Eğer o gün o sac denk gelmeseydi böğrüne belki de sigortası da olacak kadroya geçecekti Ekrem. Olmadı…

Sabah evden çıkarken içinde daha önce hissetmediği bir sıkıntı vardı. Füsuna sarılmak geldi içinden. Uzunca bir zamandır yüzüne bakmadığını farketti karısının. Yazmasının kenarından düşmüş saçlarını eliyle düzeltti. Gözlerinin içine baktı. Sanki o askerden döndüğü gün içine dolan güvercinlerden bir tanesi kanat çırptı tekrar. Füsunun gözlerinden ılık bir bal önce eridi sonra aktı yüreğinin içine. Ellerini tuttu. Bu eller şaşırttı Ekrem’i, derisi bulaşık çamaşırla yıpranmış bu ellerin kemikleri içine battı sanki, kanadı. Cahildi kitap, kelam bilmezdi fakat içli adamdı Ekrem. Gözlerinin kenarına  yaş birikti. Ayıkmasın diye Füsun telaşla döndü, koşar gibi uzaklaştı evden. Sokağın kenarında çiçeklenmiş ağaçlar dikkatini çekti. Sanki bu sabah içinde bir şeyler açılıyor da her şeyi daha büyük görüyordu Ekrem.

İş elbiselerini giyerken bir yandan çayını yudumladı. Çok sevdiği İzmit simidinden ısırdı. Kağıtta biriken susamları ıslak parmağıyla bastırarak yedi. Sonra arkadaşlarıyla birlikte şakalaşarak iskeleye tırmandı. Gözleri denizin üzerinde uçuşan martılara takıldı. Güneşli bir gündü tatlı bir rüzgar saçlarını yaladı. Yakasının düğmesini çözdü. Körfezin kirli suları güneşin altında maviydi. Dayanılmaz çekici bir mavi. Sonra kirli suların bu baştan çıkarıcı maviliğini düşündü Ekrem. Yaşamak gibi. Mavinin güzelliği gibi içindeki bütün çürümüşlüğüne rağmen hayat da güzeldi. Kim bilir bütün bunları gerçekten o anda düşündü mü Ekrem? O sac darbesiyle kendisini bu sonsuz karşı konulmaz mavinin içine düşerken mi gördü… kim bilir belki de bunların hiçbirini düşünmedi. Aklına kazınmış bir resim gibi sadece Karısının kemikli ellerini düşündü ya da okulla arası iyi olmayan Turgut’un kendisininkine benzeyecek kaderini… kim bilir?

(Mart 2009, Bakü)

Diğer Yazıları